Nakşibendiyye yolunun Abdulkâdir-i Geylânî’den de nasibi vardır. Abdulkâdir-i Geylânî hazretleri de bu yolun hocalarından birisi gibidir diye işittim. Bu doğru ise nasıl anlamak gerekir?
Gavsiyyet makamı itibariyledir. Oniki imamdan gelen velâyet nurları, Gavs’da toplanmış ve bu makam başka kimseye verilmemiş. Bu itibarla Nakşibendî tarikatı da Gavs’dan nasib sahibidir. Seyyid Abdülhakîm Arvasî’ye, “Abdülkadir-i Geylânî, Nakşibendî tarikatının büyüklerinden olmadığı halde, isminin hatm-i hâcegân silsilesinde zikredilmesi ve tarikata yeni girmiş birinin okuduğu Fâtihalara anılmasının sebebi nedir?” diye sorulmuş; O da aşağıda hülâsa ettiğimiz cevabı vermiştir.
Allahü teâlâya ulaştıran yollar ikidir: Birisi nübüvvet yoludur ve gireni aslın aslına kavuşturur. Bu yol ile kavuşanlar, bizzat Peygamberler ile onların sohbetiyle şereflenmiş zâtlardır. Ümmetin büyüklerinden bazı zâtlar da bunlar arasındadır. Bunlar az ve belki de azın azıdır. Bu yolda tavassut (aracılık) ve haylûlet (araya girme) yoktur. Bu yol ile ulaşanlardan her kim ki feyz alırsa, bir kimsenin aracılığı ile ulaşmaksızın nisbeti asıldan alır. Hiçbirisi diğerine engel olmaz.
Diğer yol, vilâyet yoludur. Aktâb, evtâd, nücebâ, büdelâ ve bütün diğer veliler bu yoldan vâsıl olmuşlardır. Bu yola sülûk yolu demişlerdir. Bu yolda tavassut vardır ve haylûlet lâzımdır. Birinci yolun reisi Fahr-i âlem sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemdir. İkinci yolun imamı Hazret-i Ali’dir. Resulullah’ın iki mübarek ayağı üzeredir. Hazret-i Fâtıma ve Hasen ile Hüseyn onunla ortaklardır. Her kim ki bu ikinci yol ile feyz ve hidâyete kavuşursa, Hazret-i Ali’nin tavassutu ile ulaşır. Zira onlar bu yolun sonundadır. Bu makam, onunla müteayyin olur, elde edilir.
Bu mansab, bu rütbe, Hazret-i Emîr’in neş’e-i rûhânîsinden başlar. Neş’e-i unsûrîsine kadar sürer. Neş’e-i unsurînin sonunda, yani vefatında bu büyük ve kıymetli mansab, Hazret-i Hasen ile Hüseyn’e, tertîb üzere verilir. Onlardan sonra bu büyük mansab, oniki imamdan her birisine tertib üzere verilir. Yani Hazret-i Emîr’in vefatından sonra Hazret-i Hasen’e, onun vefatından sonra Hüseyn’e, ondan sonra Zeynelâbidin’e, ondan sonra Muhammed Bâkır’a, ondan Ca’fer-i Sâdık’a, ondan Musa Kâzım’a, ondan Ali Rızâ’ya, ondan Muhammed Nakî’ye ve ondan Ali Askerî’ye, ondan Muhammed Mehdî’ye intikal eder. Ondan sonra bu büyük mansabın kimseye verildiği keşfen görülmez. Bu zâtalrın asırlarında ve vefatlarından sonra her kime ki bu vilâyet yolu ile feyz ve hidâyet nasib olur ise, bunların tavassutu ve haylûletiyle olur.
Aktâb, encâb ve evliyâullahın hepsinin sığınma yerleri onlardır. Etrafın, yani dâirenin merkeze bağlılığı gibidir. Tâ ki nöbet şeyh Abdülkadir Geylânî’ye gelince, bu mansab kendisine verildi. Ve zikr olunan imamlar ile Hazret-i Şeyh’in arasında hiç kimse bu merkezde görülmüyor. Hazret-i Şeyh’den başka kimseye de müyesser olmadı. “Efelet şümûsül-evvelîne ve şemsünâ ebeden alel ufuki’l ulâ lâ tağrub” (Bizden evvelkilerin güneşi battı. Bizimki ise ebediyen batmaz) sözü ile bu sırra işaret ediyor. Güneşten maksad, rüşd ve hidâyet feyzidir. Batmasından maksad, bu feyzlerin kesilmesidir. Yani vefatıdır. Zira vefatlarıyla kesilip, diğerine verilirdi. Hazret-i Şeyh’in vücûdü ile bu muamele onda karar buldu ve rüşd ve hidâyete kavuşmanın vâsıtası oldu. Ondan önceki oniki imam dahi böyle idi. Vilâyet yoluyla yeryüzünde feyz alma, rüşd ve iman hidâyeti dünyada var oldukça devam eder. Demek olur ki Hazret-i Şeyh, vücûd-i unsûrîden sonra âlemin inkırazına (çöküşüne) kadar bu mansabın sâhibidir. Kendisinin mezkûr beytinden bu ma’nâ anlaşılır.


1 Ekim 2012 Pazartesi
Alakalı Başlıklar