SULTAN ABDÜLHAMİD ve 1877 OSMANLI-RUS HARBİ
1876 Osmanlı tarihinin en buhranlı senelerinden birisidir. İki padişah tahttan indirilmiş, biri öldürülmüş, biri delirtilmiştir. Siyasi rejim değişmiş, büyük bir felaketin de tohumları atılmıştır.
Sultan II. Abdülhamid 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıktı. 13 Şubat 1878’e kadar geçen 1,5 sene, Padişah’ın şahsi idaresiyle alakasız bir devredir. Bu zaman zarfında iktidar, arkasına İngiltere’yi alıp, askeri ve sivil bürokrasiyi elinde tutan darbeci ekibin elindedir.
Sultan Hamid, 3 devre ayrılan 33 senelik saltanatının sadece 1878-1908 arası 30 yılından siyasi olarak mesuldür. Şahsen şiddetten nefret eden ve sulhsever Padişah, harbe taraftar değildi. Ama bunu önleyecek kudreti henüz elde edememişti.
Harb ve sulh
13 Nisan 1875’ten beri Hersek’te isyan vardı. Dağlık yerlerde cereyan ettiği için bastırılması gecikmişti. Tamamen haksız sebeplere dayanmayan bu isyan, Babıali’nin miskinliği sebebiyle büyüdü.
Askerî sevkiyatın bîtaraf Sırbistan ve Karadağ üzerinden yapılması bu iki devleti tedirgin etti. Harekatının kendilerine verdiği zararlardan dolayı Babıali’ye şikâyette bulundu. Babıali oralı olmadı.
2 Mayıs 1876’da Bulgaristan’da isyan çıktı. 2 Temmuz 1876’da Sırbistan ve Karadağ ile harb başladı. Ahalisinin çoğu gayrı müslim olan bu üç devlet o zaman kâğıt üzerinde Osmanlı Devleti’ne bağlı bulunan muhtar prensliklerdi.
Osman Paşa, Sırp ordusunu bozguna uğrattı ve tam Belgrad’a girecekken 31 Ekim 1876’da Rus ültimatomu üzerine Sırbistan ve Karadağ ile 2 aylık mütareke yapıldı. Babıali, Rusya ile harbi göze alamazdı.
Tersane Konferansı
19 Kasım 1876’da Mütercim Rüştü Paşa’nın istifası üzerine Mithat Paşa ikinci defa sadrazam oldu. 23 Aralık 1876'da Kanun-i Esasi (anayasa) ilan olundu.
Rusya’nın Rumeli meselesi bahanesiyle Osmanlı iç işlerine karışması, başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerini rahatsız etti. Kanun-i Esasi’nin ilan edildiği gün Tersane Konferansı toplandı.
Bu, aslında Osmanlı Devleti için büyük bir fırsattı. İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Almanya ve İtalya’nın İstanbul sefirlerinden müteşekkil toplantıda Safvet ve Edhem Paşa’lar Osmanlı murahhası idi.
Konferans 1 ay boyunca 9 celsede devam etti. Hersek isyanından sonra Sırbistan ve Karadağ ile yapılan harbde Osmanlıların ileri gittiği, harp bahanesiyle işgal edilen bu iki prensliğe ait toprakların iade edilmesi isteniyordu.
Mesele dönüp dolaşıp darbecilerin hüküm sürdüğü Sultan V. Murad’ın 3 aylık talihsiz saltanatına gelir. Sırbistan ve Karadağ ile harbe girilmeseydi, bu ikisinin talepleri müdara ile geçiştirilebilseydi, sonraki felaketlerin hiçbiri belki de yaşanmayacaktı.
Dört yüz kişi kalana kadar…
İngiliz hariciye nazırı Lord Salisbury, Osmanlı dostu ve Rus düşmanıydı. Osmanlıların mağlubiyeti halinde, Rusların nerde durdurulacağının meçhul olduğunu kavramıştı.
Rusya’da da Çar II. Aleksander harbe taraftar değildi. Ama Rus umumi efkarını yatıştırmak için Türklerden bazı tavizler bekleniyordu.
Lord Salisbury, harbi önlemek için bazı fedakarlıklar yapılması lazım geldiğini, Rusya ve Balkan devletleriyle, müttefiksiz, parasız ve mühimmatsız bir harbe girişmenin felaket olacağını Padişah’a arzetti. Padişah vükelayı toplayıp ordunun vaziyetini sordu, birbirine uymayan cevaplar aldı.
Buna rağmen vükela kendi arasında meseleyi müzakere edip harb kararını Padişah’a arzettiler. “Böyle tekliflerde harbetmek için askerin kuvvetine bakılmaz. Anadolu’ya dört yüz atlı ile geldik, yine dört yüz kişi kalıncaya kadar harbetmek lazımdır” dediler.
Taviz mukabili taviz
18 Ocak 1877’de Babıali’de 180 kişilik muvakkat bir Meclis-i Umumi toplandı. Tersane Konferansı kararlarını reddetti. Bu ret argümanları haklı olabilir, çünki hakikaten ağır diktelerdi. Osmanlı askeri ve sivil bürokratları, Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan’da bulunmayacaktı. Bu, Rumeli’de devletin siyasi haklarının iptali demekti.
Fakat İngiltere'nin tazyiki ile Rusya şartları o kadar hafifletti ki, Osmanlı Devleti’ne zaten resmen bağlı prensliklere az bir toprak bırakılmasını kâfi gördü. Bu tavizler yapılabilirdi. Çünki zaten ahalisi gayrı müslimlerden müteşekkil yerlerdi. Büyük resme bakıldığında, bunlar yine Osmanlı hududu içinde kalıyordu.
Milletlerarası münasebetler, güç nispetinde tavizler üzerine kuruludur. Tavizden kaçınan, yine bu tavizi vermek mecburiyetinde kalır, ama mukabilinde hiçbir şey alamaz. Nitekim Muhtar Paşa harbden evvel verdiği raporda, “Harbi kaybetmeden taviz vermek, harbi kaybettikten sonra taviz vermekten ehvendir” demiştir.
Bir kasaba uğruna
Padişah bir punduna getirip, 5 Şubat 1877’de Midhat Paşa’yı azlederek sınır dışına çıkardı. Yerine harb aleyhtarı zannettiği İbrahim Edhem Paşa’yı getirdi. Fakat bu da en büyük harb müdafii çıktı.
28 Şubat 1877’de Sırbistan ile sulh yapıldı. Prensliğin eski statüsü devam edecekti. Ancak Karadağ ve Hersek isyanı devam ediyordu. Bulgaristan ve Girit de diken üstündeydi.
19 Mart 1877’de ilk Osmanlı parlamentosu toplandı.
31 Mart 1877’de hem harb istemeyen hem de Devlet-i Aliyye’nin toprak tamamiyetini adeta Osmanlı bürokratlarından daha çok düşünen İngiltere’nin gayretleriyle Londra Protokolü imza edildi ve Tersane Konferansı hükümleri oldukça hafifletildi.
Büyük devletler, Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti sınırlarını garanti ediyordu. Buna mukabil Rumeli’deki gayrı müslim tebaanın vaziyetini ıslah için bazı adımlar atması bekleniyor, Hersek’ten, halkı Ortodoks iki kazanın Karadağ’a verilmesi isteniyordu.
Ne kadar vatanperver?
12 Nisan 1877’de dünyadan haberi olmayan meclis-i mebusan, Londra Protokolü’nü reddetti. Bir karış toprak vermemek uğruna, milyonlarca km2’lik toprağın ve halkın kaybını umursamayan meclis, böylece ne kadar vatanperver! olduğunu göstermiştir.
Bu sefer Çar devreye girdi. Sadece Nikşik kazasının Karadağ’a terki mukabili harbi önleyebileceğini Babıali’ye tebliğ etti. Bir kasaba olsun elde etmeden harbi durdurmanın, milli haysiyeti kıracağını ve halkın hoşnutsuzluğunu doğuracağını düşünüyordu.
Ama “gururlu” Edhem Paşa, bu son fırsatı da tepti. Gayrı müslimlerle meskûn bir kasabayı vermemek uğruna göze alınan harb ve memleketin uğradığı kayıplar akla ziyandır.
Hani 700 bin asker?
Lord Salisbury, Padişah’ı, vaziyete müdahaleye davet etti. Fakat Meşrutiyet padişahının eli kolu bağlıydı. Sultan Aziz’i deviren (tesbit edilebildiği kadarıyla) 60 küsur kişilik kadro, Avni, Rüşdü ve Midhat Paşa hariç olmak üzere hâlâ iş başındaydı.
Amcasını tahttan indirmiş, mallarını gasp etmiş, hanesini talana uğratmış, ailesini sokağa atmış, bir de öldürmüş, üstelik ağabeyini de delirtmiş adamlar, “Biz harb isteriz” deyince, yeni tahta çıkmış, tecrübesiz ve henüz yeri hiç de sağlam olmayan genç padişah bunlara ne diyebilir?
Padişah bu vetirede hastalanmış, çene ameliyatı geçirerek üç dişini çektirmişti. “Sıhhatim ve uykum kalmadı. Softalar saraya gelip nümayiş yapıyorlar” diyordu.
Vükelayı saraya çağırıp, “Hani 700 bin kişilik askerimizin haritalarda yerini gösterin” dediğinde, Serasker Redif Paşa’nın Osmanlı'nın hududlarını bilmediğinin ortaya çıktığını Cevdet Paşa anlatıyor.
Tüfeği kim ateşledi?
Mithat Paşa’nın damadı Refik Bey, harbden 40 sene sonra neşrettiği bir makalede, Mithat Paşa’yı temize çıkararak, Padişah ve o zamanki devlet ricalini suçlar. Mithat Paşa Londra Protokolü kararları gelmeden evvel sürgün edilmişti. “Eğer harb açılmasaydı, amme efkârında, Mithat Paşa olsaydı harbe girerdi, devletin haklarını korurdu” gibi bir kanaat hasıl olmasın diye harbe girildiğini garip bir şekilde iddia eder.
Halbuki Eğinli Said Paşa’nın da hatıratında yazdığı gibi bu işin en büyük mürevvici (şakşakçısı) Mithat Paşa’dır. Serasker Redif Paşa ve Mahmut Celaleddin Paşa da hemfikirdir.
Midhat Paşa, böyle bir harbin, İngiltere’nin yardımı ile kazanılacağını zannediyor; bu sayede Reşid Paşa’yı gölgede bırakacak bir nüfuz elde etmeyi umuyordu. Böylece dış siyaset hakkında en ufak bir doğru fikrinin bulunmadığını göstermiştir.
Cevdet Paşa: “Midhat Paşa sanki tüfeği doldurdu. Mahmud Paşa üst tetiğe çıkardı. Redif Paşa ateş etti. Bu üç kişi devleti felakete uğrattı” diyor.
Eğinli Said Paşa da, “Harbin vahim neticelerinden vükela, daha doğrusu bizim Mahmud Paşa ile Midhat Paşa mesul olmaz da bu âlemde acaba daha kim mesul olur?” demiştir.
Sultan Hamid’in muhaliflerinden Ali Ekrem (Bolayır), hatıralarında bu harbden dolayı Padişah’ı değil, Sadrazam Edhem Paşa’yı ve onu düşürmek şöyle dursun, harb kararını tasdik eden parlamentoyu itham eder.
Akl-ı selim ve insaf sahiplerinin, şu kronolojiye baktıklarında, Sultan Hamid'in bu harbdeki mevkiini hakkıyla tayin edecekleri beklenmez mi?
Önceki Yazılar
-
İNGİLTERE’Yİ İDARE EDEN GÜÇ ve ANKARA2.12.2024
-
TİCARET YAPACAKTINIZ DA KİM MÂNİ OLDU?25.11.2024
-
AVRUPA ÇEKİ VE HAVALEYİ MÜSLÜMANLARDAN ÖĞRENDİ18.11.2024
-
İYİ DÜELLO YAPANLAR, KÖTÜ ASKER OLURLAR!11.11.2024
-
Ankara ve İngiltere hattında HASSAS DENGELER4.11.2024
-
TERÖRÜN ALTIN ÇAĞI!28.10.2024
-
SULTAN HAMİD’İN TEK VÂRİSİ YAHUDİ DİŞÇİ!21.10.2024
-
CASUSLAR SAVAŞI14.10.2024
-
Türkiye ve İngiltere Hattında KAYIKÇI KAVGASI7.10.2024
-
ZAMAN SANA UYMAZSA SEN ZAMANA UY!30.09.2024