Sual: Halifenin seçimle gelmesi gerekirken, Emevîlerden itibaren bu usul terk edilmiştir. Bunun meşru bir mesnedi var mıdır?
                                
                                
                                    Cevab: 
İslâm  hukukunda devlet başkanı (halîfe) “ehlü’l hall ve’l akd” denilen yüksek  seçmenler heyetinin seçimi (bi’ati) ile veya halîfenin istihlâfı, yani yerine  veliahd göstermesi yoluyla başa gelir. Hukukçular, cebren, zor kullanarak başa  geçen bir kimsenin halîfeliğini, eğer halîfelik şartlarını taşıyorsa, zaruret  ve maslahat sebebiyle meşru görmüşlerdir. Aksi takdirde devletin dirliği ve  milletin birliği bozulacaktır. Hulefâ-yı râşidîn devrinde, Asr-ı saadete  yakınlığı itibariyle, insanlar din ve ahlâk prensiplerine hürmetkâr idiler.  Adaletten ayrılmaz, hukuka kendiliklerinden itaat ederlerdi. Ancak bu devrin  sonunda vuku bulan feci hâdiseler, bilhassa üç râşid halîfenin katledilmesi, artık  insanların ancak zor kullanarak yola getirilebileceğini göstermiştir. 
  Şah  Veliyyullah Dehlevî diyor ki: Nitekim Hazret-i Peygamber’in üç türlü vazifesi  vardı: Birincisi, Kur’an-ı kerîm ahkâmını bütün insanlara tebliğ etmek,  bildirmek idi. İkincisi, Kur’an-ı kerîmin manevî ahkâmını, yani Allah’ın zâtına  ve sıfatlarına ait marifetleri, yalnız ümmetinin yüksek olanlarının kalblerine  yerleştirmektir. Buna ihsan (irşad, tasavvuf) denir. Üçüncüsü, Kur’an-ı  kerîmin  ahkâmını, vaaz ve nasihat ile  yapmayan müslümanlara, kuvvet kullanarak, zor ile yaptırmaktır. Buna saltanat  denir. Hazret-i Peygamber’den sonra gelen dört halîfeden her biri, bu üç  vazifeyi tam olarak başardı. Hazret-i Hasan’ın halifeliği zamanında, fitneler  çoğaldı. İslâmiyyet üç kıt’aya yayıldı. Resûlullah’ın nuru, yeryüzünden  uzaklaştı. Sahâbe-i kirâmın sayısı azaldı. İnsanlar artık baştakilere gönülden  itaat etmemeye başladı. Böylece bu üç vazifeyi, bir kişi yapamaz oldu. Bu üç  vazîfe, başka başka üç sınıfa ayrıldı. Usul ve fürû’ ahkâmını tebliğ vazifesi,  din imamlarına, yani müctehidlere verildi. Bu müctehidlerden iman bilgilerini  bildirenlere mütekellimîn; fıkıh bilgilerini bildirenlere fukahâ denildi.  İkinci vazife, Ehl-i beytin oniki imamına ve tasavvuf büyüklerine verildi.  Üçüncü vazife, yani dinin ahkâmını kuvvet, satvet ve saltanat ile yaptırmak  işi, meliklere ve sultanlara, yani hükûmetlere verildi. Böylelikle hilâfet  saltanata dönüşmüş oldu. Bu halifelere melik-i adûd denildi. Bunlara  mecâzen halîfe denilmiştir (İzâlet’ül-hafâ).  Melik-i adûdun ne demek olduğu Ömer Nasuhi Bilmen’in Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları adlı kitabında güzel izah edilmiştir. 
  Hilâfetin  saltanata dönüşeceğine, çeşitli hadîslerde de işaret vardır. Nitekim bunlardan  “Benden sonra hilâfet otuz senedir, sonra melikler gelir” hadîsi  meşhurdur. Bu söz, Hicret’in otuzuncu senesinden sonra fitnenin zuhur  edeceğine, insanların adaletten ayrılacağına, onların zorla yola  getirilebileceğine delâlet eder. Halîfeliğin saltanata dönüşmesi, sulh ve  sükûnun sağlanmasından sonra yeni fetihler ve medeniyetin inkişafını temin  ettiği için İslâm tarihinde çok müspet bir rol oynamıştır. Öyle ki, İslâm  devleti, maddî bakımdan, Dört Halîfeler devrinden bile çok daha yüksek bir  seviyeye gelmiştir. Bunun  için hukukçular, zorla başa geçen kimse, halîfelik sıfatlarını taşıyorsa meşru  halîfedir; taşımıyorsa da cemiyetin büyük zarara uğramaması için kendisine  ısyan  edilmez, hükmünü vermişlerdir.  Çünki zulmünden dolayı sultana isyan, her iki taraftan da çok kan dökülmesine  ve sultanın zulmünden daha çok zarara sebep olur (Berika). Kaldı ki zorla başa  geçen kimse, halîfelik için lüzumlu olan ilk ve en önemli  şart olan kudreti hâiz  olduğundan, eğer halîfelik için gereken, müslüman, erkek ve vücud tamamiyetini  hâiz olmak gibi asgarî şartları da taşıyorsa ve bilahare ehl-i hal ve akd  tarafından kendisine bi’at da edilmişse, artık ittifakla meşru halîfe hâline  gelir. Kur’an-ı kerîmde Tâlût kıssası anlatılırken, hükümdar olmak için asgarî  şartlar, “kudret ve siyaset ilmi” olarak tayin edilmiştir (Bakara 247).  Müfessirler: “Hükümdarlık, kumandanlık için esas olan şartlar bu ikisidir, yani  bilgi ve güçtür; peygamberlik veya irsen intikal şart değildir” diyor (Cessâs).  Mecelle’deki şu maddeler bu prensibe delâlet eder: “Ehven-i şerreyn ihtiyar  olunur” (m. 29) [İki kötülükle karşı karşıya kalındığında ehven olanı tercih  olunur]; “Def’-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır” (m. 30) [Kötülüklerin  giderilmesi, menfaatlerin celbedilmesinden önce gelir]; “Zarar-ı âmmı def için,  zarar-ı has ihtiyar olunur” (m. 26) [Umumî zararı gidermek için, hususî zarar  tercih edilir]; “Zarar-ı eşed zarar-ı ehaf ile izâle olunur” (m. 27) [Şiddetli  bir zarar, daha hafif bir zararla giderilir]; “İki fesad teâruz ettikde ehaffi  irtikâb ile a'zamının çaresine bakılır” (m. 28) [İki kötülük karşı karşıya  geldiğinde, hafif olanı işlenerek büyük olanının giderilmesine çalışılır].
  İbn Haldun,  Mukaddime adlı eserinde, halîfeliğin saltanata dönüşmesinin hangi  zaruret ve ihtiyaçlar altında gerçekleştiğini güzel anlatmaktadır. Bununla  beraber, modernistlerden ılımlı gibi görünenlerin bile alâmeti neredeyse İslâm  dünyasındaki inhitatı, başlıca hilâfetin saltanata dönüşmesi ve mezhebler  hukukunun hâkimiyeti ile izah etmek olmuştur. Halbuki İranlı Şiî bir yazar  Seyyid Hüseyn Nasr bile, dört halîfeden sonra Emevîlerin umumiyetle dünyevî  yöneticilere benzediğini söyledikten sonra, “Bunlarla modern bir tiran  arasındaki fark, günümüzde pekçok ülkede bizzat İslâm ahkâmını yıkma  girişiminde bulunulurken, Emevîler devrinde yine de İslâm hukukunun tatbik  edilmiş olmasıdır” diyor.
  Emevî  halîfeleri, yaygın propagandanın hilâfına, bir-ikisi hâriç, kötü kimseler  değillerdi. İçlerinde II. Muaviye, Abdülmelik, Ömer bin Abdülaziz gibi âlim ve  müttekileri ekseriyetteydi. Hânedânın kurucusu ise, Hazret-i Peygamber’in  kayınbiraderi ve vahy kâtipliği yapmış olan bir sahâbîdir. Bunların idaresiyle  İslâm ülkeleri her cihetten maddî ve manevî terakkîler göstermişti. Vatandaşlar  sulh ve refah içerisinde idiler. İstanbul ilk defa bunların zamanında kuşatılmış  ve Hazret-i Peygamber’in “Kayser’in şehrine ilk sefer eden ordu mağfiret  olunmuştur” hadîsinin müjdesine kavuşulmuştur (Buhârî). Bilhassa İspanya,  daha önceleri Gotlar elinde vahşi bir belde iken, Endülüs Emevî sultanlarının  emri altında, en güzel şekilde imar edilmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine  ulaşmıştı. İlim, sanat, ticaret, ziraat ve güzel ahlâka çok ehemmiyyet  verilmişti.  Avrupa’ya ilim ve estetik  kıvılcımı, ilk defa buradan sıçramıştır. Evet, Emevîler arasında sefih bir  hayat sürenler vardı. Ama bunların da millete bir zararları olmamış; ancak  kendi nefislerine zulmetmişlerdir. İslâm hukukçuları bunların zamanında  serbestçe ilmî faaliyette bulunarak fıkhı meydana getirdiler. Abbasî  tarihçileri, zamanlarının hükümetine yaranmak için, Emevîlerin hatalarını  şişirmiş, hatta bunları kötülemek için hadîs bile uydurmuşlardır. Bazı Osmanlı  tarihleri de, zaman yakınlığı ve sınır komşuluğu bakımından Abbasî  tarihlerinden tercüme edilmiş ve onların tesiri altında kalmış olduğundan, aynı  yanlışlıkları tekrarlamıştır. Şurası muhakkaktır ki, Abbasîler, Ehl-i beyte  karşı düşmanlıkta, Emevîleri kat kat geçmiştir. 
                                
                                    21 Haziran 2010 Pazartesi