HAREM AŞK YUVASI DEĞİL, BİR MEKTEP İDİ...

Harem, kızlara lüzumlu ve faydalı malumatın verildiği, görgü kazandırıldığı bir irfan yuvasıdır. Avrupa elitlerinin kızlarını gönderdiği leydiler mektebinin bir benzeridir.
14 Mart 2016 Pazartesi
14.03.2016

Şehirde olsun, köyde olsun her Osmanlı evi, harem ve selâmlık olmak üzere iki kısımdan teşekkül eder. Harem, hanımların yaşadığı ve sadece bu kadınların mahremi olan erkeklerin girebildiği kısımdır. Selâmlık ise, erkek misafirlerin ağırlandığı yerdir.

Harem tabiri, hürmet, mahrem, haram kelimeleriyle aynı köktendir. “Yabancıların girmesi haram olan yer” demektir.  Sarayda da harem bulunur. Burası padişahın rezidansıdır. Padişah ve şehzâdeler, anneleri, hanımları ve çocukları ile beraber burada yaşar. Her evde olduğu gibi harem-i hümâyunda da hizmet etmek üzere câriyeler de vardır.


Mekteb-i Duhterân

Saraya alınan câriyelere, önce ciddi bir tahsil ve terbiye verilir. Oturmasını, kalkmasını, konuşmasını, dinî bilgileri, okuyup yazmayı, hesap yapmayı, dikiş dikmeyi öğrenir. Sarayın içinde yer alan, zeki ve istidatlı gençlerin devlet adamı olmak üzere yetiştirildiği Enderun kadar sistemli olmasa da, burası bir mekteb-i duhterân, yani kızlar mektebidir.

Bugünki mektepler gibi düşünülmemelidir. Kızlara lüzumlu ve faydalı malumatın verildiği, daha mühimi görgü kazandırıldığı bir irfan yuvasıdır. Avrupa elitlerinin kızlarını gönderdiği leydiler mektebinin bir benzeridir.  Kızın saraya elverişli olup olmadığı da burada belli olur.

Her dairenin kalfa ve ustası vardır. Bunların üst rütbeli ve nüfuzlusu, hazinedar ustadır. Valide sultan haremin başı ise de, hazinedar usta onun muavini, hatta haremin fiilî reisidir. Padişahın 4 mühründen biri hazinedar ustada bulunur. Maiyetinde 20 kadar hazinedar vardır. Bunları padişah seçer. Padişahın hususi dairesindeki hizmetini görür; emirlerini yerine getirir; mesajlarını iletir; merasimleri tanzim ederler. Gece de nöbetleşe vazife yaparlar. Her gerektiğinde padişahın huzuruna teklifsizce girebilen ender şahsiyetlerdendir.

Sarayda terbiye

“Sarayda terbiye edilemeyen, hiç bir yerde edilemez” sözü meşhurdur. Terbiye kabul etmeyen kız, sarayda bir an bile tutulmaz; hemen çıkarılır. Sarayda edeb ve teşrifat her şeyin önünde gelir. Edebinde, konuşmasında, ibadetinde eksiklik görülen biri sarayda barınamaz.

Tahsil ve terbiyesini tamamlayan acemi câriyeler, yerine ve ihtiyaca göre haremin muhtelif dairelerinde, hazinedar, çeşnigir, çamaşır, ibrikdar, berber, kahveci, kilerci, kutucu, külhancı, vekil, kethüdâ, kâtibe ve hastalar ustasının her birinin maiyetinde hizmet eder.

Câriye oldukları halde, kendilerine yevmiye ödenir. Ayrıca muayyen zamanlarda muntazam hediyeler verilir. Ancak masrafları olmadığı için bunu biriktirir, hayır ve hasenatta kullanırlar. 

Muayyen bir zaman sonra, enderun tahsilini bitiren gençlerden münasip biriyle evlendirilerek ‘çırak edilir’. Evlendikleri kişiler umumiyetle Enderun ağalarıdır. Son zamanlarda halktan kimselerle de evlendirilmiştir. Evlenmek istemeyen acemiler, sarayda kalıp terfi eder. Kalfalığa, nihayet ustalığa yükselebilir.

Saraylı Hanım

Evlenip çırak edilen bu “Saraylı Hanım”ların çok mühim bir içtimai fonskiyonu vardır. Sarayda aldıkları terbiyeyi halka aksettirir, halka rol modeli teşkil eder. Nezâket ve terbiyenin, saraydan İstanbul’a, oradan da bütün Osmanlı ülkesine yayıldığı söylenir; “Sarayda terbiye olmayan, hiçbir yerde olamaz!” denir.

Bu hanımlar güzellik, zarafet, nezaket, dindarlık, kültür ve terbiyelri ile halk içinde muazzam itibar görür; mahallelerde sıkıntısı olanların sığındığı, dertli olanların danıştığı, herkesin bereket umduğu birer merci mevkiindedir. Ayrıca saray ile halk arasında bir köprü vazifesi görür. Arada bir saraya gidip eski kapı yoldaşlarıyla oturup sohbet eder; onlara zeytinyağlı yemek yapıp götürür. (Sarayda zeytinyağlı pişmezdi çünki.) Kendisi de hediyesini alıp evine döner. Halkın ne konuşup düşündüğünü anlatır. Saray böylece halktan haberdar olur.

Musa Anter anlatıyor: “İstanbul'da beyaz bir saraylı hanımefendi vardı. Çerkezdi. Gördüğümde yetmişlikti ama birinci sınıf bir artist gibiydi. Vaktiyle Sultan Vahideddin’ine cariyelik yapmıştı. (Hazinedar olduğu anlaşılıyor.) İşte o hatun, İstanbul’da bir uğur perisi olmuştu. İnanılırdı ki saraylı hanım bir gece hangi evde yatsa, o eve bereket girer, işleri iyi gider, çocukları rahatlıkla imtihanlarını verir, hasta varsa iyileşir ve evin genç kız ve oğlanları mesut evlilikler yaparlarmış. Onun için saraylı hanım elden ele kaçırılıyordu.

Nihayet 1948’de Bağdat Caddesi’ne vasıl oldu. O vakit Bağdat Caddesi bugünkü gibi kalabalık değildi. Caddenin iki yanı konak ve köşklerle sıralı idi. Biz de Feneryolu’nda Murat Bedirhan Paşa’nın konağında kiracıyız. Saraylı hatun bir gece de bize vasıl oldu. Hanımlarla sohbet etti. Okudu, yendi, içildi. Ancak erkeklerle oturmazdı. Yalnız sabahleyin evden ayrılırken evin erkeği daha önce yıkanmış 100 parayı elini öpüp başına koyduktan sonra eline koyardı. Daha fazla para kabul etmezdi. Ben de aynı merasimi yaptım. Ancak parayı alınca bana söylediği şu sözü hiç unutmadım: ‘Oğlum vallahi para çok fenadır. Amma gözü kör olası lazım oluyor işte.’ Meğer o 100 parayı da travmaya bilet almak için alırmış. Hepsine rahmetler olsun. Esas insanlığın şehitleri bu köle ve cariyelerdir.” (Hatıralarım s. 313)

  

Ciddiyet..

Kanunî Sultan Süleyman’a kadar umumiyetle Anadolu ve Balkan beyliklerinden kız alan Osmanlı padişahları, zamanla bunların ortadan kalkmasıyla, küçük yaşta saraya alınıp yetiştirilen câriyelerle evlenmeyi tercih etmeye başladı. Bunun sebebi, câriyelerin, saray terbiyesiyle yetiştirilen güzel, zeki ve iyi huylu kızlar olması; ayrıca bazılarının padişaha hısımlık yoluyla devlet içinde nüfuz kazanmalarının önüne geçmek arzusudur.

Saray dışında yetişmiş bir kız, ne kadar iyi olursa olsun, saraya adapte olamaz. Saray âdetlerine uymak, buradaki zahiren şatafatlı, ama esasında zor hayata katlanamaz. Ayrıca padişahlar, Osmanlı hânedanından başka bir aristokrasinin teşekkülüne imkân vermek istememiştir. Bir de çok çocuğun dünyaya gelmesi, hânedanın bekası için lüzumludur. Câriyelerle yapılan evliliklerde, bu risk çok azdır. Çünki câriye ile evlenmede, hür kadınlarda olduğu gibi bir üst limit yoktur.

Padişahla evlenecek kız ve câriyelerin seçimi, haremin reisi olan vâlide sultana aittir. Bunları kendi dairesinde hususi terbiye eder. İcab ederse dışarıdan hocalar getirtilir. Valide sultan dairesi, acemi câriyelerin mektebinden daha üst seviyede tahsil ve terbiye verir. Şiir ve edebiyat, dini ilimler ve tarih öğretilir. Bunlar tahsilini bitirince, padişah veya şehzâde ile evlenir.

Padişahın harem câriyeleriyle alâkası büyük bir ciddiyet içinde cereyan eder. Bu kızlarla oturup zevk ve safa yapması vâki değildir. Hele câriyeleri yola dizip istediğinin önüne mendil atması, çırılçıplak soyup havuzda oynatması, sonra da seyrederek eğlenmesi gibi hâdiseler, Batılı roman yazarı ile ressamlarının uydurmasıdır. Gerçi câriyeler hür kadınlar gibi başlarını kollarını örtmeye mecbur değildir. Ama birbirlerine ve başkalarına karşı geri kalan yerlerini örtmeleri gerekir. Bununla beraber Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar, harem halkı ve câriyeler şer‘î tesettüre dikkat ederek, tam ferace ile sokağa çıkarlar; haremağaları da bunlara refakat ederdi.

İnsanlık icabı saraydaki câriyeler arasında kıskançlık cereyan edebilir. Ancak çok iyi yetiştirildikleri için buna her zaman hazırlıklıdır. Kıskançlık tabiî olmakla beraber, sarayda ayıp karşılanırdı. Câriyeler birbirine ‘hemşire’ veya ‘yoldaş’ diye hitap ederdi. Saray ile dışarının irtibatını da hadım zenci harem ağaları temin eder. Hareme odun alınacak, doktor gelecek, câriyeler mesireye çıkacak, bunlar hep harem ağasının mesuliyeti ve nezâreti altındadır.

 

Gönül bu...

İlk zamanlar saray câriyeleri Balkan asıllıydı. Sonra güzelliğiyle meşhur Ukraynalıların sayısı arttı. Bu kızlar harp ganimetlerinden padişahın hissesine düşer veya ecnebi hükümdarlarca hediye edilirdi. Fetihlerin azaldığı devirlerde Kırım Hanı’nın esir alıp İstanbul’a hediye gönderdiği câriyeler saraya alındı.

Fetihler tamamen durunca da esir tüccarlarından istifade edildi. XIX. asırda sarayda artık Kafkasyalı câriyeler ekseriyetteydi. Sultan Abdülmecid zamanında köle ticaretinin yasaklanmasıyla câriye sayısı çok azaldı. Bunun üzerine Anadolu’ya hicret etmiş olan Kafkasyalı ailelerin kızları küçük yaşta saraya alınıp terbiye edildi.

Sadece harem-i hümâyunda değil, Beyhan Sultan, Hadice Sultan, Âdile Sultan, Sâliha Sultan, Cemile Sultan gibi padişah kızlarının haremleri de, yüksek meziyetli câriyelerin yetiştirildiği birer mektep gibiydi. Sultanların, kendi kızları gibi yetiştirdiği bu câriyelere gönlünü kaptırıp evlenen padişah ve şehzâdeler vardır.

Saraya geldiklerinde câriyelere Dilfirib, Nazikeda, Gülruh, Mihrişah, Perestû gibi âhenkli isimler verilir. Hepsi güzel ve zeki hanımlardır. Güzel okuyup yazar; Kur’an-ı kerim ve ilmihaline vâkıftır; namazlı niyazlıdır; dikiş-nakışta mahirdir; edebiyattan anlar; şiir yazar; çok nâzik ve vakurdur; oturmasını kalkmasını iyi bilir ve güzel konuşur.

Son zamanlarda harem halkının çoğu Fransızca konuşup okuyabilirdi. Ecnebi moda mecmualarını bu lisanı bilen bir câriye okuyup tercüme eder; harem halkının fotoğraflarını, bu işi öğrenmiş bir başka câriye çekerdi. Padişah haremini tanıyanlar ve son zamanda sarayı ziyaret eden ecnebi misafirler hayranlıklarını gizlememişlerdir.

Hayaller ve Hakikatler

Haremde cereyan eden hâdiselerin mühim bir kısmı bilinmemektedir. Zira orada olanlar çok defa içerde kalır, hiçbir şekilde dışarı sızmazdı. Burada yaşayanlarda aranan en mühim vasıf ketum olmalarıydı. Bu sebeple değil gördüklerini kaleme almak, hatta çok defa anlatmaktan da çekinilirdi. (Sultan Vahideddin zamanında Topkapı Sarayı hazine katiplerinden İzzet Bey’in oğlu Sedat Kumbaracılar, babasından işittiklerini zaman zaman kaleme almış ve mecmualarda neşretmiştir. Mesela: Harem Hakkında Bilmediklerimiz,  Hayat Tarih Mecmuası, Ocak 1972, s. 40-44)

Hareme dair bilinenlerin çoğu, saray baltacılarından birinin anlattıklarına dayanır. Haremi ilk defa yazan vakanüvis Abdurrahman Şeref Bey, bu baltacı refakatinde sarayı gezmiş, kendisinden izahat almıştır. Hareme odun ve eşya nakleden baltacılar, haremağası refakatinde, cariyeler kapısından girer, işleri bitince aynı yoldan geri çıkarlardı.

Sarayın son baltacılarından olan bu Abdullah Ağa, hareme odun getirdiği zaman, haremağaları ile yoldaşlık esnasında hareme dair bir şeyler öğrenmişti. Fakat bu devir,  haremin ölü devriydi. Bir baltacı, odun taşıma müddetince haremağasından duyduklarıyla harem hakkında ne öğrenebilir? Köprülü Kütüphanesi’nde bulunan Risale-i Teberdariye fi Usul-i Aga-yı Darüssaade adlı yazma eser, saray baltacılarından Derviş Abdullah Ağa tarafından yazılmıştır. İçinde doğru olmak ihtimali bulunmayan rivayetler yer alır.

Harem ve haremağaları hakkındaki menfi kanaatin menbaı işte bu kitaptır. Bunun dışında gerek mahalli gerekse ecnebi yazarlar tarafından hareme dair yazılanlar, İstanbul halkı arasında dolaşan ve ekserisi eski saraylılardan işitilenlerin hayallerle tahrif edilmiş hâli olan dedikodulara dayanır.