TEK KİŞİLİK OSMANLI TİYATROSU: MEDDAH

Eskiden Ramazan ayının en tutulan eğlencesi meddah idi. Meddahlar, sadece halkı eğlendirmekle kalmaz; politik ve sosyal mevzulardaki ince alaylı tenkitleriyle günümüz politika yazarlarının yerini tutarlardı.
23 Temmuz 2014 Çarşamba
23.07.2014

Meddahlık, çok eski bir meslektir. Abbasîler zamanında vardı. Medheden demektir. Kıssahân (kıssa anlatan) da denirdi. İlk zamanlar hükümdarın, ileri gelenlerin yanında, onu medheden, eğlenceli ve meraklı hikâyeler anlatarak, taklitler yaparak eğlendiren kimseler olduğu için bu ismi almışlardır. Sonradan müstakil ve itibarlı bir sanat hâline gelmiştir.

“Hak dostum hak!”

Eskiden Ramazan ayının en tutulan eğlencesi meddah idi. Bir kahvehanede oturur; orada teravihten sonra icrâ-i faaliyet ederdi. Hangi meddahın, nerede bulunacağı evvelden ilan edilir. Herkesin tuttuğu, beğendiği bir meddah vardır. Kahvehaneler, meşhur meddahları kendi mekânlarında faaliyet göstermek üzere önceden ayartmaya çalışır.

Daha meddah sahneye çıkmadan evvel kahvehanelerde bir yoğunluk meydana gelir. Teravihler kılınmış; kahvehaneler dolmuştur. Çıraklar artık müşterilere yetişememektedir. İçerisi hem istirahata, hem de meddah dinlemeye gelen meraklılarla doludur. Kenarlardaki peykeler (sedirler) dolmuştur. Üç kişinin rahat oturacağı yuvarlak masaların etrafına, dört-beş kişi sıkışmaya çalışır. Yeri uzak olup da teravihten gelenler, kendilerine yer bulmaya çalışır. O zamanlar daha çay yok; kahveler, nargileler söylenir. Kahvenin gedikli müşterilerine kış ise sobaya yakın rahat sandalyelerde yer verilir. Sağda solar nargileler fokurdamaya başlar. Çıraklar kahvelerle beraber, kırmızı marpuçlu nargileleri yetiştirmeye çalışır. Çırakların vazifeleri arasında, nargilenin ateşini üflemek de vardır.

Artık vakit gelmiş; meddah, herkesin görebileceği yüksekçe yerdeki sandalyesine oturmuştur. Basma mendili omzuna atmış; elindeki sopayı üç defa yer vurduktan ve avuçlarını birbirine şaplattıktan sonra, “Hak dostum hak!” diyerek tekerlemesine; ardından da anlatacağı hikâyeye başlamıştır. Elindeki değneği, hem meclisi susturmak, hem de çeşitli sesleri çıkarmak ve saz, süpürge, tüfek, at gibi eşyayı canlandırmak için kullanır. Yanındaki sandık veya zembilde, taklidini yaptığı şahsiyete göre serpuşlar, tef gibi eşya bulunur. Lâzım oldukça, çıkarır.

Sürç-i lisan

Meddah, usta-çırak münasebetiyle yetişir. Zekâsı, hâfızası, nâtıkası ve mimikleri güçlüdür. Öyle masallar bilir, öyle de anlatır ki, çıt çıkmaz, herkes nefesini tutup dinler. Akla hayale gelmeyen hikâyeler; yakası açılmadık masalları nereden bulduğunu Allah bilir. Konuşması irticâlî, yani spontanedir. Dinleyenleri alır, eski zamanlara, uzak mekânlara götürüp gezdirir. Konuşacağı meclisi evvelce iyi bir analiz eder; zamana ve zemine göre konuşur; nabza göre şerbet verir. Bazen birine gözünü diker; sanki sözü ona söyler. Bu, meclisin dikkatini toplamasına yarar.

“Söyledikçe sergüzeşti verir bezme letâfet/Dinle imdi bende-i âcizden hoş bir hikâyet” gibi bir beyitle söze başlar. Anlattıklarının çok eski zamanda ve çok uzak bir mekânda geçtiğini vurgulayarak, o meclistekileri tenzih etmeyi de unutmaz. Mütevazıdır; sözünü bitirince “Bir sürç-i lisan ettikse [dilimiz sürçtü ise] affola!”diyerek dinleyicilerden özür diler. Lafını mutlaka bir neticeye bağlar; kıssadan hisseyi dinleyenlere bırakır.

Meddahlar, yalnız halkı eğlendiren şahıslar değildir. Hemen hepsi geniş umumi kültüre sahiptir. Şiirden, musikiden anlar; düzgün konuşur. Bir psikolog gibi, insan karakterini; bir sosyolog edasıyla, sosyal hâdiseleri tahlil eder. İnce alaylı nükteleriyle politik meseleleri dile getirir; icabında devlet ricâlini edepli bir şekilde tenkit eder. Bir nevi muhalefet vazifesi yapar. Kendilerine kızmak şöyle dursun; sanata kıymet ve hak söze kulak vermek âdet olduğundan cemiyette mühim bir yerleri vardır. 1823’de Osmanlı Devleti’ni ziyaret etmiş olan İngiliz Charles MacFarlane, “Meddahlar, bizdeki gazetelerin yerini tutar” diyor.

                        Son meddahlardan Erol Günaydın sahnede

Meddahdan talk-show’a

Sultan III. Murad’ın Eğlence adında bir meddahı vardı. Sultan IV. Murad devrinde de İncili Çavuş meşhurdu. Aslen Diyarbekirlidir. Kabri İstanbul’da Edirnekapı’dadır. Fıkraları, nükteleri, bilhassa padişah ile sohbetleri çok meşhurdur. XVII. asırda Tıflî, Şair Medhî, XVIII. asırda Dilencioğlu, Şekerci Salih, Kör Osman, Âşık Hasan, Güzel Emin, Tesbihçioğlu Nazif, Musahip Nuri, Kız Ahmed gibi meddahlar yetişmiştir. Lale Devri şairi Nedim de şiirlerinde meddahlardan bahseder. Yakın zamanda Bal Mahmud namıyla anılan Mahmud Baler ve tiyatrocu Erol Günaydın bu işin son mümessillerindendir. Talk-Show işinin aslı da bir bakıma meddahlık geleneğine dayanır.

Sultan Hamid devrinin en meşhur meddahı İsmet Efendi idi. Bir de Aşkî vardı. Hikâyesindeki şahıslardan herhangi birinin taklidini yaparken, hemen yanındaki zembile uzanır; taklidini yapacağı kimsenin serpuşunu başına geçirirdi. Karamanlı Rum taklidinde kocaman bir fes; Kürtte poşu; Arnavutta keçe külah, Arapta kefiye, Çerkeste kalpak, Acemde, Ermenide ona göre bir serpuş takardı.

Meddah Sürûrî, Meşrutiyet devrinde yaşamıştır. Uzun hikâyeleri arasına sıkıştırdığı fıkralar çok hoşa giderdi. Hele bir harem ağasının ud dersi almasını, hem Ermeni usta, hem zenci taklidiyle öyle anlatırdı ki kahvehanenin içi kahkahadan çın çın öterdi. Gel zaman git zaman seferberlik oldu; Sürûrî askere alındı. Bayezid Kulesi dibinde talime başladı. Kumandan, erleri sıraya dizip, şişman Sürûrî’yi de en başa dikince, erleri bir asabi gülme alıyordu. Meğer daha evvel koğuşta taklitleri dinleye dinleye alışmışlar; yüzünü görseler gülüyorlardı. Sağa dönse bir acaip dönüyor, sola dönse bir acaip dönüyordu. Zâbit kızdı, ama Sürûrî düz de dursa, neferleri güldürüyordu. Başa çıkamayacağını anlayınca, okur-yazar olduğu için, kaleme aldılar, yazıcı yaptılar. Artık kalemdekiler ne yaptı, malum değil…

                                         Münir Canar meddah rolünde