"BEN VÂLİYİM, EŞKIYA DEĞİL!"
OSMANLILAR, ERMENİ MESELESİ İLE NASIL YÜZLEŞTİ?

Osmanlı ülkesindeki Ermenilerin 1915 yılında yaşadığı acılar, güçlü bir diaspora sayesinde dünya çapında bir propaganda mevzuu oluyor.
22 Nisan 2019 Pazartesi
22.04.2019

George Clooney’nin gazeteci karısı Lübnanlı hristiyan Emel Alamüddin, tarihî bilgisizliğinden olsa gerek, Ermeni tehcirinin adlî platformda ele alınması gerektiğini sert bir dille söyledi. Bu çok yaygın ve yanlış bir bilgi. Halbuki, İttihatçıların sabıkasındaki hâdiselerden biri olan tehcir ile bilahare Osmanlı hükümeti yüzleşmiş; işin adlî dosyası kapanmıştır.


24 Nisan

Sultan Hamid’i tahttan indirmek gayesiyle, dünya Mason cemiyetlerinin desteği ile kurulan ve 1908’de bir askerî darbe ile iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti, kendisine dikte ettirilen ulus-devlet projesi çerçevesinde, birkaç sene sonra bütün gayrı Türk unsurları tasfiyeye kalkıştı. Rumları ve Arapları sindirirken; Osmanlı ülkesindeki Ermeni ve Süryanileri de Suriye’ye sürgün etti.

Çanakkale zaferinden cesaret alarak gerçekleştirilen sürgün üç safhada yapıldı. Önce 24 Nisan 1915’de Sarıkamış Felâketi’nin duyulmasının meydana getirdiği infiali örtbas etmek için Ermenilerin, orduyu arkadan vurduğu söylendi ve Ermenilerin İstanbul’daki siyasî, dinî liderleri ve münevverleri (235 kişi) tevkif edilerek Çankırı ve Ayaş’a sürüldü. Bunların içinde müfrid milliyetçi hareketine karşı olanlar da vardı. Benzeri operasyonlar Yozgat ve Sivas gibi beldelerde de yapıldı. Bu bir siyasi çökertme operasyonu idi, yani cemiyetin ses çıkarabilecek vasıftaki insanlarını temizlemekti. Bunlardan bir daha haber alınamadı. 24 Nisan, soykırım günü ilan edilmiştir.

İkinci safhada, tam Van’da Ermeni isyanı ile Rus işgalinin başladığı günlerde, 14 Mayıs 1915 tarihli kanunla, bahar sonundan sonbahara kadar Anadolu ve Rumeli’deki Ermeniler Suriye’deki kamplara sürüldü. Kadın, erkek, çoluk, çocuk, genç, ihtiyar, hasta, sağlam, 1 milyon sürgünün, yarısı açlık, soğuk, hastalık ve çete baskınlarında öldü.

Üçüncü ve son safhada kamptakiler açlıktan ölmeye mahkûm edildi. Urfa ve Antakya’da direnişler, netice vermedi. Sürgünlerin çocukları, yetimhanelere veya Müslüman ailelerin yanına yerleştirildi. Mallarına ise el konuldu. Anadolu Ruslar tarafından işgal edildikçe, Rus ordusundaki Ermeni çeteler, buralarda yaşayan Türklerden sürgünün intikamını almaya çalıştılar.


Osmanlı ordusunda Ermeni iki subay

Amirlerin insafı

O zamanın şartlarında bu kadar insanın transferini gerçekleştirmek imkânsız gibiydi. Zaten tehcirin başında neşredilen resmî emirler, Ermenilerin can ve malına zarar gelmemesi için alınacak teferruatlı tedbirlerle doludur. Ulukışla’dan Kafkas cephesine nakledilen ordu birlikleri, genç ve kuvvetli erkeklerden müteşekkil olmasına rağmen, gıda, ilaç ve teçhizat noksanları sebebiyle her 4 askerden birini kaybediyordu.

Merkez ile taşra arasında bir koordinasyon olmadığı için, sürgünler mahallî idarecilerin insafına kalıyordu. Yetişkin erkeklerin bir kısmı daha seyahatin başında öldürüldü. Gençlerden bir kısmı, tehcirden evvel Rusya’ya kaçmıştı.

Sürgünlerin emniyeti için çok az sayıda jandarma vazifelendirilmişti. Bu sebeple müdafaasız yolculardan bir kısmı, Kürt ve Çerkes çeteleri, asker kaçakları, hatta mahallî jandarmalar tarafından soyuldu, öldürüldü ve tecavüze uğradı.

Kafileler, evvela çoğunda çadır bile bulunmayan muvakkat kamplarda konaklıyor; akabinde yaya uzun bir seyahatten sonra Deyrizor ve Basra’daki kamplara yollanıyordu. Yolda varılan kasabalarda da kıtlık olduğundan, sürgünlerin hayatta kalması imkânsız gibiydi. Kamplara ulaşanlar da açlık, hastalık sebebiyle dünyadan çekildi. Böylece tehcir esnasında her iki Ermeni’den biri hayatını kaybetmiştir.


Erzurum Ermenileri sürgün yolunda

Ben valiyim, eşkıya değil!

Osmanlı bürokratlarından sürgüne karşı çıkanlar az değildir. İzmir Vâlisi Rahmi Bey, İttihad ve Terakki Cemiyet'indeki güçlü pozisyonuna güvenerek, İzmir Ermenilerinin sürülmesine engel oldu. Haleb ve sonra Konya Vâlisi Celâl Bey, İttihatçı hükümetin millî bir mefkûre olduğunu söylemesine rağmen, sürgüne kulak asmadı. Bu sebeple o ve Anteb mutasarrıfı Şükrü Bey vazifeden alındı. Celâl Bey’in hatıraları mevzuya ışık tutan birinci el kaynaklardandır.

“Ben vâliyim, eşkıya değilim” diyerek sürgüne karşı çıkan Ankara Vâlisi Mazhar Bey, Ağustos 1915’de azledildi. Kütahya Mutasarrıfı Fâik Ali (Ozansoy) da sürgüne karşı çıktı. Kütahya’ya gelen sürgünlere de yardımcı oldu. Kastamonu Vâlisi Reşad Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey, Erzurum Vâlisi Tahsin Bey, imha emirlerini tatbik etmeyen Osmanlı bürokratlarıdır.

Sürgüne engel olmaya çalışan Malatya Belediye Reisi Azizoğlu Mustafa Ağa, bir İttihatçı fedai tarafından “gâvurları koruyor” diye vurularak öldürüldü. Tehcire karşı çıkan Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey, Beşiri Kaymakam Muavini Sâbit Bey, Basra Vâlisi Ferid Bey, Müntefik Mutasarrıfı Bediî Nuri Bey ve gazeteci İsmail Mestan; İttihatçı Diyarbakır Vâlisi Dr. Reşid Bey’in emriyle öldürüldü.

Mardin Mutasarrıfı Hilmi Bey, son anda ölümden kurtuldu. Savur Kaymakamı Sıtkı Bey ve Midyat Kaymakamı Nuri Bey, tehcir sırasında sürgünlere iyi muamelede bulundular. Sivil halktan ve Kürt aşiretlerinden de sürgünlere yardımcı olanlar çoktu. İTC'nin Ermeni Muhacirîn Müfettişi Çerkez Hasan Amca da, kamplardaki 25 bin kadar Ermeni'yi ölümden kurtarmıştır.

Saymadım, az mı çok mu?

Buna mukabil askerî ricâlden 3. Ordu Kumandanı Mahmud Kâmil Paşa, erkân-ı harbiye istihbarat dairesinden Miralay Seyfi, Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa ve kardeşi Nuri Paşa, Musul’daki 6. Ordu Kumandanı Ali İhsan (Sabis) Paşa, Deli Halid Paşa, Enver Paşa’nın tetikçisi Yakub Cemil, İTC erkânından Bahaddin Şakir, Dr. Nazım, Diyarbekir Vâlisi Dr. Reşid, Trabzon Vâlisi (Sopalı Mutasarrıf) Cemal Azmi, Bitlis, Bağdat ve Musul Vâlisi Mehmet Memduh, Everek Kaymakamı ve Zor Mutasarrıfı Salih Zeki, Maarif Nazırı Ahmet Şükri, Emniyet Müdürü İsmail Canbolat, Giresunlu Topal Osman ve Trabzonlu Yahya Kâhya tehcirin menfi simaları arasındadır.

Bahattin Şakir, daha 1914’te o zaman aralarının iyi olduğu Taşnak ileri gelenlerine müracaat ederek, Rusya Ermenistanı’na saldırmayı teklif etmiş; Taşnaklar reddetmişti. Suriye Vâlisi Cemal Paşa’nın yaveri Ali Fuad (Erden) hatıralarında, paşasına aşırı hayranlığını her fırsatta dile getirirken, öte yandan da sürgünleri katleden eşkıyaya prim verdiğini; ayrıca sürgünlerin toplama kamplarında onun emriyle açlıktan ölüme terkedildiğini açıkça itiraf etmektedir.

Kut Halil Paşa’ya Cihan Harbi esnasında 200 bin Ermeni’yi ve Bağdad’da 50 bin Arab’ı öldürttüğü sorulunca; “İsyan etmişlerdi; imhalarını emrettim. Saymadığım için, bundan az mı, çok mu, fikrim yoktur” cevabını vermiştir. Zor Mutasarrıfı Salih Zeki Bey’e de Divan-ı Harb'de “Senin için, 10.000 Ermeni imha etti diyorlar” diye sorulduğunda, “Benim namusum var. 10.000’e tenezzül etmem. Daha çık bakalım!” cevabını verdiği meşhurdur

Ermeni sürgünler Urfa'da

Maziyle hesaplaşma

1918’de İttihatçı diktatörlük yıkıldıktan sonra, Osmanlı hükümeti bu meselelerle yüzleşme cesaretini gösterdi. Ermenilerin memlekete dönüşüne izin verildi. Ermenilerin mallarının tasfiyesine dair mevzuat iptal edildi. Ermeni sürgünü vesilesiyle cereyan eden hukuka aykırı hâdiseler, mahkemeye taşındı. 1397 devlet memuru hakkında takibat yapıldı. İTC, kaçmadan evvel, arşiv vesikalarını yakarak yok etmiş olsa bile, yaşayan delillere göre suçlu bulunanlar, çeşitli cezalara çarptırıldılar. 40 kişi idam cezasına çarptırıldı.

Bunların arasında üç de vâli vardı: Yozgat mutasarrıf vekili ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal, Urfa mutasarrıfı Nusret ve Diyarbekir valisi Reşid. Hatta zamanın Yozgat müftüsü Hulusi Efendi, gözyaşları içinde, mutasarrıf vekili aleyhinde şahitlik yaptı. İlk ikisi asıldı. Üçüncüsü yakalanacağını anlayınca intihar etti. Cumhuriyet devrinde hepsi milli şehit ilan edilmiş, ailelerine el konulan Ermeni mallarından verilmiş; mekteplere, caddelere isimleri konulmuştur.

Savaş kaybedilince, apar topar yurt dışına kaçan İTC liderleri, bulundukları yerde Taşnaksutyun’un yıllık kongresinde alınan karar çerçevesinde kurulan Nemesis (İntikam) Teşkilatı fedailerince öldürüldü. Divan-ı Harb’in gıyaben idama mahkûm ettiği Talat Paşa, Mart 1921’de Berlin’de, Said Halim Paşa Aralık 1921’de Roma’da, Bahaddin Şakir ile Trabzon Valisi Azmi Nisan 1922’de Berlin’de, Cemal Paşa Temmuz 1922’de Tiflis’te, Enver Paşa da Ağustos 1922’de Tacikistan’da öldürüldü. Geri kalanını İngilizler Malta’ya sürmüştü; sonra Ankara hareketine katılmak üzere serbest bıraktı. Şevket Süreyya Aydemir’in “İttihatçıların terör kolu şefi” olarak vasıflandırdığı Dr. Nazım ve Canbolat, İzmir suikasti sebebiyle 1926’da asıldı.

Böylece hâdisenin adlî dosyası kapandı. Ancak İstanbul’un işgalinden sonra Osmanlı hükûmetinin aldığı kararları Ankara muteber saymaz. İşgal kuvvetlerinin baskısıyla kurulmuş olsa da, Divan-ı Harb mevcut hukuk sistemi ve delillere göre çalışmış; Yeni Türkiye’nin kuruluşuna, biraz da bu sayede izin verilmiştir.

Ancak bazı İttihatçıların, yeni kurulan Ankara hükümetine sızması ve resmî ideolojinin inşaında rol oynaması, meselenin hallini zorlaştırmış; tehcir, bir tabu ve kırmızı çizgi hâline getirilerek, Türkiye’nin milletlerarası platformda müşkül vaziyete düşmesine yol açmıştır.

Yeni devir

Ankara hareketinin kurucuları, Batının reaksiyonunu yatıştırmak adına, Ermeni tehciri sırasında işlenen cinayetlerin mesulünün küçük bir komite olduğunu her fırsatta söylüyor; mesullerin cezalandırılacağı ve böyle bir şeyin tekrarlanmayacağı garantisini veriyordu. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın Eylül 1919’da Sivas’ta Amerikan general Harbord’a verdiği beyanat böyle olduğu gibi; İstanbul hükümeti ile Ekim 1919’da imzalanan Amasya Protokolleri’nde de bu husus sarahaten hüküm altına alınmıştı.

İlk üç reisicumhurun tehcir ile doğrudan irtibatı olmadığı halde, tehcirde menfi rol oynayan ve İngilizlerce Malta’ya sürülüp, sonra Ankara’ya gönderilen İttihatçı bürokrat ve politikacılar, yeni rejimde yüksek mevkilere geldi. Askeri ve siyasi cihetten güçlendikçe Ankara, bu mesele hakkındaki tavrını yavaş yavaş değiştirdi. 1919 Divan-ı Harbi’nde mahkum olanların ailesine maaş bağladı ve Ermenilerden gasp edilen mallardan tahsis etti. Tehcir edilen Ermenilerin, mütareke hükümlerine göre geri dönmesine müsaade etmedi.

Nihayet Gazi, 15 Mart 1923 senesinde Adana’da Türk Ocağı’nda esnaf cemiyetine hitaben yaptığı bir konuşmada, “Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır” diyerek son noktayı koydu.

Ermeni meselesi, tehcirin 50. senesine kadar kimse tarafından dile getirilmedi. Türkiye’de yaşayanlar olup bitenleri bilir; ama suskunluğu tercih ederdi. 1965 senesinde Sovyetler Birliği’nde ilk defa dile getirildi. Ama Batı, Türkiye’yi gücendirmemek için buna iltifat etmedi.

1974 Kıbrıs hadiseleri üzerine Türkiye’nin itibarı düşünce, bu iddialar iltifat gördü. ASALA isimli bir terör teşkilatı, Türk diplomatlarına suikastler tertipledi. Ama bu teşkilat, suikastleriyle Batılıları da rencide etmeye başlayınca, sempatiyi kaybetti. MOSSAD’ın yardımıyla Türkiye bu teşkilatı tasfiye etti.

Mesele, Batı’nın her sene Türkiye’yi dürtmek için gündeme getirdiği, Türkiye’nin de (Ermenilerden hoşlanmayan) dünya Yahudi lobisine para dağıtarak savmaya çalıştığı bir kör döğüşüne dönüştü.



1919 Divan-ı Harbî

Adlî Dosya

Her ne kadar bu vesileyle yaşanan acıları inkâr etmek veya görmezden gelmek ne kadar yanlışsa, bundan topyekûn bir halkı mesul tutmak da haksızlıktır. Zira jenosit, II. Cihan Harbi’nden sonra kabul edilmiş bir suç olup, hukuk kaideleri geriye yürümediği gibi, milletlerarası hukukta jenosit, ferdî bir suç olarak kabul edilir.

Lozan Antlaşması’nda, Osmanlı ülkesinden sürgün edilen halkların geri dönüşü ve malî kayıplarını talep etmek üzere 1 yıl müddet verilmiştir. Bu zaman zarfında, kimse tazminat ve dönüş için müracaat etmemiş veya edememiştir. Meselenin içtimaî ve malî dosyası da böylece kapanmıştır.

Recep Tayyib Erdoğan, TC’nin başbakanı sıfatıyla tehcirin 100. yıldönümüne bir sene kala, 23 Nisan 2014’te Ermenice dâhil 9 lisanda, tehcir tabirini kullanarak “gayrı insanî neticeler doğuran bir hâdise” diye vasıflandırmış ve hayatını kaybedenlerin torunlarına başsağlığı dilemiştir. Türkiye’nin hukukun üniversel değerleriyle uyumlu her çeşit düşünceye olgunlukla yaklaşması gerektiğinin altını çizerek bu hâdiselerin Türkiye düşmanlığı için bir bahane olarak kullanılmasını istemediğini söylemiştir. Bazı kesimlerde hayret ve bazılarında da reaksiyon uyandıran bu taziye mesajı yakın tarihte bir ilktir ve her sene tehcirin yıldönümünde tekrarlanmıştır.