TEKKELERİ KİM HAVAYA UÇURDU?

Müslüman Türk cemiyetini besleyen iki feyiz kaynağından biri olan tekkeler yeni devirde kapatılmış; böylece Batılılaşma programının tatbiki kolaylaşmıştır.
17 Şubat 2020 Pazartesi
17.02.2020

Düzgün ve sıhhatli bir Müslüman cemiyetinin inşaında, medreselerle beraber tekkelerin çok hizmeti geçmiştir. Türkler, yerleştikleri her şehirde, hatta köyde, evvela mabed, ardından medrese ve tekke kurup, herkese İslâmiyetin güzel ahlâkını göstermeyi şiar edinmiştir.

Bunların hepsi vakıf olup, burada faaliyet gösteren şeyh ve müritler, tarla ekip mahsul alan, hayvan besleyen, bir zenaatla uğraşan, helal kazançları ile hem tekkenin idamesini temin eden, hem de fakirlere yardım eden mesuliyet sahibi zatlardır.

İmam Mâlik’in “Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan sapık olur. Her ikisini edinen, hakikate varır” sözü meşhurdur. İmam Ebu Hanîfe, İmam Şâfiî gibi fıkıh öncüleri, tasavvuftan da behredar olmuştur.

Köylere kadar yayılmış medreselerde, hâline münasip bir mikdar dinini doğru olarak öğrenen Müslüman; her köşe başında arz-ı endam eden tekkelerden birine devam ederek imanın vicdanîleşmesi için uğraşırdı. Beyler, paşalar, vezirler, hatta padişahlar bile, evliyanın önüne diz çöküp boyun bükerek feyiz almak istemiştir. Bugün herkesi hayran bırakan Osmanlı terbiyesinin esasını tasavvuf ve tekkeler teşkil eder.

Samiha Ayverdi der ki: “1925 senesine kadar yalnız İstanbul'da 365 dergah vardı. Bunların mensupları en az ellişer kişi olsa 18.250 ederdi. Bu insanların da gene en az ailelerinden, akraba ve çevrelerinden beşer sempatizanı bulunmuş olsa; 91.250 aded olurdu. İstanbul’un nüfusu sekiz yüz bin civarında olduğuna göre, demek ki şehrin sekizde biri manevi sigortaya sahip ve muhitinde şerde değil hayırda örnek olan bir tasfiye cihazı gibi idi. İşte bu sağlam ve güvenilir kütleden çevresine sızan müspet ve uyarıcı hava, cemiyetin hayvanî ve kirli meyillerine, şer ve şekavet arzularına sed çekip dur diyebilen bir emniyet ve güven bölgesi teşkil etmiş bulunuyordu.” (Ne İdik Ne Olduk, 104)


Bosna Blagay Nakşî Tekkesi

Osmanlılar zamanında tekkeler sınıf şuuru çerçevesinde birbirini murakabe ettiği gibi, hükümet de ehil olmayanların tekkelerin başına geçmesine mâni olurdu. XVII. asırda ham sofu kaba yobaz birkaç vâizin başlattığı Kâdızâdeliler hareketi, tekkelerin tacizi ve halkın isyana tahrikiyle neticelendi. Hükümetin buna cevabı, sert oldu.

Sultan II. Mahmud zamanında kurulan ve muhtariyeti haiz Meclis-i Meşâyih, tekkelerin otokontrol mercii idi. İttihatçılar, bu meclisi ele geçirerek, tekkeleri kendi menfaatleri istikametinde kullanmaya çalışmıştır.

Bâtınîler tekkelerde

Moğol valisi Hülâgu’nun birlikleri, 1256’da Bâtınîlerin merkezi olan Alamut’u yerle bir etti; fedaileri imha etti. Kaçabilenler Azerbaycan ve Anadolu’ya gelerek cahil halk arasında Hurûfîlik adıyla yeni Bâtınîlik inancını yaydılar. Zamanla evvela Bektaşî; ardından da başta Melâmî ve Mevlevî olmak üzere diğer tekkelere sızdılar.

Yeniçeri Ocağı’nı ve bununla organik bağı sebebiyle Bektaşî tekkelerini kapattığından dolayı kendisini “Gâvur Padişah” diye anan Bektaşî babalarını, Sultan II. Mahmud,  tashih-i akâid (itikat düzeltmek) için Birgi, Hâdım gibi ilim merkezlerine sürgün etti. Tekkeleri, vakıf hukuku gereğince, tarihi silsile itibariyle en yakın tarikat olan Nakşibendîlere verildi. Bu hâdise, Bektaşîlerin, Nakşîlere karşı kin duymasına sebep oldu. İttihatçılar devrinde, intikamlarını korkunç bir şekilde aldılar. Talat Paşa, Bektaşi idi.


Havaya uçurulan feyiz menbaları

Yeni rejim, dinin zâhirîni öğreten ve koruyan medreseler ile maneviyatını öğreten ve yaşatan tekkeleri hasım addetmiş; bunları ortadan kaldırmadıkça inkılapların yerleşemeyeceğini idrak etmiştir. Tek parti hükümeti, cemiyetin ruhunu besleyen iki mühim feyiz menbaını havaya uçurduktan sonra, Batılılaşma programını çok daha kolay tatbik imkânı bulmuştur.

30/XI/1925 tarih ve 677 sayılı Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine (Kapatılmasına) ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgâsına Dair Kanun ile tekkeler kapatılmış; tarikatlar ve tasavvuf yasaklanarak, yeraltına inen mensuplarına ciddi takip getirilmiştir. Padişah türbeleri bile kapatılarak harabiyete terkedilmiştir. Halkçılık, bütün sivil cemiyetlerin kapatılarak, halkın tek parti içinde çalışması demektir.

Şeyh ve ailesinin tekkelerin meşrutasında kayd-ı hayat şartıyla oturmasına izin verilmiştir. Halbuki bu tekkelerin hemen hepsi vakıf olup, vakfın hükümlerini kimsenin değiştirememesi hukukun umumi prensibi iken, çoğu hususi mülkiyete geçirilip yağma edilmiş, pek azı cami meşrutası (lojmanı) olarak kullanılmıştır.

Sonradan aslî hüviyetini kaybeden bazı tekkelere folklorik olarak izin verilmiş; hatta devlet erkânı bile hususi günlerde burada arz-ı endam ederken; basit müslümanlar tarikatçılık ithamıyla takibata tâbi tutulmuştur. Bir Hıristiyanlık tarikatı olan Masonluk, İnönü devrinde serbest bırakılmış; Müslüman tekkeleri kilitli kalmaya devam etmiştir.

Boş mekânları kapattılar

Nakşî meşayihinden Seyyid Abdülhakim Arvasî’nin, tekkelerin kapatılmasından az evvel söylediği şu sözler dikkat çekicidir: “Bir zamandır şeriatin alâmetleri gizlenmiş ve tarikatın ana caddesi boşalmıştır. Kâfir nefis her yeri istilâ ve şeyta­nın ordusu her tarafta hükmünü icra etmektedir. Tasavvufun manası bozuldu; ismi kaldı. Erkânı kırıldı, resmi kaldı. Belki de ismi ve resmi de değişikliğe uğradı. Ehli olma­yanlar, tasavvufu, yaldızlı kalp para gibi görürler. Tasavvuf ise hakikatlerin madenidir.”

“İstanbul’a geldiğimde (1919) bid’at karışmamış tekke kalmamış gibiydi” buyuran Abdülhakîm Efendi; tekkeler kapatıldığında, “Boş mekânları kapattılar. İlim ve tarikat avamın, nâehillerin eline düştü. Tarikat işi bitti; ancak muhabbet ve muhiblik bâkidir” diyerek, tekke ve medreselerin kapanmasını, kader-i ilahiyye çerçevesinde değerlendirmiştir. Bid’at, dine, tasavvufa sonradan sokulan şey demektir.

Demek ki, sil­sileye bağlılığı kat’î ve ehil bir mürşid tarafından meşru bir tekkede usul ve erkânına tam uygun seyrü sülûk yaparak velâyet-i hâssayı (hususi evliyalığı) elde etme imkânı, siyasî ve içtimaî sebeplerle ortadan kalkmıştır. Ama itikadı düzeltip farz ve nafileleri yerine getirip zikr-i ilahî ile meşgul olduktan başka bir Allah dos­tuna muhabbet edip ondan feyz almak suretiyle velâyet-i âmmeye (umumi evliyalığa) erişmek mümkündür. Bunun için tekkeye lüzum yoktur.

Mürşid-i kâmil-i mükemmil, ilimde ictihad; tasavvufta velâyet-i hâssa-ı Muhammediyye mertebesinde bulunmalıdır ki, hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırabilsin. Mukayyed halife ise, ancak mürşidi arada oldukça fa­aliyette bulunabilir. Her şeyi mürşidine arzederek yapar. Tek başına iş gö­remez. Şeyhinin vefatından sonra da onun usulünden dışarı çıkamaz. Mürşid-i kâmil (kemale gelmiş) olsa bile, mükemmil (kemale getirici) değildir.

Bir de sefir vardır ki, bu zamanda mecâzen halife deniyor. Tarikat iş­lerinin tamamında emre tâbidir. Kendi görüşüne hiçbir şey verilemez. Ancak zikr telkini ve hatm-i hâcegân yaptırabilir. İmparatorluğun son zamanlarında ve cumhuriyet devrindeki tekke şeyhlerinin çoğu böyle idi.


Karabaş Dergâhı Divanhanesi

Evliya nereden yetişecek?

Bu nakıs hali ile köklü ananelerinin yardımıyla bile iyi-kötü insanlara hizmet ediyordu. İtikadı düzgün, ibadetini yapan insanlar hep bir tarikata mensuptu. Karababa Dergâhı şeyhi Ahmed Yivlik Baba’nın anlattığına göre, Bakırköy tımarhanesi baştabibi Dr. Mazhar Osman, İnönü’ye der ki: “Paşam hastanede yer kalmadı. Bunların çoğu bizlik değil. Tekkeleri kapattınız; hastaları çoğalttınız. Bari bu şeyh efendileri bize verseniz; hastaların dörtte üçü iyileşir.” İnönü; “Ne bunu sen söylemiş ol, ne de biz bunu duymuş olalım” diyerek meseleyi kesip atar.

“Efendim tekke­ler kapatıldı. Evliyâ nereden yetişecek?” şeklinde vâki sualine karşı Abdülhakîm Arvasî, “Şimdi alnı secdeye gelenler, zamanın evliyâsıdır” cevabını vermiştir. Hakkıyla namaz kılmak da, herkesin harcı değildir.

Tasavvuf için mutlaka bir tekkeye lüzum olmadığına göre, bu münasebetle Ahmed Celâleddin Dede şu kıtayı söylemiştir:

Âsumandır kubbesi, hep ahterân âvizesi,

En ziya-bahşâ kanâdili, güneşle mâhdır.

Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak,

Cümle mevcûdât zâkir, kâinât dergâhtır.

Ne Hind, ne Yunan!

İlk zamanlarda tasavvuf faaliyetleri için hususî mekânlar yoktu. Müslüman cemiyetin çeşitli cihetlerden inkişafıyla, nasıl tedrisat, câmilerden, medreselere intikal ettiyse; tasavvuf faaliyetleri için de muayyen mekânlar teşekkül etmiştir.

Tekke, zâviye, dergâh ve hângâh birbirinin yerine kullanılmış olsa da aralarında fark vardır. Tekke (tekye), Arapça “sırtını dayamak” kökünden gelir. Bunun muadili olan Farsça dergâh, “kapı mahalli, kapılanan yer” demektir. İlk tekke VIII. asırda Remle’de Ebu Hâşim Sôfî için yaptırılmıştır.

Zâviye, Arapça “ibadet için çekilinen köşe” manasına gelir. Burada şeyh bulunmaz; dervişler kalır; tarikatın diğer mensupları muayyen zamanlarda bir araya gelerek tarikat âyinlerini icra ederler. Misafirhane manasına hângâh, Farsça bir tabirdir. Tarikatın merkez tekkesi için kullanılır. Buna âsitâne de denir ki Farsça “eşik” demektir.

Tekkenin başında şeyh bulunur. Silsilesi ta Resulullah’a kadar uzanan bir şeyh tarafından o tarikatın usullerine göre kendisine başkalarını irşad etme salahiyeti verilen zattır. Böyle olmayan biri, başkasını irşad edemez, ilahi yolu gösteremez. Şeyhin, başkalarını irşad etme salahiyeti tanıdığı çok sayıda halifesi olabilir. Bunlardan biri merkez tekkede faaliyet gösterir ki postnişin diye anılır.

Tasavvuf, Asr-ı saadetten beri var olan bir disiplindir. Hind veya Yunan felsefesinden gelmiş değildir. Bunlarda da benzeri bulunabilir; ama İslâm tasavvufu mana ve şekil cihetiyle çok farklıdır.

Şah Veliyyullah Dehlevî’nin de beyan ettiği üzere, Resulullah aleyhisselâmın üç çeşit vazifesi vardı. Birincisi dinin emirlerini insanlara anlatmak (tebliğ). İkincisi bunları icabında zorla yaptırmak (saltanat). Üçüncüsü bu hükümleri dileyenlerin kalbine akıtmak (irşad).

Resulullah’tan sonra raşit halifelerden her biri, bu 3 vazifeyi tam olarak yaptı. 30 yılın sonlarında fitneler ve bid’atler çoğaldı. İslâmiyet üç kıtaya yayıldı. Peygamberlik nuru, yeryüzünden uzaklaştı. Sahabe azaldı. Bu 3 vazifeyi, bir kişi yapamaz oldu.

Bu 3 vazife, 3 sınıfa ayrıldı. Tebliğ vazifesi, din imamlarına, yani müçtehitlere verildi. Saltanat işini ise halifeler üstlendi. İrşad, yani dileyen Müslümanları, Kur'an-ı kerimin manevi ahkâmına kavuşturmak, tasavvuf büyüklerine verildi.

Bir tarikata intisap etmek kolay değildir. Bunun için bazı şartlar aranır. Bu şartları haiz olup, şeyh tarafından kabul edilen kişiye mürid (şeyhin irşadını irade eden) veya derviş denir ki Farsça’da “dünya malından yüz çeviren” manasına diriguş’dan gelir. Arapça ve sair lisanlara geçmiştir.

Şeyhin tekkede oturması şart değildir. Burada talebeleri yetiştirir. Onların halleriyle meşgul olur. Tarikatın rutin âyinlerini icra eder. Sohbet eder. Misafir kabul eder. Tasavvufun esası zikr olduğuna göre, toplu veya ferdî, hafî veya cehrî zikr, tarikatın esas ritüelidir. Sohbet ve râbıta (şeyhini hatırlamak) da, dervişlerin yetiştirilmesinde çok mühim bir rol oynar.

Tekkeler, her hâliyle bir edep ve terbiye merkezidir. Bilhassa divanhane denilen salona asılmış levhalar, sanat eseri olduğu kadar; birer irşad vasıtasıdır. Bunlardan biri, umumiyetle tekke pirinin isminin istiflenmiş hâli olur; bakan, onu hatırlar. Hadis-i şerifte geldiği üzere, “Allah adamlarını görenler, Allah’ı hatırlar”.

“Edeb Ya Hû” gibi tasavvuf kültürüne yakışır levhalara tekkelerde daha çok rastlanır. Çünki “Hiçbir bî-edeb, vâsıl-ı ilallah olamaz”.  Bağdadlı Rûhî’nin,

Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der!

Dün tekkeye vardı, bugün üstâd olayım der! beyiti dervişe sabrı öğretir.