BİR KADİR MISIROĞLU VARDI…

“Ben bir cihan imparatorluğunun vârisiyim. Daima Osmanlı kaldım ve onun müdafiiyim. Fesi de başımda buna dair bir tabela makamında taşıyorum”.
8 Mayıs 2019 Çarşamba
8.05.2019

“Ben bir cihan imparatorluğunun vârisiyim. Daima Osmanlı kaldım ve onun müdafiiyim. Fesi de başımda buna dair bir tabela makamında taşıyorum”.



Mâzinin canlı şâhidleri birer birer aramızdan çekiliyor. Eskiyi anlatacak zâtlar, giderek azalıyor. Bunlardan birisi de merhum Kadir Mısıroğlu Bey idi.

Onun için ilk söylenecek şey, hayatını, Ehl-i sünnet hizmetine ve yolun en şanlı müdafii olan Osmanlılara vakfetmiş olmasıdır. Yetiştiği devirlerde sağcısından solcusuna Osmanlı aleyhtarlığı modaydı. İdeolojik resmî tarih, olanca varlığıyla hüküm sürmekteydi. Mekteplerde böyle okutuluyordu. Kitaplar, romanlar, filmler hep bu istikamette hazırlanırdı. Tamam, insanların kurduğu bir sistemin kusurları bulunabilir. Ama hiç mi iyiliği olmaz? Bu, insaflı düşünen vicdanlı kimselerin hamiyet-i milliyesine dokunuyordu. Vatanını seven, ecdadına hürmet ve minnet duyan insanlarda hâsıl ettiği haklı bir reaksiyon vardı.

Bu gidişe dur diyen yok muydu? Tarihçi İsmail Hami Danişmend, Yılmaz Öztuna, Ziya Nur, şair Yahya Kemal, Necip Fazıl, gazeteci Osman Yüksel gibi temkinli bir şekilde mazinin hakkını vermeye çalışanlar vardı; ama tesirleri fazla değildi. İşte Kadir Mısıroğlu Bey’in kimseye benzemeyen reaksiyoner duruşu, tarih ve din kültürü, güçlü hitabeti yanında, doğru bildiğinden şaşmayan tavizsiz üslûbu, 50’lerle başlayan hürriyet vasatının da tesiriyle, insanlarda makes buldu. Bir manada hissiyatların tercümanı, vicdanların sesi oldu.

Heyecanlı Bir Ömür

Hayat hikâyesi malumdur. Daha lise günlerinden itibaren bir mücadelenin içine girmiş; 54’de hukuk tahsili için geldiği İstanbul’da talebe yurdu işletmiş; neşriyat ve konferanslarıyla mücadelesini kıyasıya sürdürmüştür. Burada hukukçuluğun yanında tarihçi hüviyeti ortaya çıkmıştır. 64’de Sebil Yayınevi’ni kurdu ve 76’da Sebil Mecmuası’nı çıkarttı. İlk bastırdığı eseri olan Lozan’ın 70’deki ikinci baskısı, 5816 sayılı kanun çerçevesinde toplatıldı ise de büyük sükse yaptı.

Aynı sene verdiği harf inkılabı hakkındaki konferansı sebebiyle örfî idarece 7 sene hapse mahkûm edildi; 1974 affıyla çıktı. 1976’da hem 5816 sayılı kanun hem de ceza kanununun meşhur 163.maddesi çerçevesinde açılan davadan kurtulmak için MSP’den namzet oldu; ama seçilemeyecek sıraya konulduğu için kazanamadı. İhtilal olunca Almanya’ya gitti; ailesine ikame alamayınca da İngiltere’ye yerleşti. Vatandaşlıktan tard edildi; mallarına el konuldu.

1991’de vatana dönebildi. Sebil Yayınevi’ni ihya ve ardından Osmanlılar Vakfı’nı kurdu. Son yıllarda hakkında şapka kanununa muhalefetten dava açıldığı gibi, geçen sene 5816 sayılı kanuna muhalefetten açılan dava devam ederken dâr-ı bekâya irtihal etti.

Ne işin var Ankara’da?

Onun yaptığı gibi yapmak belki herkes için mümkün değildir. Ama cesaretle hakkı müdafaa etmek, inandığı değerler uğrunda yılmadan mücadele etmek, her zaman takdire şayan bir şeydir. Bilhassa gençlikte insanlar daha heyecanlı olur. Haksızlığa hiç tahammülü yoktur. Bu sebeple daha ziyade gençler Kadir Mısıroğlu’nu kendilerine yakın buldular. O da mücadelesinde daha ziyade gençlere hitap etmeyi tercih etti. Böylece resmî tarih tasavvurunu tek başına sarsmaya muvaffak oldu.

Gençler, yakın tarihi merak ediyor; hiçbir şeyin anlatıldığı gibi olmadığını fark ediyor; ama kaynak bulmakta zorluk çekiyordu. Başta Lozan olmak üzere diğer eserleri bu boşluğu doldurma yolunda yardımcı oldu.

Osmanoğulları’nın Dramı adlı eseri gözyaşlarıyla okundu. O zamanlar henüz vatana girmelerine müsaade edilmeyen Osmanlı hanedanı aza ve mensuplarıyla görüşerek, onların acıklı hatıralarını naklederek benzersiz bir haksızlığa dikkat çekiyordu. Bu kitabı çok ses getirmiş; mükâfat almıştı.

Kitabı okuduktan hemen sonra İstanbul’a gidip kendisiyle tanıştım. Ahbap olduk. Gençlere ayrı bir alâka gösterirdi. Ankara’da oturduğumu söyleyince, “Olur mu, senin gibi birisi orada nasıl oturur?” demez mi… “Efendim Hacı Bayram Veli hazretlerinin komşusuyuz” diye cevap verdim. “Doğru söylüyorsun” dedi. Ondan sonra yurt dışına sürgüne gitti.

Tarihçilik sonra gelir

Hukukçu olmakla beraber, din adamlarının, ilahiyatçıların çoğundan fazla ve doğru dinî malumata sahipti. Her şey bir yana, kendisi evvelemirde Ehl-i sünnetin samimi sâliki ve müdâfii idi. “Kanuni devrinde yaşasaydık cihad sevabı almak için 6 ay at sırtında gidip harb etmemiz gerekirdi. Bugün sadece mahallende veya evinde birine namaz kılmayı öğretsen; Kur’an okumayı öğretsen, cihad sevabı alırsın. ‘Büyük İşler’ peşinde koşarken, aslolanı, ‘Küçük İşler’i ihmal etmeyin!” sözü, onun hayat telakkisinin özünü teşkil eder.

Sonra imanın rüknü olan Allah için hubb ve buğzda neredeyse emsali yoktu. Osmanlılara olan samimi muhabbeti ve onların hatırasına fedakârca hizmeti şiar edinmişti. Şöyle derdi: “Ben bir cihan imparatorluğunun vârisiyim. Daima Osmanlı kaldım ve onun müdafiiyim. Fesi de başımda buna dair bir tabela makamında taşıyorum”.

Aslına bakarsanız, Kadir Mısıroğlu’nu bu iki hasleti ifade eder. Sevenler bunlar için sevdi; sevmeyenler bunlar için sevmedi/sevemedi. Tarihçiliği -bence- sonra gelir.

Bununla beraber tarihçilikte kendince bir çığır açmış; bir ekol olmuştur. Tarihi vak’a bilmek olarak görmez; “Tarih bilmek, mesele bilmektir” derdi. Hâdiselerin içine hâkim olan sebepleri bilmek ve bunlarla netice arasında irtibat kurarak hayat ve istikbal için hüküm çıkarmak lâzım geldiğini söylerdi. Kitaplarında, zaman zaman mevzu bütünlüğünden ayrılır; okuyucuyu bilgilendirmek adına uzun istidradlar (ilâve bilgiler) yaparak mevzunun daha iyi anlaşılmasını temine çalışırdı. Hele dipnotların her biri bambaşka bilgilerle dolu olurdu. Yeri geldikçe hatıra ve nüktelerle, şiir ve tabirlerle anlattığını takviye ederdi. Öğretmekten ziyade şuurlandırmak maksadını taşıdığından, üslûbu umumiyetle idealist ve reaksiyoner idi.

Emsali çok kişide görülemeyen Türkçe ve İslâm harfleri hassasiyetine sahipti. Uydurukça kelime asla kullanmamak; gençleri de bundan siyânet için uğraşmak; sistemin empoze ettiği dejenere/deforme kültüre karşı çıkmak şiarı idi.  Bin Uydurma Kelimeyi Boykot adındaki küçük kitabı, lisan şuuru taşıyanlar için bir rehber olmuştur. İslâm Yazısına Dair küçük risalesi de böyledir. Başından fesini çıkartmadığı gibi, hususî hayatında da hep eski harfleri kullanmıştır. Lisan ve yazı davasına en çok onun hizmeti geçmiştir, denebilir.

Tanımadığı Yoktu

Kadir Mısıroğlu, ekseri İstanbul’da yaşadığı için, merak ve mizacının da yardımıyla, eski devrin son mümessillerine yetişmişti. Tanımadığı insan yoktu. Ali Fuad Başgil’den Osman Turan’a, İsmail Hami Danişmend’den Nihal Atsız’a, Şehzâde Şevket Efendi’den Ayşe Sultan’a, Nureddin Topçu’dan Fuad Şemsi’ye, Kıbrıslı Nâzım Efendi’den Dede Paşa’ya kadar... Onlarla beraber olmuş, hususi meclislerde kendilerini dinlemiş; mahrem hikâyelere kulak vermişti.

İlmin kaynağı, okumak, gezmek ve dinlemek derler ya, üçü de onda mevcuttu. Hepsiyle umumi veya hususi hatırası vardı. Herkes hakkında yakası açılmadık malumata sahipti. Benden Tarihe Haberler kitabında bu şahsiyetlerden çoğunu anlatmıştır. Ben bunu bir de Konya’da yazma eserler kütüphanesi müdürü merhum Lütfi İkiz Bey’de görmüştüm. Yakın tarihten bir isim söyleyin ve susun... Size ansiklopedik malumat yanında, o şahsın en bilinmeyen hususiyetlerini, en ince taraflarını sayar dökerdi.

Yeri gelmişken söyleyelim, Kadir Bey’in, bir kimsede küçücük de olsa bir ışık görmüşse, onun beşerî zaaflarına karşı müsamahası çoktu. Mizacı itibariyle ilm-i siyasete pek aldırmazdı ama, tasavvufî meşrebinin tesiriyle olsa gerek, zamanın tesirinde kalarak tuhaf yollar tutmuş insanlara acırdı. Şeref-i zâtî sahibi biri için, “Şöyle yaparmış” dediler de, “Benim yanımda yapmadı” diye cevap verdi.

Selâmı Kesenler

Sultan Vahideddin’in yaveri Tarık Mümtaz Bey ile damadı İsmail Hakkı Bey’in, ayrıca 2. meclisteki tek muhalif Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in bir devre ışık tutan hatıralarını neşretmesi çok mühim bir hizmet olmuştur. Dr. Rıza Nur’un Türkiye’de yasaklı olan hatıralarını orijinalleriyle beraber yurt dışında neşretmiştir. Mustafa Sabri Efendi’nin Dinî Müceddidler ve Meseleler kitaplarını neşrettiği gibi, onun din düşmanları ve modernistlerin iç yüzünü anlattığı Türkiye’de yasaklı meşhur Mevkıf kitabının, oğlu İbrahim Sabri Bey tarafından yapılmış tercümesini -İbrahim Bey’in vasiyetine uyarak- orijinal harfleriyle bastırmıştı. Bana son hediyesi bu kitap olmuştur.

Âkif ile alâkalı sıra dışı bir yazımda, merhum Ali Ulvi Bey’den Medine’de işittiğim bir hatırayı nakletmiştim. Buna tek şahid ben zannediyordum. O gün Kadir Bey beni aradı; gazetede okumuş. Aynı hatıraya kendisinin de şahid olduğunu söyledi. Sultan Hamid ile onun amansız muhalifi Âkif’i bir arada tutma garabetine karşı duruşu ile, bu şairin meddahı olan bir kesimi karşısına almış; hatta 50 senelik dostları selâmı sabahı kesmişlerdir. “Üstad, üstad” diye kendisini etekleyen bazıları, işlerine gelmeyen bir şey duyunca önce irşada kalkışır, beceremeyince de uzaklaşırlardı. Böyleleri cenazesine bile gitmediler.

Modernizm ve dinde reforma muhalefet onun en başta gelen işiydi. Benim İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı kitabımı çok beğenmiş; herkese tavsiye edip gençlere dağıtmıştı. Buradan ehem gördüğü yerleri de İslâmcı Gençliğin El Kitabı’nda uzun iktibas etmişti. Çevresinde hukuk, tarih ve ilahiyatta okuyan gençleri akademik cihetle yönlendirmem için bana gönderir; onlarla meşgul olmamı isterdi. Hep gençlik için uğraştı. Mesaisi, hep gençleri tevcih üzerine idi. Cenazesindeki kalabalığın da ekserinin genç olduğu görüldü.

Günahlarımı Siliyorlar

Üslûbu malumdu. Karadenizli olmasının da tesiriyle heyecanlı konuşurdu. Tesirli olması için mübalağalı söylerdi. Bazı sözleri de yanlış anlaşılırdı. Bunlara aldırmazdı. Hatta ok hedefini bulduğu için memnun olurdu. “Günahlarımı siliyorlar” derdi.  Onu doğru bildiğinden ayırmak neredeyse imkânsızdı; bildiğinden şaşmaz, inandığından taviz vermezdi. “İnsanları memnun etmek için konuşsam, günde 40 defa fırıldak gibi dönmem gerekir. Korkaklıktan dolayı ödenen bedel, aşırı cesaretten dolayı ödenenden kat be kat fazladır” derdi.

Kafa karıştırmayı severdi. Bunda bazen ifrata gittiği olurdu. Son zamanlarında hiç yeri yokken Salahaddin Eyyûbî ve Emir Timur hakkında tavrı, Marks, Stalin, Shakespeare üzerine beyanları çoklarını şaşkınlığa uğrattı. Tamam, Emir Timur, bugün Özbekistan’da tasvir edildiği gibi biri değil; hele bir mücahid değil; bir evliya hiç değil... Ama bilhassa eski tasavvuf tarihi kitapları, kendisini âlimlere hürmetkâr bir Müslüman olarak tasvir eder.

Salahaddin Eyyûbî’ye ise denecek bir şey yoktur. Tamam, Baybars ondan daha çok hizmet ettiği halde ismi anılmazken, Eyyûbî’nin –biraz da kendisini yakından tanıyan Avrupalıların tesiriyle- fazla tanındığı bir hakikattir. Ama bu onun bir İslâm mücâhidi olması hakikatini değiştirmez. Nureddin Zengi’nin dul zevcesini nikâh etmesi ise kusur değil, şer’î bir haktır.

Öte yandan gerek Sarıklı Mücahidler ile Yunan Mezalimi ve Moskof Mezâlimi gibi vaktiyle propaganda mahiyetinde basılan eserleri latin harfleriyle neşretmesi, gerekse Lozan kitabındaki bazı kısımlar (Patrikhane gibi), muhalifi olduğu tezi destekler mahiyetinde görülmüş ve bazılarını şaşırtmıştır. Muhtemelen bunlar, hususi bir milliyetçiliği empoze kaygısındaki derin devletin kendisini fazla hırpalamamasına vesile olmuştur.

Siyah-Beyaz

Kimse kimseyi sevmek, her fikrine iştirak etmek mecburiyetinde değildir. Ama samimiyet ve müktesebatına saygı göstermek mecburiyetindesiniz. Maalesef Şarkta insanlar her şeyi siyah veya beyaz görme temayülündedirler. İnsanları tasnif (kategorize) etmeyi severler. Sloganlar hoşlarına gider. Kadir Mısıroğlu da antikemalizmin sembolü olarak görülmüştür.

Muhalifleri, delile istinaden itiraz edeceklerine, hakareti tercih ettiler. Kendisine ciddi tek bir reddiye veya itiraz yapılmamıştır. Nitekim hazine-i fikriyesi boş olanların, bilgisi ve söyleyecek sözü bulunmayanların, belden aşağı vurmaktan, hakaret etmekten başka ellerinden bir şey gelmez.  “Memleketi Yunan işgal edeydi, tek partinin yaptıklarını yapamazdı” dedi de, duymadığı hakaret kalmadı.

Son zamanlarında hakkında söylenenlere Ali Nesin’in cevabı ibretliktir: “Sosyal medyada laikler tarafından yapılan sözüm ona espriler tüylerimi diken diken ediyor. Kadir Mısıroğlu bu ülkenin renklerinden biridir. Helal olsun adama, öldüğünde Allah gani gani rahmet eylesin!”

Söylenecek çok şey var

Kim ne derse desin renkli bir şahsiyetti. Babacandı, göründüğü gibi sert hiç değildi. Kâbil-i hitap olup, kendisine ulaşmak kolaydı. Edep dairesinde kendisine doğru bildiğim hususları söylemekten hiç çekinmemişimdir. O da hüsnü kabul göstermiştir. Ancak aptallığa ve aptalca sözlere hiç tahammülü yoktu. İki şeye çok karşıydı: Tükenmez kalem ve kot pantolon.

Vefatına kadar heyecan ve gayretinden hiçbir şey eksilmemiştir. Ömrünün sonuna doğru yakın dostu Osman Topbaş Bey’in arzusu üzerine birer İslâm Tarihi ve Osmanlı Tarihi kaleme aldı. “Aman bir cild olsun dediler ama, söyleyecek o kadar çok şey var ki…” diye yakınmıştı. Umumiyetle bizde yazılan İslâm tarihleri, Emevî; Osmanlı tarihleri ise Osmanlı düşmanlığının izlerini az-çok taşırlar. Onun yazdıkları ise insaf süzgecinden süzülmektedir.

Son yıllarda bir televizyon kanalında muntazaman programı vardı. O günlerde, “Çok temkinli konuşuyorsunuz, hayret ettim” dedim de, güldü; “Öyle mi, hanım bana, temkinli konuş, kanalı kapattıracaksın diyor” diye cevap verdi. “Efendim ben sizin eski hâlinizi de biliyorum” dedim. Hakikaten bir müddet sonra kanalın programı tatil edildi/ettirildi. Kadir Mısıroğlu yılar mı; hemen Üsküdar’da Nasuhi Tekkesi’ndeki vakıf merkezinde verdiği muntazam sohbetlerini kameraya aldırıp internetten neşretmeye başladı.

Son görüşmelerimizin birinde o kadar müjdeli hayalleri vardı ki, “Aman siz ne kadar nikbinsiniz; ben istikbalden o kadar ümitvar olamıyorum” dedim de, “Gençlerde havf (korku), ihtiyarlarda recâ (ümit) galiptir. Ondan olsa gerek” diye cevap vermişti. Hep gençlik için uğraştı. Mesaisi, hep gençleri tevcih üzerine idi. Cenazesindeki kalabalığın da ekserinin genç olduğunu gördük. Sa’yi meşkûr olsun. Allah rahmetiyle muamele etsin.


(Derin Tarih mecmuasının Haziran 2019 tarihli nüshasında neşredilmiştir.)