“SIKIN DİŞİNİZİ!”
Tek Parti Devri Ekonomisi
1920’ler Türkiye’si, iflas etmiş bir imparatorluğun küllerinden doğmaya çalışan yorgun bir ülke olarak lanse edilir. Halbuki cihan harbinden evvel memleket iyi kötü işleyen bir ekonomiye sahipti. Maliyenin sıkışıklığı, ekonominin de kötü olduğu manasına gelmez.
Harb, zaten bütün dünyayı alt üst etmişti. Sulh olunca herkeste bir ümit belirdi. Ziraat ve sanayi tekrar parlamaya başladı. Lozan Muahedesi ile yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti tanındı. Ama cumhuriyeti kuranlar için ekonomi, en az siyasi hakimiyet kadar ehemmiyetliydi.
Lozan’da müttefikler yeni kurdukları devlete ekonomik iltimas geçtiler. Borçlar yeniden yapılandırıldı. İmparatorluktan ayrılan devletlere pay edildi. Büyük kısmını teşkil eden Almanya’ya borçlar silindi. Kalan borçlar altın değil frank üzerinden taksite bağlandı ve sonra da krom olarak ödenmesi kabul edildi. Bu büyük kıyağın yanı sıra, Türkiye’den harb tazminatı istenmedi.

Kurtuluşun bedeli
Ecnebilerin ticari imtiyazları (kapitülasyonlar) 1914’te kaldırılmıştı. Bunun Lozan’da da kabulü için bir teminat icap ediyordu. 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde liberal ekonominin sinyalleri verilerek yabancı sermayeye göz kırpıldı. 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu ile yeni sanayi tesislerine muafiyetler tanındı.
Ancak bu sözde durulmadı. “Siyasal zaferi, iktisadi zaferle taçlandırmalıyız” deniyordu. Ama hür dünyada tatbik edilen ve ekonomik ilerlemenin vesilesi liberal ekonomi sözü rafa kaldırıldı. Halbuki Osmanlı Devleti’nde kontrollü liberal sistem cariydi.

Bunun yerine otoriter devletlerin pek sevdiği devletçilik, yani kontrollü sosyalizm tatbikata konuldu. Liberal Batı, Sovyet korkusundan buna göz yumdu. Halkın zenginleşmesinden endişe eden rejim, kendi kontrolündeki devleti, dolayısıyla kendi mensuplarını zengin etmeye ağırlık verdi. Azınlıkların tasfiyesi, hanedanın sürgünü ve vakıfların talanı hep bu endişe sebebiyledir.

Sermaye nerede?
Liberal ekonomi için sermaye birikimi lazımdır. Memleketteki az miktarda sermaye de böylece devletin eline veya kontrolüne geçti. Öte yandan otoriter sistem, yabancı sermayeyi ürküttü. Rejim, devletçiliğe bir cihetten mahkûm kaldı. Böylesi işine de geldi.
Türkler ticaretten uzak durduğu için, tüccar sınıfı büyük ölçüde gayri müslim vatandaşlardan müteşekkildi. Bunların bir kısmı harb sırasında ya göç etmiş/ettirilmiş ya da tasfiye olunmuştu. Son asırda ortaya çıkan Müslüman Türk burjuvazisi ise rejime karşı çıkabilirler diye baskı altına alındı.

İş Bankası’nı kurarak İstanbul sermayesini bertaraf eden rejim, kendisine sadık bir burjuvazi meydana getirmeye çalıştı. Ama kısa zamanda ortaya çıktı ki, bu iş ne teşvikle ne de hayalle yürüyordu. Bu sefer devlet, ekonomiye bizzat girmek lüzumunu hissetti. Devletçilik ideolojisini biraz gevşetmek lazım geldiğinde, İsmet İnönü’ye mukabil, liberal bilinen Celal Bayar öne çıkarılırdı.

Yükselen devletçilik
1930’lu yıllar, Türkiye ekonomisinde devletin ana aktör haline geldiği devirdir. Sovyetler’den ilhamla 1. ve 2. beş yıllık sanayi planları hazırlandı. Demir-çelik fabrikaları, şeker fabrikaları, tekstil sanayisi, yani temel endüstriler devlet eliyle kuruldu. Bu yıllarda kurulan Sümerbank, Etibank, SEKA gibi amme müesseseleri, bir yandan imalat yaparken bir yandan da halkı modernleştirmeye çalışan birer mektep gibiydi.
Fakat bu “başarı hikâyesi”nin arkasında, dışarıya kapalı, ithalatı kıstıkça ekonomisi küçülen, halkın istihlak (tüketim) seviyesini asgariye indiren bir sistem vardı. Kıtlıklar, karaborsa ve düşük maaşlar halkın gündelik hayatında hep vardı. Türkiye bir sanayi ülkesi oluyordu, ama bu safhada halk “tahammül” ederek yaşıyordu.

1929 dünya ekonomik buhranı, genç Türkiye’yi de vurdu. İhracat gelirleri düştü, döviz kıtlaştı. Bunun üzerine 1930’da Merkez Bankası kuruldu. Döviz ve para politikaları daha sıkı kontrol altına alındı.
1930’da çıkarılan Türk Parasını Koruma Kanunu, serbest ticaretten uzaklaşıp himayeci bir modele geçildiğinin işaretiydi. Bu kanun, uzun vadede Türk ekonomisinin dışa kapalılığını ve mahalli sermayeye aşırı bağlılığı artırdı. Bu kanunun ilan edilmeyen gayelerinden biri, ithalat ve ihracat yapan, bilhassa azınlık kesimin icabında iflahını kesebilmekti.

Harbin gölgesinde sıkıntı
II. Dünya Savaşı Türkiye’ye doğrudan tesir etmedi ama ekonomi harbde imişcesine zora girdi. Zirai istihsal (üretim) azaldı, kıtlıklar yaşandı. Ordunun ihtiyacı bahanesiyle köylünün elindeki mahsulün bir kısmına el kondu. Bir de o seneler yaşanan kuraklık buna eklenince, halk perişan oldu.
Planlı ekonomiden vazgeçildi. 1940’ta çıkarılan Milli Korunma Kanunu, hükümete fiyatları tespit, mahsullere el koyma, angarya (zorla çalıştırma) salahiyetleri veriyordu.

Devletin en münakaşalı tatbikatlarından biri, 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi oldu. Resmî maksadı harb zenginlerini vergilendirmekti. Ama tatbikatta gayrimüslim vatandaşlar hedef alındı. Bu, hem ekonominin moralini hem de sosyal barışı zedeledi. “Devlete para kazandırmak, ekonomiyi canlandırmaktan evvel gelir” sözü, maliyecilerin ideolojisi olarak bilinir. Halbuki, kalkınmış ülkede vergi alınır, ama her vergi alınan ülke kalkınmaz.
1940’larda halk karneyle un, şeker, gaz yağı, bez alırken, sırtını partiye dayamış zengin toprak sahipleri toprak ağalığına devam ediyor, köylü ise sabanın peşinde sürünüyordu. Bir ara toprak reformu münakaşaları alevlendi, ama hükümet büyük toprak sahiplerinin mukavemetine karşı ciddi bir adım atamadı. Atsa da o ekonomik konseptte bunun köylüye bir faydası olmayacağı belli bir şeydi.

Hayaller ve Hakikatler
1920-1950 devresi, Türkiye’nin ekonomik olarak ayakta kalma mücadelesidir. Bu devri sadece muvaffakiyetlerle anlatmak romantik bir hamaset olur. Hakikatte Türkiye, kendine has metotlarla ekonomiyi döndürmeye çalışırken, halktan büyük fedakârlıklar istemiş, sosyal refahı geri plana itmişti.
Fedakârlık, aslında rejim, yani iktidardakilerin menfaatleri için isteniyordu. Mutlu bir azınlık, umursuzca müreffeh ve emin bir hayat yaşıyordu. Aferist denilen ve devlet imkânlarıyla sırtı sıvazlanan bir grup, nüfuzlarını ekonomik menfaat için pazarlıyordu.

Ekonomide devlet öncülüğü, bir tercih değil, bir mecburiyet olarak lanse edilse de zamanla yerleşik bir modele dönüştü. Hususi sektörün önünü kesti. Yabancı sermaye emniyetsizlikle karşılandı. İhracat sınırlı kaldı. Ziraat iptidai usullerle sürdü.
Vaktiyle hususi sektör tarafından alınmış imtiyazlar birer birer iptal edildi. Şehir hatları vapurlarından yataklı vagonlara, Terkos suyundan havagazı şirketine kadar yerli veya yabancılar tarafından işletilen, üstelik devlete vergi veren şirketler, yüksek bedeller ödenerek devletleştirildi. Sonra da tek parti idarecilerinin arpalığına dönüştü.

Önceki Yazılar
-
İZNİK’TE BİR PAPA1.12.2025
-
BİZANS MI? DOĞU ROMA MI?24.11.2025
-
MAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI17.11.2025
-
ALATURKA MÜZİK YASAKLANIYOR…10.11.2025
-
KARADAĞ'A İSMİNİ OSMANLILAR VERDİ3.11.2025
-
İMAM EBU HANİFE’NİN DÜNYASI27.10.2025
-
ROTHSCHİLD’LER, OSMANLI’NIN SONUNU GETİRDİ!20.10.2025
-
GÖRÜCÜ SANDALYESİ
Anasına Bak Kızını Al!13.10.2025 -
AT FIŞKISINDAKİ ARPA
Muhacirlerin açlıkla imtihanı6.10.2025 -
Üç Cepheden Bir Millete
MUHACİRLİK NASIL BİR ŞEY!29.09.2025