Kim demiş Sultan Fatih tefsir bilmezdi diye!
HUZUR DERSLERİ

Osmanlı sarayında her Ramazan ayında âlimler toplanıp tefsir dersleri icra edilirdi. Padişah ve saray erkânı, dizlerinin üzerinde hürmetle dinlerdi.
18 Mayıs 2020 Pazartesi
18.05.2020

Osmanlı sarayında her Ramazan ayında âlimler toplanıp tefsir dersleri icra edilirdi. Padişah ve saray erkânı, dizlerinin üzerinde hürmetle dinlerdi.

Geçenlerde bir din adamı, Sultan Fatih hakkında, “Bu kadar lisan öğreneceğine, tefsir okusaydı” demiş. Bu vahim söz, ya bir cehlin, ya da bir garezin ifadesi olsa gerektir. Bir hükümdar için ecnebi lisan ile tefsir bilmenin hangisinin daha lüzumlu olduğu bir yana, ecnebi lisan öğrenmek, dinin emridir. “Kim bir kavmin lisanını öğrenirse, hilesinden emin olur” hadis-i şeriftir.

Kur’an’ın emirlerinin özü Allah’a kulluk etmek olduğuna göre, ilmihalini bilen, Kur’an’ın manasını da öğrenmiş demektir. En iyi tefsir, fıkıh kitaplarıdır. Osmanlı hükümdarlarının hepsi dinini iyi bilen sâlih zâtlardı.

Hele Sultan Fatih’in her ilimde olduğu gibi, dini ilimlerde de mertebesi yüksekti. Âlimlerle sohbeti severdi. Bir sefer esnasında Molla Hüsameddin’e, “Ey iman edenler, iman ediniz” mealindeki âyet-i kerimenin (Nisâ: 136) manasını sormuş; hocası da “Kösler cevap veriyor hünkârım” demiş ve elbette Padişah bunu anlamıştı. Kösler, düm düm der. Düm, Arapça “Devam et!” demektir. Şu halde âyet-i kerimenin tefsiri, “Ey iman edenler, imanınızda daim olunuz, imandan ayrılmayınız” şeklindedir.

Bohçada ne var?

Sarayda padişah huzurunda zaman zaman ulemanın toplanıp bazı âyet-i kerimelerin tefsir edilmesi an’anesi, Atâ Bey tarihine nazaran, Osman Gazi devrine dek ulaşır. Sultan III. Mustafa 1758’de buna daimi ve resmi bir nizam vermiştir. Buna göre Ramazan ayının ilk gününden itibaren haftada iki defa padişah huzurunda ders yapılacaktı. Ulema arasında mümtaz bir yeri olan Kadı Beydâvî tefsirinden birkaç âyet-i kerime seçilip tefsir olunacaktır. Bu sebeple Huzur Dersleri adı verilmiştir.

Her derste bir mukarrir ve umumiyetle 13-15 muhatap bulunur. Bunlar, Şeyhülislâmlık tarafından zamanın ileri gelen âlimleri arasından kıdeme göre seçilir. Her derste mukarrir ve muhataplar başkadır. Mukarrir, dersi takrir eden, anlatan demektir. Sarayda evvelce yapılan derslerde mukarrir ve muhatap olmayıp, sadece bir âlimin padişah huzurunda yaptığı tefsir dinlendiğinden, bunlara hakiki manada huzur dersi denemez.

Bunlar sarayın salonlarından birinde, önlerinde birer rahle olduğu halde minderde otururlar. Dersler öğle ile ikindi arasında cereyan eder ve iki saat kadar sürer. Derslere, şehzadeler ve rical-i devletten de davet edilenler hazır bulunur.

Mukarrir, tefsirden seçilen âyet-i kerimeyi anlatır. Muhataplar da buna dair sualler sorar. Böylece ders bir münazara halini alır. Ancak sualler mukarriri müşkülata düşürecek, onu sıkıştıracak tarzda değil; herkesin istifade edeceği meseleler üzerine olur. Padişah “kâfi” diyene kadar sualler devam eder. Mukarririn ettiği dua ile ders biter.

Padişah, ders bitişinde hocalara iltifat eder; bilhassa mukarrirleri takdir edecek okşayıcı sözler söyler. Mukarrire, muhataplardan daha fazla olmak üzere padişah kesesinden atiyye ve birer de bohça verilir. Bohçada bir top çuha, iki top kumaş, bir de şal bulunur.


Son halife Abdülmecid Efendi'nin katıldığı huzur dersi

Taltif vesilesi

Âyet-i kerimeler zamanın ve zeminin icabına göre hassaten seçilir. Sultan III. Ahmed zamanında yapılan bir huzur dersinde, ordu seferde bulunduğu için, derste tefeülen (bereket umularak) Fetih suresinin “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik” meâlindeki ilk âyet-i kerimesi takrir olunmuştu. Sultan III. Mustafa’nın tanziminden sonraki ilk huzur dersinde “Ey iman edenler; adaleti ayakta tutun” mealindeki şümullü âyet-i kerime (Nisâ: 135) takrir edilmişti.

Sultan II. Mahmud huzurunda yapılan bir derste, “Ey iman edenler! Sabredin; düşman karşısında sebat gösterin; cihad için hazırlıklı ve uyanık bulunun; Allah'tan korkun ki kurtulasınız” meâlindeki âyet-i kerimenin (Âlü İmrân: 200), yeni teşkil edilen orduya izafeten tefsir olunması münasip iken, hoca efendileri ibarede geçen vav, atıf mıdır, hâliye midir gibi o meclise gerekmeyen bir gramer münazarasına girişince, padişah sıkılıp dersi bitirmiştir.

Huzur dersleri, ulema için bir teşvik ve taltif vesilesiydi. Padişahlar bu vesileyle hem ilme olan rağbetlerini gösteriyor; hem de ulemayı ve ilim yolcularını teşvik ediyorlardı. Cevdet Paşa tarihinde, Sultan III. Selim zamanındaki huzur dersleri anlatılırken deniyor ki, o zaman seferler sebebiyle her çeşit atiyyenin mikdarı düşmüş iken, padişah ilme ve âlimlere olan teveccühünü göstermek için bunlara verilen ihsanı 100’er kuruşa çıkartmıştı.

Sadrazam soruyor

Sultan Hamid devrinde huzur dersleri Ramazan ayının ilk sekiz gününde her gün Yıldız Sarayı’ndaki Çit Kasrı’nda icra olunurdu. Padişah, ders müddetince hafifçe yüksek bir yerde dizleri üstünde otururdu. Mabeyn ve kitabet dairesinin büyükleri salona bitişik odada derse iştirak ederdi. 

Vezir ve müşirlerden de davet edilenler olurdu. Padişah, şehzadelerin de derse iştirakini hassaten isterdi. Hazirun ile mukarrirler arasında da sual ve cevap teatisi olurdu. Hatta Sadrazam Tunuslu Hayreddin Paşa ile bir mukarrir arasında uzun bir konuşma cereyan etmişti.

Hurafe kitabı

Sultan Reşad devrindeki huzur dersleri Dolmabahçe Sarayı’nın Zülvecheyn denilen simetrik salonunda ikindiden sonra icra olunurdu. Bu dersleri harem halkı kafes arkasından dinlerdi. Mukarrirler siyah; muhataplar ise mavi cüppe giyerdi.  Derse iştirak edecek hocalar Saray’a gitmeden evvel Dolmabahçe Camii’nde toplanıp tecrübe yapardı. İkindi kılındıktan sonra alay ile vakur bir şekilde Saray’a geçilirdi.

Bu dersleri kendi üslup ve meşrebine göre burun kıvırarak anlatan Başkâtip Halid Ziya (Uşaklıgil), Avrupa’daki filozofların nutukları gibi bir şey beklediği bu derslerden sukut-i hayale uğradığını söyler; derslerde zaman zaman müracaat edilen ve İslâm âleminden Kur'an-ı kerimden sonra en sahih ve muteber tutulmuş hadis kitabı olan Buhari-i Şerif’i uydurma hadislere istinad eden hurafe kitabı olarak tavsif eder. Bu âlimlere verilen mütevazı hediyeleri ise -Cevdet Paşa’nın aksine- hazine-i hassa için bir yük olarak görür.


Son halife Abdülmecid Efendi'nin katıldığı huzur dersi

Ve son ders!

Son zamanlarda bu derslere iştirak eden zevat, bütün devlet mekanizmasının tamamındaki düşüşe paralel olarak, eski parlak şahsiyetler gibi değildi.  Müderris Debreli Vildan Faik Efendi, bu dersleri el-Mevâizü’l-Hisan adıyla kitap haline getirmiştir. Ebulula Mardin’in Huzur Dersleri kitabı Latin harfleriyledir.

Son huzur dersleri Halife Abdülmecid Efendi tarafından Nisan 1923’e tesadüf eden 1341 senesi Ramazan ayında Dolmabahçe Sarayı’nda icra olunmuştur. Hilafetin ilgası ile beraber, Osmanlı tarihinin en eski an’anelerinden birisi de tarihe karışmıştır.

Bu tefsir başka tefsir

Dolmabahçe Sarayı yeni devirde de bazı tefsir hadiselerine şahit olmuştu. Ama başka bir vecihle… Türkçe ibadetin öncülerinden Sultanselim İmamı Ali Rıza Sağman ve Sadeddin Kaynak anlatıyor:

1931 Ramazan ayından itibaren birkaç meşhur hafız Dolmabahçe Sarayı’na çağrıldık. Gazi elimize [Cemil Said’in Fransızca’dan yaptığı] birer Kur’an tercümesi verdi ve inkılabın son merhalesi olarak bunu camilerde okumamızı emretti. Bir gece işaretli bir yeri [Nisa: 27] Hafız Sadeddin’e okuttu.

Orada “İki hemşireyi nikâh etmeyiniz. Bir emr-i vâki olmuş ise, Allah gafur ve rahimdir” yazıyordu. Gazi, “Konya’ya git, orada karının hemşiresini bilmeden al, sonra da bir emri vaki oldu, Allah gafur ve rahimdir de ha! Bu bir hezeyandır” dedi. Herkes derin bir sükût ve acı bir korkuya düştü. Hafız cesaretle ayağa kalkıp, “Efendim burası yanlış tercüme edilmiştir, asıl tercümesi şöyledir…” deyip bunun İslâmiyetten evvelki evlenmeler hakkında olduğunu anlattıysa da, Gazi kani olmadı, mesele kapandı.

O diyordu ki, “Türk, bu kitabın arkasından koşuyor. Fakat onun ne dediğini anlamıyor, bilmeden tapınıyor. Evet ben de bilirim ki insan dinsiz olmaz. Fakat Türkün dini tabiattır.” Ertesi gece Hafız’a “Senin dediğin doğru imiş. Bu işi bırakalım” dedi. (Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, V/1953-1954; Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, C. 1, s. 2/352)

Gazi gittiği yerlerde hocalarla dini bahisler açıp, verdikleri cevaplardan tatmin olmayınca onları istihfaf ederdi. Bir defasında Vettiyni vezzeytuni âyet-i kerimesinin manasını sordu. Hocalar “İncir ve zeytine andolsun ki” diye mana verdiler; birindeki kesrete, diğerindeki vahdete dikkat çektiler. Ama Gazi ikna olmadığını açıkça beyan etti ve bunun Kur’an’ın tercümesine olan lüzumu gösterdiğine dikkat çekti.” (Ergin, V/1999-2003)

Kâzım Karabekir anlatıyor: 14 Ağustos’ta heyet-i ilmiye şerefine Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde, M. Kemal Paşa heyet-i ilmiyenin şimdiye kadarki mesaisi ile ilgili görünmeyerek “Kur’an’ı Türkçeye aynen tercüme” arzusunu ortaya attı ve şöyle dedi: “Evet Karabekir, Arap oğlunun yâvelerini (saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için Kurân’ı Türkçeye çevirttireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler...” (Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, s. 154)

Kur’an tefsiri meselesi de böylece ortaya çıkmıştır. 1925 senesinde Kur’an’ın tercümesi Mehmed Âkif’e, tefsiri de Hamdi Yazır’a havale edildi; noterde imzalanan mukaveleye göre her birine Diyanet bütçesinden 12 bin lira da ücret tahakkuk ettirildi. Âkif bitiremeyince, tercüme işi de Yazır’a verildi; böylece Hak Dini Kur’an Dili adlı kitabın ilk cildi 1935’te basıldı (Diyanet İslâm Ansiklopedisi). Gazi’nin parasını cebinden verip Kur’an tefsiri bastırdığı sözünün aslı budur.

Nitekim 30 Kasım 1929’da Vossische Zeitung muhabirine verdiği beyanatta, “Âhiren [son olarak] Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa Türkçe’ye tercüme ediliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın [Sahih-i Buharî’nin] tercüme edilmesi için de emir verdim. Halk, tekerrür etmekte bulunan bir şey mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işleri olmadığını bilsinler. (Camilerin kapanmasına hiçbir kimse taraftar olmamasına rağmen, bunların bu suretle boş kalmasına taaccüp ediyor musunuz? sualine:) Türk yalnız tabiatı takdis eder. Takdise lâyık ancak cemiyet-i beşeriyenin reisi olan kimsedir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri - 1919-1938)