OSMANLI DEVLETİ'NİN RESMİ MEZHEBİ

İslam hukuku farklı içtihatlardan teşekkül ettiğine göre, mahkemede bunlardan hangisi esas alınacaktır?
18 Ekim 2021 Pazartesi
18.10.2021

 

İslâm hukuku, bir hukukçular hukukudur. Yani, şer’î hükümler, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerden, müctehidler tarafından çıkarılır. Her müctehid, dinin kaynaklarından anladığını, stilize bir hukuk kaidesi hâlinde ifade eder.

Bir müçtehidin ictihad yoluyla çıkardığı kaidelerin tamamına, mezhep deniyor. Dolayısıyla aslî prensipler aynı olmak kaydıyla, her meselede, müctehid adedi kadar hukuk kaidesi vardır. Avam, bir müçtehidin mezhebini taklit ederek günlük hayatındaki meseleleri çözecektir. Peki, bir hukukî ihtilaf mahkemeye düştüğü zaman, hangisine göre halledilecektir?

Her kadı, kendi içtihadına göre davaya bakıp hüküm verir. Hükümet, bunlara müdahale edemez. Tam bir adlî serbesti vardır. Zamanla birbirine çok yakın bile olsa, ayrı ayrı mahkemelerde aynı meseleye farklı hükümler verilir oldu. Fikir hürriyeti cihetinden takdire şayan olan bu vaziyet, hukuk birliğini bozmaktaydı.

Öyle yapma!

Abbasîler devrinde Halife Mansur, İran asıllı saray nâzırı İbnü’l-Mukaffâ’nın teşvikiyle, İmam Mâlik’in Muvatta adlı eserini resmî kanun metni olarak ilana teşebbüs etti. Böylece memleketteki bütün kadılar, buna göre hüküm verecek; her mahkemenin kararı birbirine benzer olacaktı.

Ancak hacca gittiğinde görüştüğü İmam Mâlik bunu kabul etmedi. “Böyle yapma! Çünki Resulullah’ın eshabı, füruya (amele) dair işlerde ihtilaf ettiler. Memleketlere dağıldılar. Buralarda her biri hadîs-i şerif rivayet ettiler. Demek ki her memleketin halkında ayrı bir ilim vardır. Olur ki bunlar benim işitmediğim bir delile göre ictihadda bulunurlar. Müctehidlerin ihtilafı, bu ümmete rahmet oldu. Her âlim, doğru bulduğuna uyar. Hepsi de doğrudur ve hepsi de hidayet üzeredir” dedi.

Daha sonraki senelerde tahta geçen Halife Harun Reşid’in bu yolda bir teşebbüsü de akim kaldı. Ama bu halife zamanında kâdiyülkudâtlık (başkadılık) makamı ihdas edildi. Bu makama İmam Ebu Hanife’nin mümtaz talebesi İmam Ebu Yusuf getirildi. Artık memleketteki bütün kadıları, bu makam tayin ve kontrol edecekti.

İmam Ebu Yusuf, münhal (boş) kadılıklara tabiatıyla ilmî ehliyetlerini yakından bildiği kendi arkadaş ve talebelerinden tayinler yaptı. Böylece Abbasî ülkesindeki kadıların çoğu Hanefî mezhebinden oldu. Mamafih Şam ve Mağrib’de Mâlikî, Mısır’da Şâfiî mezhebinden kadılar tayin edildiği de olmuştur.

Hukuk birliği

Zamanla mutlak müctehid yetişmez oldu. Bugün bilinen dört mezhebin dışındaki mezhepler de unutuldu. Bu sebeple hukuk birliğini temin etmek için resmî mezhep tatbikatı doğdu. Bu tatbikatı bundan sonra gelen bütün İslâm devletleri tatbik ettiler.

Bu usulde, kadılar muayyen bir mezheple hükmetmek üzere vazifelendiriliyordu. Hemen bütün İslâm devletlerinde bu resmî mezhep, Abbasî geleneğine uygun biçimde, Hanefî mezhebi oldu. Çünki bu asırdan sonra İslâm dünyasına hâkim olan Türkler bu mezhepte idi.

Yalnızca hükümdarlarının Şâfiî mezhebinde olduğu ve kadıların da bu mezhepten tayin edildiği Mısır, Suriye ve Hicaz’da hüküm süren Eyyûbî ve Memlûk Devletleri bir istisnadır. Selçuklularda da zaman zaman -Urmevî gibi- Şâfiî âlimlerinin kadı tayin edildiği vakidir.

Resmi mezhep

Osmanlı kadıları, ilk asırlarda, Abbasî ve Selçukîlerde olduğu gibi, hep Hanefî idi. Bunlar da tabii olarak mezheplerine göre karar verirdi. Zaruret icap ettirdikçe, Şâfiî mezhebini taklit ederek hüküm verdikleri de olurdu. Yani Hanefi mezhebine göre hüküm vermeleri mecburi değildi.

XVI. asırdan itibaren Ebussuud Efendi’nin şeyhülislamlığı zamanında yeni bir tatbikat başladı. Romalılardan (Rumlardan) alındığı için Diyar-ı Rum denilen Anadolu ve Rumeli’deki kadıların mutlaka Hanefî mezhebinin esahh-ı akvâli, yani en kuvvetli kavillerine göre hükmetmeleri emredildi.

Şer’î hukukta vekil, müvekkilin koyduğu şartlara göre iş göreceğinden, kadılar da halifenin vekili olduğundan bu meşru idi. Taraflar hangi mezhepten olursa olsun, mahkemede kadının mezhebi tatbik edilecekti. Hükümdar, muayyen bir mezhebin ya da bir ictihadın tatbikini istemişse, kadı’nın mezhebi farklı bile olsa, hükümdarın emrine göre hareket edecekti.

Meselâ Hanefi mezhebinde buluğa ermiş bir kız, velisinin izni aranmaksızın dengi bir erkek ile evlenebilir. Ama kız kaçırmaların artması üzerine XVI. asırda nikâhta kızın velisinin rızasını arayan İmam Muhammed Şeybânî’nin kavli kanunlaştırılmıştır. Buna göre velisinin izni olmadan evlenen kız, hükümet nezdinde evli sayılmayacaktır.

Ya diğer mezheptekiler?

Ama Osmanlı ülkesinde yaşayan Müslümanların hepsi Hanefî değildi. Yavuz Sultan Selim’in Arap ve Kürt beldelerini fethetmesinden sonra, diğer mezheplerden de Müslümanlar Osmanlı vatandaşı hâline geldi.

Osmanlı Devleti’nde din ve vicdan hürriyeti esas olduğundan, bu mezheplere mensup halkın yaşadığı yerlere, bilhassa Mekke, Medine, Kudüs, Bağdad, Haleb, Kâhire gibi şehirlere diğer mezheplerden nâipler (kadı vekilleri) tayin edildi. Bu devir Müslümanlarının, insan haklarına ve fikir hürriyetine hürmetkâr demokrat tavrının en güzel misalidir.

Amme nizamını alakadar eden ceza ve vergi davalarına Hanefî kadısı, Hanefi mezhebine ve kanunnamelere göre hüküm verirdi. Ama şahsa sıkı sıkıya bağlı olan ahval-i şahsiye, yani ehliyet, velayet, aile ve miras davalarında, tarafların mezhebine göre hüküm verilmesi esası getirildi. Arzu eden, davasında, kendi mezhebindeki kadı naibinin hüküm vermesini talep edebilirdi.

Bu naipler, Hanefî başkadısının emri altındadır. Verdikleri hükmü, Hanefî kadısı tasdik ve icra eder. Böyle nâiplerin bulunmadığı yerlerde, taraflar kendi mezheplerinden veya ayrı mezhepte iseler, davalının mezhebindeki bir âlimi hakem seçerler. Veya bizzat kadı, böyle bir zâtı, o dava için naip tayin eder.

Beşinci mezhep!

Osmanlı vatandaşı Şiî ve Hâricîler, davalarını kendi mezheplerinden hakeme götürmez de, Osmanlı kadısı huzuruna çıkarırlarsa, burada Hanefî fıkhı tatbik edilir. Zira dört Sünnî mezhep dışındaki mezhepler ülkede resmen tanınmamaktadır. Çünki bunlar, Osmanlı Devleti’nin resmi inancı olan Ehl-i sünnet prensiplerine göre, ehl-i bid’at kabul edilir.

Şiîliğin İmamiye kolunun, Osmanlı Devleti’nde beşinci bir mezhep olarak tanınması hususunda Sultan I. Mahmud zamanında İran Şahı Nadir tarafından yapılan talep reddedilmişti. Sultan II. Abdülhamid zamanında da benzeri bir talep, kabul edilmemişti.

Osmanlı tarihinde ilk defa, İttihatçı hükümet tarafından, 1911 tarihinde, Yemen’de, Şiîliğin Zeydiye kolu için kendi mezheplerinden bir kadı tayin edilmiştir.

Telfikçi devir

İttihatçılar zamanından itibaren şer’î hususlara dair çıkarılan kanunlarda asırlardır tatbik edilen usul terkedilerek telfikçi (eklektik) bir yola gidildi. Mesela 1917 tarihli Hukuk-i Aile Kararnamesi, 4 sünni mezhebin hükümleri karıştırılarak hazırlanmıştır.

Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra kurulan ve halkının ekseriyeti müslüman olan devletlerde, modernizm cereyanının da tesiriyle tek bir mezhebin içtihatlarıyla hareket edilmez oldu. Batı hukukunun iktibası endişesiyle, telfikçi bir telakki ile kanunlaştırma faaliyetine girişildi.

Mezhep taassubu?

Müslüman halkının tamamı Mâlikî mezhebindeki Endülüs ve Mağrip’teki İslâm devletlerinde Mâlikî; halkının tamamı Şâfiî olan Güneydoğu Asya’daki Malezya, Cava, Sumatra, Moro-Filipinler, Maldivler gibi Müslüman devletlerinde de Şâfiî mezhebi resmî mezhep olarak tatbik edilirdi.

Mağrib, Tunus ve ardından da Murabıtlar devletini yıkarak Endülüs’te hâkimiyet kuran Muvahhidî devleti hükümdarları İbn Tumart (1130), Abdülmumin (1163) ve Ebu Yusuf Yakub (1199), Mâlikî mezhebini yasakladı. Dört sünni mezhebe ait kitapları toplayıp yaktırdıktan başka, Mâlikî ulemasının fetva vermesini de men etti. Ülkede yalnızca on hadis kitabının okunmasına ve herkesin kafasına göre hüküm çıkarmasına müsaade edildi.

Böylece, aslında Sünnî bir mezhep sayılan Zâhirîliğin İbn Hazm tarafından formüle edilen aykırı versiyonu, ülkede zımnen resmi mezhep ilan edilmiş oluyordu. 1212’de Avrupa Hıristiyanlarının müttefik ordusuna karşı Las Navas de Tolas’da uğradıkları mağlubiyet, Muvahhidîlerin Endülüs’ten çekilmelerine sebep oldu. Mağrib, Tunus ve Cezayir’deki hâkimiyetleri de Abdülvâdiler, Hafsîler ve Merînîler tarafından yıkılarak 1269’da tamamen ortadan kaldırıldı. Halefleri, mezheplere hürriyet tanıdı. Ancak müslüman halkın birliğini bozan bu gibi bölücü ve yıkıcı hâdiseler, Avrupa’da müslüman hâkimiyetinin kaybına ve halkın acı çekmesine sebebiyet verdi.

Mısır başka bir âlem

Şiîliğin İsmailî kolundan Fâtımîler, Mısır ve Şimali Afrika’da Ehl-i sünnet mezheplerinin tatbikatını yasaklamıştı. Eyyübîler gelince Şâfiî mezhebini resmî mezhep yaptı. Memlûk Sultanı Baybars zamanında 1265 yılından itibaren dört Sünnî mezhepten kadılar tayin edilmeye başlandı.

Osmanlı fethinden sonra buraya merkezden gönderilen Mısır kadıları Hanefî mezhebindendi. Ancak Mısır’a bağlı kazaların, bu arada Hicaz’dakilerin hemen hepsine burada yaşayanların vaziyeti nazara alınarak dört mezhepten naip ve müftüler tayin edildi. Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, 1805 yılında Mısır’da Osmanlı tatbikatına paralel olarak, bu usulün yerine Hanefî mezhebini hâkim kıldı.