DEVLETLER HUKUKUNA MÜSLÜMANLARIN HİZMETİ

Şer’î hukuk dünyayı dârülislâm ve dârülharb olarak iki kısma ayırır. Her birinin hükmü başkadır.
8 Kasım 2021 Pazartesi
8.11.2021

 

Milletlerarası hukukun teşekkülü, yani devletlerin birbirleriyle münasebetlerinde riayet etmeleri icap eden kaidelerin konulması kolay olmamıştır. Çünki bunlar, menfaat ve güç üzerine kuruludur. Kaideyi kim nasıl tatbik edecektir? Hollandalı hukukçu Hugo Grotius’un 1625’te basılan de Jure Belli ac Pacis (Harb ve Sulh) kitabı, milletler üstü bir hukuk kurma çabalarının temeli sayılır.

Halbuki dünyada bu sahada bilinen ilk eser müslümanlar tarafından daha VIII. asırda yazılmıştır. İmam Ebu Hanife’nin talebesi Muhammed Şeybânî’ye ait es-Siyerü’l-Kebîr adlı eser, Sultan II. Mahmud zamanında, yeni kurulan ordunun mensuplarının okuması için Türkçe’ye de tercüme olunup bastırılmıştı.

İmam Ebû Hanîfe’nin bilhassa devletler ve vatandaşlık hukuku ile alâkalı ileri görüşlü ictihadları, asırlar sonra gayrı müslimlerin hâkim bulundukları memleketlerde yaşamak mecburiyetinde kalacak müslümanlar için çok büyük değer ifade eder. Müslümanlar, anlaşmalara bakmaksızın, milletlerarası münasebetleri bir iç hukuk tanzimi olarak görmüş; yani şövalyece bir tavırla kendisini bazı kaidelere tahdit etmiştir.Antlaşmalar, elçilerin statüsü, harbin açılışı, ecnebilerin geliş gidişi, harbte esirlerin, ganimetlerin, ağaçların, hayvanların, suların hükmü hep tanzim edilmiştir.

Meşhur Fransız devletler hukukçusu Henri Bonfils (1835-97) der ki: Devletler hukukunun esası, Hâfız Şirazî’nin şu iki mısraındadır: Asâyiş-i du kîtî tefsir-i în du harfest, bâ dositân mürüvvet, bâ düşmenân müdârâ. (İki dünyanın emniyeti şu iki sözdedir: Dostlara mert davranmak; düşmanları idare etmek.)

Çok devlet tek millet

Şer’î hukuka göre, yeryüzü dârülislâm ve dârülharb (dârülküfr) olmak üzere iki kısma ayrılır. Dâr, memleket demektir. Çokluk hâli “diyâr” gelir. Dârülislâm, müslümanların hâkim olduğu ve şer’î hukuka göre idare olunan memleketlerdir. Velev ki müslümanlar ekseriyette olmasın. Burada müslümanlar ve gayrı müslimler emniyet içinde yaşar. Dârülislâmın hava sahası ve karasuları da dârülislâma dâhildir.

Ayrı ayrı hükûmetler tarafından idare olunsa da bütün İslâm memleketleri dârülislâm olarak tek bir vatan sayılır. Meselâ Osmanlı Devleti ile Mısır’daki Memlûk ve Hindistan’daki Gürgâniye devletleri hep dârülislâmdır. Vatandaşları diğerine serbestçe gidebilir.

Bir Müslüman, dârülharbden dârülislâma geldiğinde, sınırdan içeri alınmaması mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı Devleti tarih boyunca iltica eden Müslümanlara, hatta gayrı müslimlere kapısını açmakta tereddüt etmemiştir. (Halbuki şimdi umre için bile Suudi Arabistan’a izinsiz gitmek mümkün değildir.) Osmanlı Devleti, dârülislâmın son tipik numunesidir.

Eflak ve Boğdan gibi Müslümanların yaşamadığı, ama İslâm hâkimiyetindeki memleketler dârüzzime’dir. Burası dârülislâma dâhildir. Bâgilerin, yani meşru hükümete isyan edenlerin hâkimiyet kurduğu memleketler dârülbağy olur. Dârülislâma dâhildir. 1908-1918 arası Osmanlı Devleti gibi. İstanbul, 1919-1922 arasında Ankara hükümetini böyle görmüştür. İktidarı, müslümanlıktan dönenlerin (mürtedlerin) ele geçirdiği dârürridde de dârülharbe dâhildir.

Osmanli sefiri Yusuf Muhtar Erdel'de - Tablo Gabriel Bethlen
Osmanli sefiri Yusuf Muhtar Erdel'de - Tablo Gabriel Bethlen

Harbin sebebi

Dârülharb, dârülislâmın zıddıdır. Gayrı müslimlerin hâkim olduğu ve şer’î hukuka göre idare olunmayan memleketlerdir. Velev ki müslümanlar ekseriyette olsun. Dârülharb vatandaşlarına harbî adı verilir. İki İslâm memleketi arasında olmayan açık denizler ve çöller de dârülharb sayılır.

Bazıları, dârülharb ismine bakarak, dünyada Müslümanlarla gayrı müslimler arasında daimi harb hâlinin cereyan ettiğini söylemişlerdir. Halbuki, yeryüzünde asıl olan harb değil, sulhdür. Hanefi hukukçularına göre, harbin meşruluğu da, düşmanın küfrü değil, Müslümanlara harb açmalarıdır. Dârülharb, arada anlaşma olmadığı için her zaman harb edilebilmesi mümkün olan memleketleri ifade eder.

Dârülislâm hükümeti ile arada anlaşma bulunan memleketlere dârüssulh denir. Meselâ Osmanlı Devleti’nin yükselme devrinde Fransa ve vergi veren Gürcistan gibi ülkeler dârüssulh idi. Bunlar dârülharbe dâhildir. Açık denizde bir Fransız gemisini avlayan müslüman denizcileri, Babıali ikaz etmiş; gemi iade edilmişti.

Dönüşüm

Dârülharb olan yerler, üç şekilde dârülislâma dönüşür: 1-Müslümanların fethedip, şer’î hükümleri icraya başladığı yer dârülislâm olur. 2-Dârülharbde yaşayan gayrı müslimler topluca müslüman olunca, beldeleri dârülislâm olur. 3-Dârülharb ahalisi cizye vererek müslümanların hâkimiyetini kabul edince memleketleri dârülislâma dönüşür.

Dârülislâmın dârülharbe dönüşmesi İmam Ebu Hanife’ye göre üç şartla olur: 1-Dârülharbe bitişik olmak. 2-Gayrı şer’î hukukun tatbiki. 3-İlk eman üzere zimmî ve müslümanın kalmaması; yani müslüman ve zimmilerin can ve mallarını şer’î hukuka göre kısas ve diyetle korunmuyor olması.

Hanefîlerden İmameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) ile Mâlikî ve Hanbelîlere göre, bir yerde şer’î hukukun kaldırılmış olması, dârülharbe dönüşmesi için kâfidir. Mümkün ise böyle bir yeri kurtarmak, dârülislâm hükümetinin vazifesidir. Osmanlıların Kıbrıs’ı fethinin meşruiyeti, Hazret-i Osman zamanında fethedilip dârülislâm olmasına bağlanmıştı.

Fetvâ İmameyn’e göre verilmiştir. Çünki zamana elverişli olan budur. Hanefî fakihi Cessas, İmam Ebu Hanife’nin bu fetvasını ilk devir Müslümanlarının idealizmine göre verilmiş bulur; “Can ve mal emniyetinin bulunması, bir yeri dârülislâm yapmaz. Müslüman, dârülharbde de emniyet içinde bulunabilir” der. İbn Âbidin eman bahsinde diyor ki, “Hadler ve kısas icra edilmeyen yer dârülharbdir.” Kuhistanî ise, “Bir beldede hâkim şer’î hukuka göre hükmetmiyorsa, orası dârülharbdir” buyuruyor (Câmiürrümuz).

İmam Şâfiî’nin, “dârülislâm olan bir yer, asla dârülharb olmaz” sözü, mülkiyet içindir. Yani dârülislâm, dârülharbe dönüşse bile, oradaki Müslümanların mülkiyet hakkı kaybolmaz; tekrar fethedilince, ganimet sayılmaz. Eski sahibi olan Müslümana verilir. Aksi takdirde, Sicilya, İspanya, Portekiz, Balkanlar, Orta ve Doğu Avrupa’nın bugün bile dârülislâm sayılması lazım gelir ki, hukuken de aklen de olacak şey değildir.

Nitekim İbn Hacer der ki: “Bir yerin kadim zamanda fethi, oranın dârülislâm sayılması için kâfidir. Eğer orada bulunan müslümanları şeriatı tatbikten men ediyorlarsa, o zaman burası dârülküfr olur (Tuhfetü’l-Muhtac, IX/269). Esasen tamamen ilmî mahiyetteki bu mesele, zamanla siyasi demagoji mevzuu yapılmış; hatta bazılarına hakikati tahrif eden kitaplar bile yazdırılmıştır.

Venedik sefirinin Şam'da karşılanışı 1511
Venedik sefirinin Şam'da karşılanışı 1511

Mekke’den Habeşistan’a

Bir dârülislâm, gayrı müslimler tarafından işgal ve fethedilip, orada şer’î hükümlerin tatbikine ilişilmemiş ise, orası dârülislâm olarak kalmaya devam eder. (Câmiü’l-Fusûleyn) Nitekim İspanyollar, bir müddet Endülüs’te şer’i hukukun tatbikine izin vermişti. Hindistan, Kıbrıs, Tunus gibi sömürgelerde de şeriatin tatbikine müsaade edilmişti. Buna mukabil Moğol ve Haçlı istilâsına uğrayan İslâm beldeleri dârülharbe dönüşmüştü.

Dârülislâm, dârülharbe dönüşürse, buradaki Müslümanların can, mal ve dinlerine ilişiliyorsa, dârülislâma hicret etmeleri icap eder. Bu mümkün olmazsa, kolay yaşayabilecekleri başka bir gayrı müslim ülkeye hicret ederler. Nitekim o zaman baskıcı bir dârülharb olan Mekke’deki ilk müslümanlar, başka bir dârülharbe, ama müsamahakâr bir hristiyan hükümdarın idaresindeki Habeşistan’a hicret etmişti.

İşgale uğrayan müslüman beldelerin idarecileri, görünüşte istilâcılara tâbi olmakla beraber, müslümanlar arasında şer’î hukuku tatbike kâdir iseler, orası dârülislâm olmaya devam eder. İstilâcıların müslümanlar üzerine tayin ettikleri vali ve kâdılar, adalete uygun davranıyorlarsa bunların icraatları meşru olur. Aksi takdirde müslümanlar kendi aralarında bir müftü, kâdı veya emir seçerler.

Bu müftü onlara Cuma namazı kıldırır ve aralarında şer’î hukuku tatbik eder. Bu da mümkün olmazsa esaret hayatı bahis mevzuu olur. Müslümanlar, beldelerinin en büyük âlimine tâbi olurlar. Ancak aralarında ukubat (ceza) hükümleri cereyan etmez; muamelat hükümlerine uymaları da ihtiyarî hâle gelir. (Hadika, Reddü’l-Muhtar)

İş, kanunda

Meselâ Osmanlılar devrinde memleket nüfusunun yarısı gayrı müslim idi. Bazı vilâyetlerde halkın neredeyse tamamı böyleydi. Ama dârülislâm idi. Çünki Osmanlı hukuku, hep şer’î kaidelere istinad eder. Şimdi müslümanların ekseriyette olduğu öyle memleketler vardır ki, Kur’an-ı kerîme göre kanun yapmak suçtur.

Bir memlekette resmen şer’î hukuk cari olmakla beraber, tatbikatta zaman zaman buna muhalif icraatlar olsa bile, burası dârülharbe dönüşmez. İdareciler günahkâr olur. Çünki şer’î hukuku kabul etmemek gibi bir iddiaları yoktur.

Bazı kanunların şer’î kaidelere uygun olması veya İsrail, Yunanistan gibi memleketlerde müslümanların ahval-i şahsiye denilen şahıs, aile ve miras hukukunu tatbik edebilmesi yahut ezana, Cuma namazına müsaade edilmesi, burayı dârülislâma dönüştürmez. Kardeşlerle evlenmenin yasak olması, şer’î hukukun emridir. Dünyadaki hemen bütün memleketlerde de böyledir. Cuma’nın şartı, halifenin varlığı ve iznidir. Ancak halife olmasa da müslümanlar toplanıp Cuma kılabilir; ama bu orayı dârülislâm yapmaz.

Dâr (ülke) farkının bazı neticeleri vardır: Dârülharbde müslüman olan kimsenin, dinî hükümleri bilmemesi mazeret kabul edilir. Dârülharbde harbilerden fâiz alması ve onlarla menfaatine olmak şartıyla fâsid muamelede bulunması câizdir. Dârülharbde müslümanın işlediği suç, günahtır; ama buna dârülislâmda ceza verilmez.