Osmanlılarda bir faizsiz kredi kaynağı: PARA VAKIFLARI

İnsanların kredi ihtiyacına, Osmanlı cemiyetinde çareler aranmış ve bulunmuştur: Para vakıfları
28 Haziran 2021 Pazartesi
28.06.2021

 

Osmanlı cemiyetinde maariften sıhhiyeye kadar, hemen bütün amme hizmetleri vakıflar vasıtasıyla yürütülürdü. Bunlar arasında çok dikkat çekici olanları vardır. Para vakıfları bunlardan birisidir.

İnsanların ihtiyaçları bitmez. Bunları karşılamak için de her zaman nakit bulunamaz. İşte bu sebeple karz akdi meşru olmuştur. İhtiyacı olana borç vermek sevaplı bir iş olarak görülmüştür.

Ancak bir yandan cemiyetteki para darlığı, öte yandan karz yoluyla verilen paranın çoğu kez geri dönmeyip karz verenlerin mağduriyete uğraması, bu akdin tatbikatını zorlaştırmıştır. Ribâ (faiz) yasaktır. İnsanlardan sırf sevap kazanmak maksadıyla borç vermelerini beklemek, neredeyse imkânsızlaşmıştır.

Sosyal sigorta

İslâm hukukunun en son hakkıyla cari olduğu Osmanlı cemiyetinde meseleye çare aranmış ve bulunmuştur: Para vakıfları (vakfu’n-nukûd). Para vakfında, muayyen bir meblağ vakfedilip, çeşitli usullerle nemalandırılır. Böylece vakfın sermayesi ile fertlerin kredi ihtiyacı karşılanır; geliri de bir hayır cihetine sarf edilir.

Para vakıfları, hükümet kontrolünde cereyan eden bir para pazarı demektir. Beklenmedik afetlerin hâsıl ettiği zararın telafisi veya ani vergilerin karşılanması için kurulan avarız vakıfları; öte yandan yeniçeri, esnaf ve harem ağalarının kredi ve tekaüt maaşı için kurduğu orta sandıkları hep birer para vakfıdır. Böylece sadece bir kredi kaynağı değil; aynı zamanda bir sosyal sigorta fonksiyonunu görmüştür. Ayrıca ribahorların (tefecilerin) halkı sömürmesine mâni olan meşru bir alternatif teşkil etmiştir.

Osmanlıların resmi mezhebi olan Hanefî mezhebinde, İmam Ebu Hanife ve İmam Ebu Yusuf’a göre para vakfı caiz değildir. Çünki bu iki imama göre, ancak gayrı menkuller ve vakfedilmesi hakkında nass bulunan menkuller vakfedilebilir. Mezhebin üçüncü direği İmam Muhammed Şeybânî’ye göre, vakfedilmesi insanlar arasında örf olmuş menkuller vakfedilebilir. Para vakfı da böyledir. Mezhebin dördüncü imamı Züfer de para vakfına açıkça cevaz vermiştir.

Örf, hakemdir

Para vakıflarının bilinen en eskisi 1423 tarihine aittir. Edirne’de Yağcı Hacı Muslihüddin, 10 bin akçe vakfedip gelirinden Kilise Camii’nde her gün Kur’an-ı kerim okuyan 3 kişinin her birine 1’er akçe verilmesini şart koşmuştu. Sultan Fatih’in kurduğu bir para vakfında, vakfın geliri, yeniçerilerin et ihtiyacının karşılanması cihetine vakfedilmiştir.

Osmanlı buluşu olduğu anlaşılan para vakıfları, Rumeli’de hayrat eserlere gelir kaynağı olarak kuruluyordu. Bu devirde para vakıfları o kadar yayılmıştı ki, çoğu vakıfta müderris ve imam maaşları buradan karşılanıyordu. Sultan II. Bayezid, İstanbul’da yaptırdığı medresenin vakfiyesine, şeyhülislamın haftada bir gün ders vermesi mukabilinde para vakfından ücret alması şartını koydurtmuştu.

Şeyhülislâm Sa’di Efendi, bizzat para vakfı kurmuş; ribhinin, yani kârının her gün anne ve babasının kabri başında birer cüz okuyan iki dârülkurrâ (hafız mektebi) talebesine verilmesini şart etmişti. Para vakıfları yoluyla, halkın kredi ihtiyacı karşılandığı gibi, ilim adamları da maddi olarak destekleniyordu.

Çivizade mi bildi?

Bu vakıflar hakkında münakaşaya varan bir ihtilaf, Kanuni Sultan Süleyman’ın padişahlığı zamanında, Çivizade Muhyiddin Efendi ile Ebussuud Efendi arasında yaşanmıştır. Çivizade, 3 sene şeyhülislâmlık yaptıktan sonra, tasavvufa meyyal ve evliyayı seven Padişah’ın huzurunda, Muhyiddin Arabî ve Mevlana hakkındaki edebe mugayir sözleri hoş görülmeyerek azledilmişti. Azledilen ilk şeyhülislâmdır.

Çivizade’den sonra Hâmidî Abdülkadir Çelebi; sonra Fenarizade Muhyiddin Efendi; nihayet Ebussuud Efendi şeyhülislâm olmuştur. Ebussuud Efendi 1545’te şeyhülislâm olduktan sonra, Çivizade Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir.

Sert ve tutucu Çivizade, İmam Züfer’in görüşünün zayıf olduğunu söyleyerek kazaskerliği zamanında para vakıflarını men ettirmeye muvaffak olmuştur. Kazasker, Divan-ı Hümayun azasıdır ve icrai kudreti vardır. Bunun üzerine Şeyhülislâm Kemalpaşazade ve talebesi Ebussuud Efendi para vakıflarının cevazı ve faydası üzerine birer risale yazdılar. Çivizade de bir risale yazarak bunlara cevap verdi.

Tahsilini İstanbul’da yapan, aynı zamanda da bir Halveti şeyhi olan Sofyalı Bâli Efendi, zamanın padişahı Kanuni Sultan Süleyman’a, Çivizade’ye ve Çivizade’nin önde gelen talebesi Şah Çelebi’ye birer mektup yazdı. Asırlardır devam eden para vakfına zamanın ihtiyaçları çerçevesinde fetva verildiğini; zamanın padişahının da bunu kabul ettiğini; ulemanın bir hata üzerinde üç asır ittifak etmesinin mümkün olmadığını anlattı.

Ebussuud Efendi
Ebussuud Efendi

Ölümü beklendi

Böyle bir muhalefetle karşılaşan Çivizade, kendisinden sonraki şeyhülislam Fenarizade Muhyiddin Çelebi’den fetva sordu. O günlerde ihtiyarlık sebebiyle tekaüde ayrılmış bulunan Fenarizade dedi ki: “Para vakıfları sayesinde nice medreseler, mescidler, mektepler, imaretler kuruldu. Eğer buna izin verilmezse, hepsi harap olur. Burada çalışanlar da mali sıkıntıya düşer. Kâfirler bile sizi kınar. Vazife zamanınızda böyle bir fesat çıkması münasip düşer mi? Şimdiye kadar gelen ulema para vakıflarına cevaz verdi. On bin civarında vakfiye yazıldı. Bunlar bilmedi de, Çivizade mi bildi?” Ama Çivizade doğru bildiğinden vazgeçmedi.

Şeyhülislâm olduğu halde, Ebussuud Efendi, Çivizade’nin bu icraatını ilmî bir eserle tenkitten öte bir şey yapmadığı gibi; hiç kimse Ebussuud ve Bâli Efendi’lere, “Siz nasıl olur da, kanunen getirilmiş bir yasağı tenkit edersiniz?” dememiş; aykırı düşünenler ve söyleyenler takibata uğramak şöyle dursun, gözden bile düşmemiştir. Bu, Osmanlı sosyal ve politik hayatındaki fikir hürriyeti ve müsamahaya güzel bir misaldir.

Nihayet 1547’de Çivizade ölünce; Ebussuud Efendi, aralarında Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin de bulunduğu zamanın ileri gelen uleması ile mevzuyu müzakere edip, hepsinin muvafakatini aldıktan sonra, para vakıflarının serbest bırakılması hususundaki fetvasını Padişah’a arzetti.

Fetva, Osmanlı hukuk an’anesi mucibince fermana bağlanarak 1548 senesi Mayıs ayında kanun şeklinde ilan edildi. Çivizade hayatta iken böyle bir teşebbüse girişilmemesi, kendisinden korkulduğundan değil, bir zarafetin eseri olsa gerektir. Zira şeyhülislâm, rütbece kazaskerden üstündür.

Eriyen paralar

Ancak münakaşa bitmedi. Bu sefer, büyük şehirlerin ihtiyaçlarından uzakta, ücrâ bir Ege kasabasında yaşayan Birgivî, para vakıflarına karşı çıkan iki risale yazdı. Hem para vakıflarının sıhhatini, hem de bu paraların işletilme usullerini tenkit etti. Mamafih Birgivî’nin itirazı, tatbikata tesir etmedi ve para vakıfları Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar varlığını sürdürdü. İstanbul şer’iyye sicillerinde 5 bine yakın para vakfı kaydı vardır.

Para vakıflarının çoğu, borçların geri dönmemesi yahut galâ (enflasyon) sebebiyle zaman içinde eridi. Meşrutiyet devrinde İstanbul’daki para vakıflarının yekûnu 60-70 bin altın lira tutuyordu. İttihatçılar devrinde Evkaf Nâzırı Ürgüplü Hayri Efendi’nin teklifiyle bu paralara el konuldu ve 1914’te kurulan Evkaf Bankası’na sermaye yapıldı; ancak harb sebebiyle banka faaliyet gösteremedi.

Cumhuriyet devrinde 190 bin lirayı bulan bu para, Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne devredildi ve 1954’de kurulan Vakıfbank’ın sermayesinin bir kısmı bununla karşılandı.

Hile-i Şer’iyye

Para vakıfları, üç şekilde nemalandırılır. Bidâa, kârın tamamının sermaye sahibine ait olduğu; müdârebe ise kârın anlaşmaya göre taksim edildiği emek-sermaye şirketleridir. Ancak sermaye batabileceğinden, bu iki usul risklidir.

Bu sebeple daha emniyetli veya menfaatli bir usul tatbik edilmiştir. O da muamele-i şer’iyyedir. Burada kredi ihtiyacı olan kimseye, istediği para karz olarak verilir. Ayrıca kalem, mendil, kitap gibi ucuz bir mal, yüksek fiyatla veresiye satılır. Bu fazlalığa faiz denir; ama bu, şeriatin men ettiği ribâ değildir.

Bunun nispetini, para arzına göre hükümet tayin eder. Kanuni Sultan Süleyman zamanında % 10; Sultan Abdülmecid zamanında % 15; 1887 tarihli Murâbaha Nizamnâmesi ile % 9 olarak tespit edilmiştir. Kadıların, muamele-i şer’iyye yapılmaksızın talep edilen faize hüküm vermedikleri, mahkeme sicillerinden anlaşılmaktadır.

Son zamanlarda Osmanlı bankaları da bu usule göre çalışırlardı. Mesela, banka veznesindeki memur, banka sahibinin vekili hasebiyle, elindeki bir kalemi veya saati ya da (çoğunlukla) bir kitabı, 100 lira kredi isteyen kimseye 9 liraya veresiye satar, sonra istenilen miktarı borç olarak verir, böylece müşteri bankaya 109 lira borçlanmış olurdu.