BAL TUTAN PARMAĞINI YALAR!

Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
13 Kasım 2023 Pazartesi
13.11.2023

İktidar hırsı sadece insanlara hâkim olmak hissinden değil, yükünü tutma saikine de dayanır. Tarihte her zaman her yerde muayyen bir mevkiye gelen kişilerden gayrı meşru bir şekilde servet sahibi olanlar çıkmıştır. Her ne kadar para ile imanın kimde olduğu bilinmez dense de bu servet meraklı gözlerden gizli kalamaz. Halkın, hicivci şairlerin ve tarihçilerin dillerine düşer.

Şayet bu işe, büyüğünden küçüğüne, halk da iştirak etmişse, tabii bile karşılanır. “Bal tutan parmağını yalar” veya “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” tabirleriyle yürekler ferahlatılır. Bal tutup parmağını yalayanla, deveyi hamuduyla yutan, kendilerini aynı gemide hisseder. Napoléon’un “Paris’te hâlâ namuslu insanlar var. Ama çok pahalı!” dediği rivayet edilir.

İnsan ve İhsan

Osmanlı hükümeti, yüksek memurlara iyi para verirdi. Çoğu zaten o devrin düzeni itibariyle ya iyi bir miras tevarüs etmiştir, ya da gelir getiren geniş arazilere sahiptir. Bu sebeple yolsuzluğa pek ihtiyaç duyulmaz.

Kaldı ki kul sistemi icabı ölünce mirasları hazineye intikal eder, yani millete geri döner. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı veziriazam Rüstem Paşa’nın dillere destan serveti, vefat ettiğinde hazineye dönmüştür.

Eski devirde bir kişinin zenginliği, muhakkak halka sirayet ederdi. Zenginlerle fakirler aynı mahallerde otururdu. Rical konaklarında yüzlerce kişi yaşar, çalışır veya konağa mal satardı. Böylece servet, muntazam bir şekilde tekrar halka dağılırdı.

Hemen her hükümdar gibi Sultan Hamid de insanları ihsanlarla kendine bağlamak siyaseti takip ederdi. Şahsi hazinesinden (devletin değil) herkese atiyeler verir, “el-insan abîdü’l-ihsan”, yani insan ihsanın kulcağızıdır kaidesince, sadakatlerini satın aldığını düşünürdü.

Bunun pek de doğru olmadığı sonra anlaşıldı. Nimet-i seniye ile perverde olmuş (beslenmiş) niceleri, Padişah’ın ikbal yıldızı sönünce, hıyanette de başı çektiler.

BAL TUTAN PARMAĞINI YALAR!

Sadık burjuvalar

1909’da Yıldız Sarayı yağma edildi. Ardından Sultan Hamid’in şahsi servetine el konuldu. Sıra vakıflara geldi. Pek çok vakıf eseri maliye hazinesine, oradan da şahsi mülke dönüştürüldü.

1912’de Ege ve Karadeniz Rumları’nın, 1915’te de Ermeni ve Süryaniler’in tehciriyle, geride kalan malları (emval-i metruke), İttihatçıların zenginleşmesinin en mühim kaynağı oldu. Harb esnasındaki yolsuzluklar ise, Müslüman halkın felaketini doğurdu. İttihatçılar, kendilerine sadık küçük bir kitleyi zengin edip hususi bir burjuvazi meydana getirmeye çalıştılar.

İttihatçı erkandan Ali İhsan Sabis Paşa hatıralarında anlatıyor: “İttihat ve Terakki umumi ve mesul kâtibi Mithat Şükrü Bey, Tanin matbaasında oturuyordu. Muhiddin Bey yazı işleri müdürüydü. Hüseyin Cahit Bey, bir müddet sonra Tanin gazetesini İttihat ve Terakki umumi merkezine satmış. Mebusan Meclisi ikinci reisi olmuş; bir müddet sonra men-i ihtikar (karaborsacılığı önleme) komisyonu reisliğini ve daha sonra binlerce lira aylık almış ve fakat harb için, vatanı müdafaa için kılını bile feda etmemiş veya oynatmamıştı.

I. Dünya Harbi’ndeki idari yolsuzluklar bir zaman o dereceye varmıştı ki, nihayet Talat Paşa, harbin sonunda, İttihat ve Terakki’yi feshedeceği zaman, söylediği nutkunda şu hakikatleri itirafa mecbur kalmıştı: ‘Beklendiğinden daha fazla devam eden harb, nakliye ve ticaret işlerinde ve ihtiyaç maddelerinin tevziinde yolsuzluklar meydana getirmiştir. Bugün bunları inkara imkân yoktur. Yolsuzlukları cezalandırmak hükümetin elbette vazifesi idi. Bu vazife ifa edilmemiştir.

Bu ihmalden kimlerin mesul olduğu malumdur. Bu mesuller biziz ve hareketlerimizin bütün mesuliyetini çekmeğe hazırız. Yolsuzluklar çok umumi bir şekil almıştı. Birçok memurların, askerin ve tüccarın işin içinde parmağı vardı. Bu kimseleri tevkif etseydik, bir takım mesai arkadaşlarından kendimizi mahrum edecektik. Bunun için mesulleri cezalandırmağı harbin sonuna bıraktık.’ Bu iş yapılamamıştır.”

BAL TUTAN PARMAĞINI YALAR!

Vagon ticareti

Harb esnasında halk süpürge tohumundan ekmek yerken, İttihatçılar ve sempatizanları, vagon ticareti ve karaborsacılık sayesinde zengin oldu. Herkesin bulamadığı bulgura Enver Paşa pirinci dendi.

Harb esnasında tren vagonları, asker ve cephane nakliyatına tahsis edilmişti. Almanya’nın verdiği vagonlara rağmen, gıda maddelerinin nakline yetmiyordu. Bu da pahalılık ve kıtlığa yol açtı.

Haftada 2-3 vagon ancak tahsis edilebiliyordu. Bu vagonlar da rejime sadık kişilere peşkeş çekiliyor; bu sayede binlerce liralık kazanç elde ediyorlardı. Bunlar içinde fırka ileri gelenleri, valiler, bürokratlar da vardı.

Fışkıdaki arpa

Ordunun levazım amiri Topal İsmail Hakkı Paşa ve iaşe nazırı Kara Kemal (Küçük Efendi), bu işlerin başındaki iki isimdi. İkisinin de yolsuzluğu ayyuka çıktığı halde, makamlarında tutulmuştur. “Büyük Efendi” Talat Paşa, bir yalan dolan mecmuası hüviyetindeki hatıratında bile bunu itiraf eder.

Cephedeki asker, Nazım Hikmet’in tabiriyle “beygir fışkısından arpa ayıklarken”, askeri beslemek ve donatmaktan mesul Topal İsmail, askere gidecek malzemeden vurgun vurup servetine servet katmakla meşguldü. İaşe müfettişi kimdi dersiniz? Talat’ın bankeri Emanuel Karaso. Bu sayede o da zengin bir armatör olmuştur.

Başlarda Ankara hareketinin en büyük destekçisi olan Kara Kemal, 1926’da Gazi’ye suikasttan idama mahkûm oldu, yakalanacağını anlayınca intihar etti. Topal İsmail ise, ömrünün sonunda, kaldığı otel odasına 200 lira borç takıp, Erenköy’deki teyzesinin kulübesine sığınarak burada sefalet içinde öldü. Cenazesini belediye kaldırdı.

Topal İsmail Paşa - Enver ile M.Kemal arasında
Topal İsmail Paşa - Enver ile M.Kemal arasında

Türedi zengin

Refik Halid der ki: “Sultan Hamid devrinde, kuşağında veya koynunda gizlice getirdiği bir miktar altın sermaye ile bir köylünün, birkaç sene zarfında, düğününe nazırlar gelecek kadar mevki, servet yapmış bir tüccar olması imkânsızdı.

Yani şu harp yıllarındaki gibi çarçabuk milyoner ve nüfuz sahibi kesilmesi olacak şey değildi. Zira ticaret âlemi o devirde ananelere bağlı, zenginlik ise zamana muhtaçtı. Türedi iş adamı çok güç ve çok geç yetişirdi.”

Hükümet buna neden göz yumuyordu? Faşist ideolojilerde devlet, mukaddes; ferdler ise bu uğurda feda edilecek ehemmiyetsiz varlıklardır. İktidar partisi; devleti ve vatanı kendisiyle aynileştirmiştir. Halk bizi sevmez veya seçmez gibi bir endişeleri yoktur. Ordu ellerindedir. “Devlet, millet, vatan, ordu, din, ezan, bayrak, padişah…” dedikleri zaman kastettikleri kendileridir.

Efendiler nereye?

Böylece birkaç kişinin menfaati için binlerce kişi açlık ve sefalete gömüldü. İkdam gazetesi, harb esnasında “ihtikâr orağı 100 bin kişiyi biçmiştir” diye yazdı. O devri yaşamış muharrirler, bunların sosyal bünyede açtığı yaralara eserlerinde dikkat çeker.

Refik Halid’in “Efendiler nereye?” serlevhalı yazısı bir şaheserdir: “Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye? Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar... Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?”

Hüseyin Rahmi, Evlere Şenlik kitabında da bunların dönüşünü hikâye eder: “Halkın parasını dolaba koyan çapulcu siyasiler! Bazılarınız milletin gözyaşı imbiğinden çektiğiniz servetlerle kasalarınız dolu, suratlarınız tertemiz, lordlar gibi menfalarınızdan avdet ettiniz. Kanına ekmek doğradığınız Türklerin arasına yine katıştınız.” Reşat Nuri’nin Gizli El romanı, İttihatçıların yolsuzluklarını ve millet cephede kırılırken yaşadığı sefihane eğlenceleri anlatır.

Hân-ı Yağma

İttihatçıların rehberi mesabesindeki Tevfik Fikret, sonra bu yüzden bunlardan yüz çevirmiş ve meşhur Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası) şiirini yazmıştır:

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir,
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?

Verir zavallı memleket, verir ne varsa malını,
Hemen yutun düşünmeyin haramını helalini.

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak,
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak.

Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Niçin düştüler?

Yakın zamanda açılan MI6 vesikalarına göre, harbden çekilmesi için Enver Paşa’ya silah tüccarı Basil Zaharof vasıtasıyla 25 milyon dolar rüşvet teklif edildi. Enver, bunu kabul etti. 2 milyon New York’taki Morgan’s Bank’a yatırılacak; bunun 500 binini kendisi alacak, gerisini arkadaşlarına taksim edecekti. Para yattıkça, Irak, Filistin, Suriye ve Çanakkale’deki birlikler peyderpey çekilecekti. Son taksit mütareke imzalandıktan sonra ödenecekti. Bu arada Türklerin Bağdad’a taarruz edip kazanma ümidi doğunca, teşebbüs geri kaldı. Enver, Kasım 1917’de hesabına yatırılan paranın bir kısmını 1918 başında iade etti.

Başta İttihatçıların arasında yer alan Rıza Nur der ki: “Enver, Harb-i Umumi'de Harbiye Nazırlığı’nda müthiş bir irtikap yapmış; şuna-buna binlerce altın vermiştir. Bilhassa dönmeler çok paralar alıp yemişlerdir. Enver bu mevkide kibir ve azametin raddesine varmış, su gibi herkese ihsanlar dağıtmıştır. Yalnız kendi şahsına Harbiye Bütçesi’nden bir milyon altın almış, kendisi de başkalarından kıymetli hediyeler kabul etmiştir. Mesela çocuğu doğunca kendisine gümüşten banyo takımı hediye edilmiştir. İttihatçılar niçin düştüler, niçin mahv u perişan oldular, niçin memleketi inkıraz mezarına koydular? İşte, reculleri böyle ahmaktı. Hem ahmak, hem de cahildiler; hem de dönmelerin, yahudilerin avucunda idiler. Mesela, Talat’ın en baş müşaviri ve sırdaşı yahudi Metrsalem idi. En baş dostu, yahudi Karasu idi. Yapacağını bunlara sorardı. İkisini de müthiş zengin etmiştir” (Hayat ve Hatıratım, II/809-811).

Bulgur Palas
Bulgur Palas

Bulgur Palas

Samiha Ayverdi anlatır: “Babam 1914-1918 Birinci Cihan Harbi’nden evvel emekli olmuş bulunmasına rağmen harp çıkınca yeniden askere alınıp levazımata verilmişti. O kıtlık, açlık, ateş, kan ve türlü ızdıraba karşılık bir de hezimet ve mağlubiyet haberleriyle daha da perişan olan İstanbul halkını büsbütün çileden çıkaran, harp zengini denen sınıfın gaddarlık ve hırsızlığı idi. Öyle ki birçokları için nimetlenmeğe bundan elverişli bir fırsat olamazdı.

Etin, şekerin ve unun adını çoktan unutmuştuk. Fakat harp zengini denen bir zümre, beylikten [devletten] vagon ele geçirip, Adana ve havalisinden buğday getirterek, el altından beyaz ekmek yapılmak üzere satıyor, vesika ile 50 paraya alınan ekmeğe 25 kuruş talep ediyorlardı. İşte bu yüzden de halk esprisi, bu can yakıcı zümre mensupları ile için için ‘harp zengini’ diye alay ediyordu. Mesela Bolu Mebusu Habib Bey’in [Fatih’teki konağının] lakabı, Bulgur Palas’tı. Kimine ise Topal Hırsız [ordunun iaşesine bakan levazım reisi Topal İsmail Hakkı Paşa] adı takılmıştı.

Bu arada babam devrin meşhurlarından levazım reisi İsmail Hakkı Paşa’dan bir darbe yedi. Şöyle ki: Kadıköy fırınlarında un veren Acemyan ismindeki Ermeni tüccarın hileli muamelelerine göz yummayan babam, bir türlü bu adamla başa çıkamıyor, neticede de geçinemiyordu. Zaten halka yedirilen ekmek, kahverengi, ıslak ve içinde öğütülmüş mısır koçanı ve süpürge tohumu ile mısır unundan mürekkep bir acayip madde idi. Demek ki Acemyan, hayvanların bile zor yiyebileceği bu hamurun kalitesini daha da düşürüp kötületerek bir kat daha kârını arttırmak için uğraşıyor ve babam da bu yüzden onunla mücadele ediyordu.

Gürültü ile geçen aylardan sonra bir gün levazım reisi İsmail Hakkı Paşa babamı çağırarak ‘Hakkı Bey, Acemyanla anlaş!’ teklifinde bulundu. Babam ise bu teklifin bir tehdit olduğunu anlamış bulunmasına rağmen, ‘Hayır paşam, anlaşamam. O bir hırsız’ cevabını verince paşa, ‘Öyleyse istifa et!’ emrini veriyor. Böylece de babamı bir başka tarafa naklediyorlar.” (Ne İdik Ne Olduk, 129-130)