Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • Aktüel
    • Akademik
    • English
    • Arabic
    • Diğer Diller
  • Programlar
    • Televizyon
    • Radyo
    • Youtube
  • Yazışmalar
    • Tüm Sualler
    • Sual Başlıkları
    • Sual Gönder
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder

Sual Başlıkları

“ Tefsir”

için arama neticeleri gösteriliyor
  • Sual: Mâide Suresi’nde abdesti anlatırken ayaklara mesh edin diye mi yazıyor? Bu âyet-i kerime muhkem mi, yoksa müteşâbih midir?
    Cevab: Meselenin, bu âyetin muhkem veya müteşâbih olmasıyla alâkası yoktur. Âyet-i kerimede ayaklara meshedin demiyor; ayakları yıkayın diyor. Şiîler bu âyet-i kerimedeki ercüleküm kelimesini ercüliküm diye okuyarak başa meshedildiği gibi, ayakların da meshedileceğini söylüyor. Halbuki eshab-ı kiram, Hazret-i Peygamber’in ayaklarını yıkadığını, ancak mest giydiği zaman meshettiğini ittifakla rivayet ediyor. Kıraat imamları da bu âyet-i kerimenin ercüleküm diye okunacağını, dolayısıyla ayakların yıkanacağını söylüyor. Sonra gelen bütün âlimler de böyle bildiriyor. Bir tek Şia, sahabilerin müslümanlığına inanmadıkları için bu icmayı kabul etmiyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hazret-i İsa’nın tekrar dünyaya geleceği, Hanefî mezhebine göre amel edeceğini söyleyenler var. Halbuki Allah Kur'an’ın hiç bir yerinde İsa’yı tekrar diriltip kıyamet alâmeti olarak yollayacağım demiyor. Bu kadar önemli bir konu insanların yorumlarına bırakılamaz. Peygamberime atfedilen hadisler birbirinden uydurma ve komikdir. “Haçı kıracakmış, domuzu öldürecekmiş. Allah zaten domuzu yasaklıyor. Allah ben isteseydim herkesi imanlı yapardım diyor. Bunun için niye İsa veya mehdiler gelsin. Tüm bunlar Kur’an’ın ve Hazret-i Muhammed’in değerini, ebediliğini maksatlı olarak sulandırmaktır. Yahudi ve Hıristiyanların İslâmı yaralama çabalarına alet olmaktır.
    Cevab:

    Hazreti İsa’nın geleceği Kuranı kerim ayetlerinde üstü örtülü olarak bildiriliyor. Bir ayeti kerimede Hazreti İsa’nın diri olarak göğe kaldırıldığı bildiriliyor. Bir başkasında da (Nisa 159) kıyamete yakın Hazreti İsa vefat etmeden önce bütün ehli kitabın ona hakiki olarak iman edeceği bildiriliyor. Ehli kitab Yahudi ve Hıristiyanlardır. Yahudiler Hazreti İsa’ya peygamber olarak kabul etmediler. Hıristiyanlar da üçün biri olarak gördüler. Kıyamete yakın Hazreti İsa gökten dünyaya inecek. Hazreti Mehdi ile beraber dünyaya hakim olacak. Böylece bir Müslüman hakimiyeti kurulacak. Hıristiyanlar biz Hazreti İsaya inanıyoruz diye kendilerine müddet verilmişti. Yahudiler ise biz Mesih bekliyorduk ama bu İsa değildi demişler, bu sebeple kendilerine mühlet verilmişti. Kıyamete yakın bu mühlet sona erecektir. Hazreti İsa her iki taifeye de hakikati bildirecektir. Böylece Ehli kitab bu hakikati görüp ona hakkıyla iman edeceklerdir. Domuzu öldürmesi, haçı kırması da, Hıristiyanların dinlerinin gereği gibi yaptıkları işlerin aslında makbul olmadığını gösteren sembolik ifadelerdir. Domuzu Kuranı kerim yasaklamış ama Hıristiyanlar bize helaldir diyorlardı. Hazreti İsa öyle olmadığını gösterecek.
    Hazreti İsa yeryüzüne inmeyecekse, bu ayeti kerime niye indirilmiş? İslamiyeti öğrenmede Kuranı kerim tek kaynak olmadığı malumdur. Hazreti Peygamber, buradaki bilgileri açıklayan ve ilave bilgiler veren sözler söylemiştir. Hazreti Muhammed,, vefat ettiği yere, yani zevcesi Hazreti Aişe’nin odasına defnolundu. Sonra Hazreti Ebubekr, sonra da Hazreti Ömer buraya defnolundu. Burada tek kişilik bir yer kaldı. Hazreti Aişe vefat ettiğinde Baki kabristanına defnolundu. Niçin? Çünki bütün sahabiler, Hazreti İsa’nın kıyamete yakın dünyaya inip, yaşayıp, vefat edip, buraya gömüleceğini biliyorlardı. Kimden öğrenmişlerdi? Hazreti Peygamberden. Demek ki ilk Müslümanlar bile Hazreti İsa’nın geleceğinde tereddüt etmemişti. Müslümanlar, Hazreti İsanın mezarının yerini bile biliyorlar. Bu kadar hakikati inkar edenin delil getirmesi gerekir. Buna dair hadisler uydurmadır demek ilmî bir yaklaşım değildir, yetmez.
    Hıristiyanlar da Hazreti İsa’nın ineceğine inanıyorlar. Dinleri tahrife uğramış olsa bile burası doğru. Yahudiler de böyle bir mesihin geleceğine inanıyorlar. Bu neredeyse tevatür halini almış bir husus. Böyle bir şey Cenabı Hakkın kudreti dışında değil ki..
    Hazreti İsa’nın yeryüzüne inmesi, kıyamete dair diğer bilgiler insanlar için çok da lâzım bilgiler değildir ki Kuranı kerimde teferruatıyla düzenlensin. İnsanlara doğru biri iman ve doğru bir amel emredilmiştir. Bunu öğrenip yapmak vazifedir. Bunu yapmayan, Hazreti İsa’nın geleceğini bilse ne yazar, bilmese ne yazar?

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Araf mefhumu İslâmiyette var mıdır? Varsa ne mânâya gelmektedir?
    Cevab:

    A’râf, Cennet ile cehennemi birbirinden ayıran yerdeki sûrun yüksek kısmının adıdır. Kur’an-ı kerimde bu isimli bir sûre vardır.

    Ashâbü’l-a’râf (a’rafta kalacak olanlar) tefsirlerde şöyle tarif ediliyor: Hasenatı ile seyyiatı birbirine eşit olan müminler, hemen cennete veya cehenneme konulmayıp ikisi arasında bir müddet bekleyecek, sonra Allah'ın lutfuyla cennete girecektir. Tefsirlerde başka tarifler de vardır. Âhirette müminlerle kâfirleri yüzlerinden tanıyacak olan melekler; Cennet ve cehennem ehlini birbirinden ayırarak haklarında şahadette bulunacak olan peygamberler, şehidler ve âlimler gibi zâtlar; Cennete veya cehenneme girmeyi gerektirecek halde olmayan belli kişiler (Herhangi bir peygamberin tebliğini duymadan ölenler, müşriklerin bulûğ çağından önce ölen çocukları veya gayri meşru evlilikten doğan çocuklar). 

    Ancak sahih olan birinci tariftir. Nitekim âyet-i kerimelerde amelleri ağır gelenlerle hafif gelenlerin vaziyeti açıkça belli olduğu halde, günahları sevaplarına eşit olanların akıbeti hakkında bir beyan yoktur. Muhtemelen bunlar a’râftakilerdir. A'râf sûresinin 46 ve 47. Âyet-i kerimelerinde a'râfta bulunanlar, Cennete girmeyi şiddetle arzu ettikleri halde, oraya henüz girmeden Cennetlikleri selâmlar, gözleri Cehennem ehline çevrilince, “Rabbimiz, bizi bu zâlimler zümresiyle beraber bulundurma” diye dua ederler.  Hasenatı ile seyyiatı müsavi olanların a’râfta kalacağına dair bir de hadîs-i şerif vardır. 

    Hıristiyanlar da a’râfı kabul eder ve vaftiz olmadan evvel ölen Hıristiyan çocuklarının kalacakları yer olarak tasvir eder. Mutezile mezhebinde de büyük günah işleyen Müslümanlar cennet ile cehennem arasında bir yerde kalır.

    Bir de berzah vardır. Boğaz manasına gelen bir coğrafi tabirdir. İki şey arasındaki engeli de ifade eder. Dinde ölümden yeniden dirilmeye kadar olan ara devreye berzah denir. Kur’an-ı kerimde de geçer. Bu zamanda insanlar hayırlı ameller yapmak için dünyaya tekrar geri dönmek isteyecek, fakat kabul edilmeyecektir. Tasavvufta âlem-i şahadet (âlem-i halk) ile âlem-i emr (âlem-i gayb) arasındaki köprüyü ifade eder.

    30 Mayıs 2011 Pazartesi
  • Sual: İrem ismini koymak uygun mudur?
    Cevab: İrem Kur’an-ı kerimde geçer: “Görmedin mi yüksek direkli İrem'e rabbin ne yaptı?” (Fecr Suresi 7. âyet). İrem, Âd kavminin atasıdır. Veya Âd kavmine mensup bir kabiledir. Yüksek direkli tabiri, sütunlarıyla meşhur bir şehir inşa ettikleri veya uzun boylu oldukları yahut güç sahibi bulundukları manasınadır. Benzeri yaratılmamış bir kavim idi.
    Âd kavmi 23 kabileden meydana gelir. Yemen ile Şam arasında yaşamışlardır. Uzun boylu, iri yarı, güçlü ve uzun yaşayan insanlardı. Bulundukları beldenin toprağı gayet münbit ve yağmuru bol idi. Her taraf yemyeşil, bağlar, bahçeler, rengârenk çiçekler, göz alabildiğince meyve ağaçları vardı. Adım başı pınarlar, akarsular bulunurdu. Bu belde İrem diye tanınmıştır. Büyük kaya parçalarını yontarak sütunlar haline getirip, muazzam binalar yaparlardı. Bu süslü binaların içinde havuzlar ve bahçeler bulunurdu. Zamanla aralarında fitne ve fesat yayıldı. Hazret-i Hud kendilerine peygamber olarak gönderildi. Fakat Rabbin davetini kabul etmedikleri için büyük bir kıtlık ile helâk edildiler.
    İrem kelimesinin manası ve tarihî menşei hakkında tefsirlerde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İrem, bu kelimeyi erame şeklinde okuyan Mücâhid, Dahhâk ve Katâde gibi âlimlere göre alâmet, bayrak demektir. İbni Abbas’tan bir rivayette ise helak olmak manasına gelir. Erime benu fülanun, filanın oğulları helâk oldu demektir. İmam Mücâhid’e göre İrem eski bir ümmettin. İrem kelimesinin manası da kadim (eski) veya güçlü demektir.
    Tarihçi İbni İshak, İrem’in Hazret-i Nuh'un oğlu Sam olduğunu söyler. Atâ’nın İbni Abbas’tan rivayetine göre Sam’ın oğludur. O halde Âd da İrem’in oğlu veya torunudur. Amâlika kavmi ve Medine (Yesrib) yerlileri bu soydandır. İrem’in bu kavimin atası veya annesi olduğu da rivayet edilir. Çünki hem müzekker, hem müennestir (maskülen-feminen). Yüksek direkli İrem’in bir benzeri daha evvel yaratılmamıştı” kavl-i celilinden dolayı İrem’in bir şehir olduğunu söyleyenler de vardır. Bağ-ı İrem “İrem bağları” lisanımızda meşhurdur. (Tefsir-i Kurtubî)
    Şu halde, İrem ismini erkek veya kız çocuğa koymanın şer'en bir mahzuru yoktur. Çocuğa güzel bir isim konması Hazret-i Peygamber’in emridir. Ancak İrem, anıldığı zaman, Kur’an-ı kerimde helâk edilmiş bir kavim hatıra gelmektedir. Bu sebeple çocuğa bu ismi vermemek daha iyidir.
    21 Eylül 2011 Çarşamba
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in anne, baba, dede ve amcasının Hanîf dininde olduğu ve Hazret-i İbrahim’in şeriatına uyduğu bilinmektedir. Her peygamberin şeriatı kendisinden önceki peygamberlerin şeriatını nesh ettiğine göre, bunların Hazret-i Peygamber’den önceki son peygamber Hazret-i İsa’nın dininde olmaları gerekmez meydi?
    Cevab:

    Yaygın kanaat, Hazret-i Muhammed’in kendisine peygamberlik bildirilmeden önce eski şeriatların hükümleriyle amel etmediği istikametindedir. Hanefî ve Şâfi’îlerin bir kısmı bu görüştedir. Buna göre, Hazret-i Peygamber, eski şeriatlarda da bulunduğu bilinen Kâbe’yi tavaf, leş yememek gibi bir takım işleri, maslahat sebebiyle ya da teberrüken (bereketlenmek için) veya kendi aklıyla güzel bulduğu için yapmıştı. Hazret-i Peygamber’den önceki devir fetret devri idi ve önceki şeriatların hükümlerinin kendisine ulaştığına dâir bir bilgi de yoktur. Eski peygamberlerin şeriatlarının unutulduğu ve uzun süre peygamber gönderilmeyen zaman aralığına fetret devri denir. Bu devirde yaşayan insanlar prensip itibariyle dinî emirlerle mükellef tutulamazlar. Hazret-i İsa ile Hazret-i Muhammed’in arası bir fetret devridir. Bir başka deyişle Hazret-i İsa’nın getirdiği şeriat unutulmuş, hatta mukaddes kitabı İncil bile tahrife uğramıştır. Tevrat için de aynı şey söylenebilir.

    Peygamberler, umumiyetle şeriatların unutulduğu zamanlarda gönderilirler. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in eski şeriatlarla amel etmesi mümkün değildir. Çünki peygamber gönderilmeden dinin füruu, yani şeriatla mükellefiyetten bahsedilemez. Ancak dinin aslı, yani iman bahse konu olabilir. Hazret-i Muhammed’in bi’setten (peygamberliği kendisine bildirilmeden) önceki hâli bilinmektedir. Kendisinden böyle başka bir şeriatla amel ettiği hususunda bir nakil, bir söz bize gelmemiştir. Kaldı ki böyle bir şey olsaydı, bu şeriatların bağlıları, mesela Yahudi veya Hıristiyanlar, bi’setten sonra O’nun kendilerine ve kendi şeriatlarına nisbetini iftiharla bildirirlerdi ki, böyle bir şey de bahis mevzuu değildir. (Serahsî, Usul, II/100-101; Âmidî, Usul, IV/121-123; Gazâlî, Mustasfa, I/132;  Hâdimî, Mecami, 211; Keşfü’l-Esrârı Pezdevî, III/932 vd; İbnü’l-Hümâm, Tahrir, 359.)

    Hazret-i Muhammed’in annesi, babası, dedesi ve amcası Hazret-i İbrahim’in inancında birer mümin idi. Bu dinden kendilerine intikal eden bazı amel esaslarına göre de ibâdet ederlerdi. Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa daha sonra geldiği halde, bunlar Yahudi veya Hıristiyan dinine girmiş değillerdi. Çünki bu dinler Arabistan’da doğru bir şekilde tebliğ edilmiş değildi. Bir dinin hükümleri doğru bir şekilde tebliğ edilmemişse, bu hükümlerin insanları bağlamayacağı açıktır. Böyle bir zamanda insanlar sadece iman ile mükelleftir. Fetret devri prensibi bunu gerektirir.

    Hazret-i İsa’nın gelişinin üzerinden uzun asırlar geçmiş, bu dinin esasları unutulmuştu. Arabistan’da tek tük Hıristiyanlar vardı. Hazret-i Muhammed’in peygamberliğine ilk inananlardan ve Hazret-i Hadice’nin amcası oğlu Varaka bin Nevfel bu dindendi. Bu da bir arayışın neticesidir. Medine’de üç Yahudi kabilesi yaşamaktaydı. Bunların inanç esaslarının da orijinal olduğu söylenemez. Bunun dışındakiler ya müşrik veya Hazret-i İbrahim’in dinine inananlardı. Hazret-i Muhammed, peygamberliğini açıklamadan evvel Arabistan’da az da olsa tevhid inancını benimseyen ve eski peygamberlerin, bilhassa Hazret-i İbrahim’in şeriatından geldiği zannedilen bazı esaslarla amel eden kimseler vardı. Ümeyye bin Ebî Salt ile meşhur hatib ve şâir Kus bin Sa’îde ile Cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Hazret-i Said’in babası Zeyd bin Amr bunlardandır. Hazret-i Muhammed bunlar için “Kıyâmet günü tek başına bir ümmet olarak haşrolunacaktır” buyuruyor.

    Hazret-i Muhammed’in dedeleri, bu arada Abdülmuttalib, babası Abdullah, annesi Âmine ve amcası Ebû Tâlib de Hazret-i İbrâhîm’in inancındaydı. Nitekim Kur’an’da “Sen, yani senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır” buyurulmaktadır (Şuarâ: 219). Bu inanca Hanîf inancı, bunlara da Hanîfler (Hunefâ) denir. Hanîf, hanef masdarından sıfat-ı müşebbehedir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya meyleden mânâsınadır. İslâmiyetten önce putlara tapınmayan, hacc yapan, sünnet olan, kısacası Hazret-i İbrahim’in dininden o zamana intikal etmiş esaslara tâbi bulunanlar için (Sâbiî’nin zıddı olarak) bu isim kullanılmıştır. Hanîf kelimesi Kur’an’da da müteaddit defalar geçer. Müslim kelimesiyle kullanıldığında hacceden; tek başına kullanıldığında ise Müslüman olan, tevhid inancında olan mânâsı kasdedilmiştir. Kur’an-ı kerimde Hazret-i İbrahim için bu sıfat kullanılmaktadır. Pek çok âyet-i kerimede Hazret-i İbrahim’in hanîf olarak vasıflandırılması da boşuna değildir. Çünki zamanında kendisinden başka tevhid inancını taşıyan kimse kalmamıştı. Etrafında hemen herkes putlara tapınırken, o tek tanrıya ibadet etmekteydi. Keldanîler gibi bâtıl yolda değil; Hakka yönelmişti (Bakara: 112, 135, Ahkâf: 13). Hazret-i İbrahim, Kur’an ve hadîslerde başka birçok hasletleriyle de övülmüş büyük bir peygamberdir. Allahın kendisini bütün insanlara ve inananlara imam, önder yaptığı bildirilmektedir (Bakara: 124, Nahl: 120). Tevhid inancı sonraki nesillere bu peygamberden intikal etmiş; şeriatı yayılmıştı. İslâm coğrafyasında bilinen peygamberlerden kendisinden sonrakilerin hepsi O’nun soyundandır. Semâvî dinlere mensup insanların hepsi kendisini büyük bilir ve inanırlar. Bütün dinlerdeki itikadî ve ahlâkî prensipler hep O’ndan intikal etmiştir. Bundan dolayıdır ki İslâm akâidinde, Müslümanlar -Kur’an’ın tâbiriyle- Hazret-i Muhammed’in ümmeti ve Hazret-i İbrâhîm’in milleti olarak tavsif edilmektedir. Millet aynı inancı benimseyen insanların hepsine denir. Osmanlı Devleti’nde gayrımüslim teb’a dinlerine göre gruplandırılmış ve hepsine dinî/hukukî imtiyazlar tanınmıştı. Buna “millet sistemi” denir: İslâm milleti (millet-i İslâm), Rum (Ortodoks) milleti, Ermeni (Gregoryen) milleti, Yahudi milleti gibi. Eski ilmihal kitaplarında, mesela Sultan Fâtih devri ulemâsından Mehmed bin Kutbüddin İznikî’nin Mızraklı İlmihal diye bilinen Miftahü’l-Cenne’de “Din ve millet, ikisi birdir”, diye yazar (s. 64).

    Görülüyor ki hanîflik Hazret-i İbrahim’in dininin esas vasfıdır; ama sadece bu dine mahsus değildir. Bu bakımdan hanîf, tevhid inancına çağıran peygamberlere uyan kimseye denir (Beyyine: 5, Hacc: 30, 31). İşte hanîflik olarak bilinen Hazret-i İbrahim’in şeriatine âit hükümlerin bazıları Arabistan’da da câriydi. Hanîf dininin esasları olan bu hükümleri, Hazret-i Muhammed de kabul ve tatbik etmiştir.

    24 Eylül 2011 Cumartesi
  • Sual: Kur’an-ı kerimde “zina etmeyin” denmeyip “zinaya yaklaşmayın” denmesinin hikmeti nedir?
    Cevab: İslâm hukukunda sedd-i zerâyi’ prensibi vardır. Kötülüğe götüren yolların, vesilelerin kapatılması demektir. “Yabancı kadınlarla baş başa kalmayınız (halvet), tokalaşmayınız (musafaha), cilveli konuşmayınız, açık saçıkken bakmayınız, çünkü bunların hepsi asıl günah olan zinaya yaklaştırır” demektir.
    21 Kasım 2011 Pazartesi
  • Sual: Dinde zorlama yoktur meselesi gayrımüslimler için ve İslâm ülkesi sayılmayan ülkeler için değil midir?
    Cevab: Dinde zorlama yoktur demek, gayrımüslimler müslüman olmaya zorlanamaz demektir. Müslümanın, dinin emirlerine uyması mecburidir. İslâm devleti umumi hayatta bunu takib eder.
    9 Şubat 2012 Perşembe
  • Sual: Kadının şâhidliği mevzuunda Kur’an-ı kerimde ticarî meselelerde bir erkek ile iki kadın şahid şartı vardır. Diğer geçtiği yerlerde (bildiğim kadarıyla) sadece şâhid ifadesi kullanılıyor. Fakat kitaplarda diğer muameleler için de bir erkek ile iki kadının şâhidliğinin gerektiği hususu yazıyor. Bunun dayanağı nedir ve neden Kur’an-ı kerimde sadece bu hususta söylenmiş de, diğer yerlerde söylenmemiştir?
    Cevab: Burada zikr-i cüz, kasd-ı küll vardır. Buradaki hüküm diğerlerine kıyas edilmiştir. Hadlerde kadının şâhidliği hiç muteber değildir. Buna mukabil ebelikle alâkalı hallerde ve ibadetlerde tek kadının beyanı muteberdir.
    13 Şubat 2012 Pazartesi
  • Sual: Şeriatın doğru tatbik edildiği bir İslâm ülkesinde hanımların başlarını örtmesi mecburi midir? Eğer mecburi ise uymak istemeyenler insan haklarına aykırı diyebilirler veya dinde zorlama yoktur deyip karşı çıkabilirler.
    Cevab: Şeriatın tatbik edilmediği bir yerde bazı muafiyetler vardır. Mesela had cezaları infaz edilmez. Ama ibadetler, namaz, oruç, zekât, hac, tesettür, içki ve domuz eti yasağı gibi şahsî mükellefiyetler devam eder. Nitekim Mekke önceleri şeriatın tatbik edilmediği bir yer olduğu halde, bu gibi hususlar orada tatbik olunmuştur. Dinin insan hakları anlayışı farklıdır. Önce Allah hakları gelir. Allah’ın emirleri için hiç bir müslüman insan haklarına aykırı diyemez. Gayrımüslimler için zaten böyle bir mükellefiyet yoktur.
    13 Şubat 2012 Pazartesi
  • Sual: Hazret-i Peygamber, Selimeoğullarının mescidinde Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılarken Bakara suresinin 144. âyet-i kerimesi geliyor ve Peygamber Efendimiz yönünü Kâbe’ye dönüyor. Bu yaklaşık 180 derecelik bir harekettir. Tabî olarak cemaat Peygamber Efendimizin önünde kalıyorlar. Bu halde nasıl hareket ediyorlar?
    Cevab: Hazret-i Peygamber, bu emir gelince namazda geriye dönüp yürüyerek en son safın önüne geldi. Cemaat de böyle geriye dönüp namazı tamamladılar.
    17 Şubat 2012 Cuma
  • Sual:
    Cemiyette ihtiyaç sahipleri varken, servet sahibi olmak ne derece meşrudur?
    Cevab: İslâmiyette mülkiyet hakkı masundur (dokunulmazdır). Âyet-i kerimede buyuruluyor ki: “Herkes için çalıştığı kadarı vardır”. İnsanlar günaha girmeden, hak yemeden dilediği kadar kazanır; haram işlemeden dilediği gibi de harcar. Buna kimse karışamaz. Zengin olmak, mal kazanmak, refah içinde yaşamak suç değildir. İbrahim aleyhisselâmın yalnızca koyunlarının iki vâdiyi doldurduğu bilinir. Kur’an-ı kerimde mal için hayır tabiri kullanılır. Davud ve Süleyman aleyhisselâmın zenginliği malumdur. Hazret-i Peygamber, fakirliği tercih etmiştir. Esasında çok zengindi. Ganimetlerin beşte birinin beşte biri ona aitti. Hazret-i Hasan ve Hüseyin de çok zengindi. Eshab-ı kiram içinde servet sahibi olanlar çoktu. Abdurrahman bin Avf’ın zenginliği meşhurdur. Vefat ettiğinde malının üçte birini vasiyet etmiş, kalanından dört hanımından her birine 32’de 1 miras hissesinin karşılığı olarak 83 bin dinar altın düşmüştü. Hazret-i Peygamber, “Zekâtı verilen mal kenz değildir” buyurarak altın ve gümüşü yığıp Allah yolunda harcamamayı kötüleyen âyet-i kerimeyi tefsir etmiştir. Ebu Zer, kenz âyetini ictihadıyla farklı tefsir ederek icmadan ayrıldı. Marjinal görüşü sebebiyle o zamanki Müslüman cemiyetinde kendisine taraftar bulamadı. Ayrı bir yerde tek başına yaşadı.
    Kur’an-ı kerimde mealen “İhtiyacından fazlasını ver!” buyuruluyor (Bakara: 219). Bu âyet-i kerime, “İhtiyacın olanı verme!” manasına gelmektedir. İhtiyacından fazlasını vermek lazım değildir. “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun” mealindeki ayet-i kerime (İsrâ: 29) de bu istikamettedir.
    Yine Kur’an-ı kerimde geçen “Altın ve gümüşü kenz yapıp (yığıp) Allah oylunda harcamayanların vay hâline” hükmü, farz olan zekâtını vermeyip yığanalrı kötülüyor.
    Sahabe arasında mülkiyet ve servet hususunda Ebu Zer’in farklı görüşte olduğu bilinir. Bu görüşüyle icmâya muhalefet etmiş; ama içtihadından dolayı da kınanmamıştır. Kendi inancına göre yaşamıştır. “İslâmî sosyalizm” diyenler hep bunu misal gösteriyor ise de, bu, bâtıldır.
    Kur’an-ı kerime göre, herkes için çalıştığının karşılığı vardır. İslâmiyet, istihsalde hür teşebbüs ve serbest mülkiyeti; gelirin ferdlere dağılışında ise sosyal adaleti esas almıştır. Bu cihetiyle liberal ekonomiden ayrılır. Sosyalist ekonomiye ise hiç yaklaşmaz.
    Zenginlik suç değildir. Dünyayı kalbine sokmak, yani Allah’ı unutmak, malıyla günah işlemek suçtur. Bu ise fakirlerde bile olabilir. İki keçisi olanın kalbinde bu iki keçi varsa, kötü yoldadır. Çok zengin eğer kalbine sokmamışsa iyi yoldadır. Böyle olmakla beraber, mübahların fazlasından kaçınmak, mütevazı yaşamak, ihtiyacı fazlasını Allah yolunda dağıtmak iyidir, övülmüştür; ama farz kılınmamıştır. Kenz ayetinin ne manaya geldiği tefsirlerde açık anlatılıyor. Gizli değildir. Asırlarca Müslümanların doğru anlayıp üzerinde ittifak ettiği bir meseleyi, yeni bir şeyler keşfetmiş gibi kurcalamak bence mânâsızdır.
    7 yıldızlı otel maskaralığı bambaşka bir şeydir. Bir kere İslâmiyet kadınların böyle erkeklere karışarak eğlenmesini tasvip etmiyor. Ziynetlerini göstermesini, makyaj ve kokuyla sokağa çıkmasını, kadınlara bile belli yerlerini açmasını yasaklıyor. Yine dinin müzik hususundaki tavrı bellidir. Çalgılı ilahî, dine uygun değildir. Eğlence ile ibâdetin birbirine karıştırılması, hadis-i şerif ile yasaklanmıştır. Yani bunun israf olup olmadığına gelesiye daha nice felaketleri vardır. İşçi ile anlaşılan ücret verilir. Fazlasına hak sahibi değildir. Ama borcunu hemen vermek lazımdır. Allah ihsan sahiplerini sever. Ecdadımız ölçerken verirken biraz fazla vermeyi tercih etmiş. Padişahlar bile mütevazı yaşamayı tercih etmiştir. Lüks içinde yaşamak çoğunlukla bir kompleksin neticesidir. Ama konforlu yaşayana, kazancı gayrımeşru değilse, yanlış yapıyor denemez. Hazret-i Peygamber’in kıymetli elbiseler giydiği malumdur. İmam Ebu Hanife tüccardı. Zengindi. 4000 dirhem kıymetinde elbise giyerdi. Çünki insanların dış görünüşe ehemmiyet verdiğini biliyordu. Müslümanlığın vakarını korumak için böyle yapardı. Bugün de Müslümanların iyi yaşaması, dinlerinin vakar ve haysiyetini korumak içinse iyidir, güzeldir. Din düşmanlarına nisbet olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Allah, bir kuluna nimet verirse, eserini üzerinde görmeyi sever”. Zengin adamın basit yaşaması da hoş değildir, mürüvvetsizliktir, dine zarar verir. “İslâmiyet bir lokma bir hırka felsefesini savunuyor” diyenlere prim verilmiş olur.
    17 Şubat 2012 Cuma
  • Sual: Âhirette herkes kendi cemaatiyle, kendi hocasının arkasında mı bulunacak?
    Cevab: Kıyamette herkesin dinde tâbi olduğu zâtların arkasında haşredileceği meâlinde bir âyet-i kerime vardır. Tefsirler, bundan mezhep imamlarının kasdedildiğini söylemektedir.
    6 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Hadis-i şeriflerde ve bazı metafizik hususlarda, Semûm diye bir varlıktan söz ediliyor. Bu mevzuda malumat verir misiniz?
    Cevab: Semûm, ateşin isimlerindendir. Cehennemin de bir tabakasıdır. Kavurucu rüzgâra, yakıcı soğuğa da denir. Kur’an-ı kerimde geçer. (Kurtubi)
    8 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Bir insanın yaptığı hatadan, günahtan, kul hakkından veya aldığı bedduadan dolayı çocuğu veya torunu çeker deniyor. Bu doğru mudur? Eğer doğru ise Fâtır suresinin “Kimse kimsenin cezasını çekmez” meâlindeki 18. âyeti ile tezat arzetmez mi?
    Cevab: Bu söz ile kasdedilen, bu suçun, kabahatin cezası değildir. Bundan doğan uğursuzluk, o kimsenin çoluk çocuğuna feyz-i ilahînin, inayet-i rabbanînin, lutf-ı sübhaninin gelmesine mani olur demektir. Veya bu hatadan doğan menfi netice, o adama ceza olarak çoluk çocuğunda ortaya çıkar. Veya çoluk çocuğu bundan dolayı sıkıntı çeker ve bu işin kötü olduğu, gelecek nesillere bile zarar verdiği anlaşılır. Böylece bir daha kimsenin yapmaması umulur. Ve böylece çoluk çocuğuna gelen sıkıntı, o suçu işleyen adam bakımından bir ceza, çoluk çocuk bakımından rahmet olabilir. Allah’ın işine akıl ermez. Kaldı ki bu söz mutlak değildir.
    24 Nisan 2012 Salı
  • Sual: Kur'an-ı Kerim'de Hazret-i Peygamber'e atfen söylenen "Allah seni affetsin" sözünü nasıl anlamalıyız?
    Cevab: Afallahü anke sözü, Allah bu yaptığından dolayı seni mesul tutmadı demektir. Nitekim Kur’an-ı kerimde afallahü amma selef, önceki yaptıklarınızdan Allah sizi mesul tutmadı sözü de bu mânâya gelir. Yoksa peygamberler masumdur; günah işlemekten korunmuştur. Ancak iki doğru ile karşılaştıklarında insan olmak hasebiyle en doğruyu seçme hususunda yanılabilirler. Bu ise hata veya kabahat değil, zelle (sürçme) olarak isimlendirilmiştir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Âyet-i kerimeler, değerlendirilirken sadece sebeb-i nüzûl ve siyâk-sibâk gözönünde bulundurularak mı değerlendirilir? Bir âyet-i kerime, sebeb-i nüzûl veya siyâk-sibâk dikkate alınmadan delil olabilir mi? Bu açıdan, Hazret-i Peygamber veya Eshab-ı Kiramın âyet-i kerimeleri tefsirinde izledikleri metod nasıldır?
    Cevab: İctihadın şartları sayılırken, esbab-ı nüzul ve esbab-ı vürudu (yani âyet-i kerimelerin geliş ve hadis-i şeriflerin söyleniş sebeplerini) bilmenin şart olduğu bildiriliyor. Esbâb-ı nüzul ve vürudü bilmeyen, nassı doğru ve etraflı bir şekilde anlayamaz. Nitekim Hazret-i Peygamber, "Ümmetimden en korktuğum şey, müşrikler hakkında gelmiş âyet-i kerimeleri, müslümanlara mal etmeleridir" buyurmuştur. Yine "Kur'an-ı kerimi kendi reyiyle tefsir eden -doğru olsa bile-hata etmiştir" hadis-i şerifi esbab-ı vürudu bilmenin ehemmiyetini göstermektedir. Sahabiler arasında, birbirlerinin ictihadlarını analiz ederkenn, esbab-ı nüzule mutabık olup olmamasını da dile getirdiği bilinmektedir.

    Şu halde nassın tercüme manasını anlamak için esbab-ı nüzul ve vürudu bilmek şart değildir. Ama tefsir ve hüküm çıkartmak için faydalıdır. Yine de vâcibdir denemez. Her âyet-i kerimenin veya hadis-i şerifin iniş veya söyleniş sebebini herkesin bilmesi beklenemez. Ancak siyak ve sibak, âyet-i kerimenin doğru anlaşılmasında esbab-ı nüzulden bile daha mühimdir. Öte yandan bir sebebin hususîliği, hükmün umumîliğine tesir etmez. Evlenmek istediği kadının arkasından Medine’ye hicret eden kişi hakkında söylenen “Ameller niyetlere göredir” hadis-i şerifi, sadece bu meseleye münhasır görülemez.
    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Kur’an-ı kerimde “Nereye dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır” meâlindeki âyet-i kerimenin iniş sebebi nedir?
    Cevab: Abdullah bin Âmir bin Rebia der ki: Bu emir, karanlık bir gecede kıbleden başka bir tarafa namaz kılan kimseler hakkında inmiştir. Biz, karanlık bir gecede yolculukta Peygamber aleyhisselâm ile bulunuyorduk. Kıblenin nerede olduğunu bilemedik. Bizden her bir kişi kendi kanaatine göre bir tarafa dönüp namaz kıldı. Sabahı edince bunu Peygamber aleyhisselâma anlattık. Bunun üzerine: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın vechi (yüzü) oradadır" meâlindeki Bakara suresinin 115. âyet-i kerimesi nâzil oldu. (Tefsir-i Kurtubî) Ni’met-i İslâm’da der ki: "Sahabe hazeratı, bir karanlık gece, seferde teheccüd namazını her biri bittaharri bir tarafa yönelerek kıldıkları sabah olunca tebeyyün ederek Zât-ı Hazret-i Risâlete arz olundukta "fe-eynemâ tuvellû fe-semme vechullah" kavl-i kerîmi nâzil olmuştur. Binaenaleyh bir kimse kıbleyi taharri edip (araştırıp) namaz kıldıktan sonra, kıbleye yanlış durduğu anlaşılırsa, namazını kaza etmez. Buradaki “yüz” kelimesi müteşabihtir. Ulemâ bundan maksad, Allahü teâlânın rızasıdır, çünki yüz razı olduğu yöne döner, buyurmaktadır. (İmam Şa’rânî-Uhûdü’l-Kübrâ)
    4 Haziran 2012 Pazartesi
  • Sual: Rahman ve rahim kelimeleri arasında ne fark vardır?
    Cevab: İmam Kurtubî tefsirinde "er-Rahmân" adının menşei hakkında şunları söylüyor:
    "er-Rahmân" adının menşei hakkında farklı görüşler vardır: Kimisi bu ismin müştak (türemiş) bir isim olmadığını söylemektedir. Çünki Allah'a has isimlerdendir. Diğer taraftan eğer bu kelime, rahmet'ten türemiş olsaydı, rahmet olunan ile birlikte de kullanılabilmeli idi. Ve böylelikle "Allah kullarına rahîmdir" denilebildiği gibi "Allah kullarına rahmândır" da denilebilmeli idi. Yine eğer bu isim rahmet'ten türemiş olsaydı Allah'ın adı olarak bunu işittiklerinde Arapların şaşırmamaları gerekirdi. Çünkü o zaman Araplar, Rablerinin rahmet sahibi olduğunu kabul ediyorlardı. Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Onlara: Rahmana secde edin denildiğinde onlar: Rahman neymiş? dediler." (Furkan suresi, 60). Hudeybiye Sulhu sırasında da Hazret-i Ali, Peygamber aleyhisselâmın emriyle "Bismillahirrahmânirrahîm" yazınca Süheyl bin Amr şöyle itiraz etmişti: Biz "Bismillahirrahmânirrahîm’in ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bunun yerine bizim bildiğimiz şey olan "Bismikellahumme" (Senin adın ile Allah'ım) diye yaz!” dedi. İbnü'l-Arabi der ki: Onların bilmedikleri mevsuf (nitelenen) olan Allah değil, onun sıfatı idi. Buna delil olarak onların "Rahmân kimdir?" demeyip "Rahmân nedir?" demelerini göstermektedir. İbnü'l-Hassâr buna itiraz ederek der ki: Başka bir âyet-i kerimede meâlen, "Ve onlar Rahmânı inkâr ederler" buyurulmaktadır sözünü delil gösterir (Ra'd suresi, 30).
    Ulemânın ekserisi "er-Rahmân" lafzının mübalağa ifade etmek üzere "rahmet" kökünden türemiş ve mebni bir kelime olduğunu kabul eder. Mânâsı ise, eşsiz olan rahmet sahibi demektir. İşte bundan dolayı "er-Rahîm" lafzının tensiye ve cem’i (ikili ve çokluk hâli) yapıldığı halde, bunun tensiye ve cem’i yapılmaz.
    İbnü'l-Hassâr der ki: Bu kelimenin türemiş olduğunun delillerinden birisi de Tirmizî'nin rivayet ettiği şu rivayettir. Abdurrahmân bin Avf, Rasulullah aleyhisselâmı şöyle buyururken dinlemiş: "Allah azze ve celle buyurdu ki: Ben Rahmânım. Rahmi (akrabalığı) yarattım ve ona kendi ismimden türeyen bir isim verdim. Kim sıla-ı rahme (akrabalığı bağlamaya) riâyet ederse ben de onu bağlarım. Kim de onun bağını keserse ben de onu keserim." Bu hadis-i şerif er-Rahmân isminin türemiş olduğunu açıkça ortaya koyan bir ibaredir. Arapların bu ismi hayret ile karşılamalarının sebebi Allah'ı ve ona karşı yerine getirilmesi gereken vazifeleri bilmeyişlerinden dolayıdır.
    İbnu'l-Enbârî ez-Zâhir adlı eserinde zikreder ki: el-Müberred "er-Rahmân"ın İbranice bir isim olduğunu, bundan dolayı da bununla birlikte er-Rahîm isminin de zikredildiğini iddia eder. Bunu ifade etmek üzere de bazı beyitleri delil gösterir. Ebu İshak ez-Zeccac "Meani'l-Kur'ân"da şöyle der: Ahmed bin Yahya dedi ki: "er-Rahîm" Arapça ve "er-Rahmân" İbranicedir. İşte bundan dolayı ikisi bir arada zikredilmiştir. Fakat bu kabul edilmeyen bir görüştür.
    Rahman ve Rahîmin bir arada zikredilmesi, te'kid için olabilir. Ebu İshak der ki: Bu da güzel bir görüştür. Ve te'kidde büyük bir fayda vardır. Arapların sözünde de bu pek çoktur. Onun için ayrıca delil göstermeye ihtiyaç yoktur. Burada te'kidin faydası ise Muhammed bin Yezid tarafından şöylece izah olunur: Bu, lütuf üstüne lütuf, nimet üzerine nimet ve ümidvarların emelinin boşa çıkmayacağına dair bir vaaddir.
    İmam Kurtubî tefsirinde "Rahmân" ve "Rahim" arasındaki farkı şöyle izah eder:
    Rahman ve Rahîm isimlerinin aynı mânâyı ifade edip etmediği hususunda ulemâ ihtilaf etmiştir. "Nedmân ve Nedîm (pişmanlık duyan)" kelimelerinde olduğu gibi aynı mânâya gelirler, denilmiştir. Bu Ebu Ubeyde'nin görüşüdür. Bazıları da fa'lân (rahman kelimesinin vezni), faîl (rahîm kelimesinin vezni) binası gibi değildir. Çünkü fa'lân vezni ancak fiilin mübâlağalı hâlini anlatmak için kullanılır. Meselâ kızgınlık ile dolup taşmış bir kimse için "gadbân" tabiri kullanılır. Faîl vezni ise bazen fail ve mef'ul (yani etken ve edilgen) anlamlarını ifade edebilir. Buna göre "er-Rahmân" isim olarak hususi, fiil olarak umumi; "er-Rahîm" ise isim olarak umumi, fiil olarak hususidir. Bu cumhurun görüşüdür.
    Ebu Ali el-Fârisî der ki: "er-Rahmân" bütün rahmet çeşitleri hakkında kullanılan umumi bir isim olup, yalnız Allahü teâlâ hakkında kullanılır. "Er-Rahîm" ise, mü'minler hakkında kullanılır. Nitekim Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurmaktadır: "Ve mü'minlere çok rahîmdir." (Ahzab suresi, 43). el-Arzemî der ki: "er-Rahmân" yağmur gibi umumi olarak bütün nimetlerle bütün mahluklarına merhamet edendir. "er-Rahîm" ise, onları hidâyete iletmek, onlara lütuflarda bulunmak suretiyle mü'minlere merhametli olandır.
    İbnü'l-Mübarek der ki: "er-Rahmân" kendisinden istendiği zaman verendir. "er-Rahîm" ise kendisinden dilekte bulunulmadığı zaman kızıp gazaplanandır.
    İbni Kesîr de tefsirinde bu hususta der ki:
    Rahmân ve Rahîm ismi rahmet kökünden mübâlağa vezninde türemiştir. Rahman ismi Rahîm isminden daha mübâlağalıdır. Taberî bu hususta ittifak edilen görüşü şöylece hülasa eder: Seleften gelen bazı tefsirlerde Îsâ aleyhisselâmdan rivâyet edilen «Rahman; dünya ve âhirette fazla esirgeyici, Rahîm ise yalnızca âhirette esirgeyici mânâsınadır» sözü nakledilir ve bu, yukarıdaki şekle delâlet eder. Bazıları ise bu isimlerin türetilmemiş olduğu kanaatindedir. Zira türemiş olsaydı rahmet edilenin zikriyle birleştirilmezdi.
    Taberî der ki, Azremî söyle demiştir: Rahman ve Rahîm derken; Rahman tüm mahlûklara; Rahîm ise mü'minlere merhamet eden mânâsınadır. Denilir ki bunun için Allahü Teâlâ meâlen şöyle buyurmuştur: «Gökleri yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra da arşa hükmeden Rahmân'dır. Bunu, haberdâr olana sor!» (Furkan suresi, 59). «O Rahman arşı istilâ etti.» (Tâhâ suresi, 5) meâlindeki âyette geçen istivâ kelimesinin Rahmân ismiyle zikri, rahmetini bütün mahlûklarına teşmil içindir. Yine meâlen: «Ve o mü'minler için Rahîm olandır». (Ahzâb suresi, 43) buyurmuştur ki burada Rahîm ismini mü'minlere tahsis etmiştir. Derler ki, bu da gösteriyor ki Rahmân rahmet bakımından daha çok mübâlağadır. Çünkü her iki dünyada tüm mahlûkâta rahmet eden anlamına gelir. Rahîm ise, mü'minlere hâstır.
    Allahü Teâlâ'nın Rahmân ismi yalnız O'na mahsûstur ve O'nunla başkası isimlendirilmemiştir. Nitekim Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurur: «De ki: «İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nun içindir!» (İsrâ suresi, 110). Râhîm sıfatına gelince, Allah bu sıfatı kendinden başkaları için de kullanmıştır: «Andolsun ki, size kendinizden bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir, sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere Rauf ve Rahîm'dir.» (Tevbe suresi, 128). Kendinden başkalarım diğer isimlerinden bir kısmıyla tavsif ettiği de vâriddir. Nitekim meâlen şöyle buyurur: «Biz insanı katışık bir damla sudan yaratmışızdır. Onu deneriz. Bu yüzden onu semî’ (işitici) ve basîr (görücü) yaptık.» (İnsan suresi, 2).
    Taberî der ki; Hasan Basrî'den rivayet olundu ki: «Rahman ismi başkası için memnû'dur. Rahman insanların edinebilecekleri bir isim değildir. Çünkü o Yüce ve Mübarek zât'ın adıdır.
    Hâsılı kelâm, Allahü Teâlâ'nın isimlerinden bir kısmı başkalarına verilebilir, bir kısmı verilemez. Bu verilemeyenler arasında Allah, Rahmân, Hâlık, Râzık ve benzeri isimler yer alır. Bunun için her şeye Allah'ın adıyla başlanır ve Rahmân sıfatıyla devam edilir. Zira Rahmân, Rahîm'den daha hususî ve daha çok bilinenidir. Çünkü isim önce en saygıya değer isimlerle başlar ve bu yüzden en özel olan isimler kullanılmıştır.
    Yine İmam Kurtubî "er-Rahmân" ve "er-Rahîm" isimlerinin kullanılması hakkında şunları söyler:
    Ulemanın ekserisi, "er-Rahmân"ın Allahü teâlânın has ismi olup başkasına verilmesinin caiz olmadığı kanaatindedir. Şu emir (meâlen) bunu göstermektedir: "De ki: İster Allah diye dua edin, ister Rahmân diye dua edin!" (İsrâ sûresi, 110). Burada görüldüğü gibi er-Rahmân adı başkasının ortaklığının bahis mevzuu olmadığı diğer adı olan "Allah" lafzına denk ve müsavi olarak zikredilmiştir. Bir başka yerde de meâlen şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Rahmân'dan başka ibâdet edilecek tanrılar kılmış mıyız?" (Zuhruf suresi, 45). Burada Allahü teâlâ, ibâdete müstehak olanın "Rahmân" olduğunu haber vermektedir. Müseylime el-Kezzab (Allah'ın lâneti üzerine olsun) kendisine "Rahmânu'l-Yemâme" adını vermek cesaretini göstermiştir. Müseylime kendisine bu adı verir vermez, hemen kulağına "el-Kezzab (çok yalancı)" şeklindeki sıfatı ulaşıverdi. İbnü'l-Arabî, er-Rahmân adının Allahü teâlânın ism-i a'zamı olduğunu rivâyetini de zikreder.
    "er-Rahîm" mahlûklar için mutlak bir vasıftır. Mehdevî "er-Rahmân" isminde umumî bir mânâ bulunduğundan dolayı besmelede önce zikredilmiştir, diyor. Şöyle bir rivayet de vardır: er-Rahîm'in mânâsı, sizin Allah'ı ve er-Rahmân'ı bulmanız er-Rahîm iledir. Çünkü er-Rahîm, Muhammed aleyhisselâmın vasfıdır. Allahü teâlâ, onu böyle tavsif eder (meâlen): "O rauf (çok şefkatli) ve rahîmdir (çok merhametlidir)." (Tevbe suresi, 129). Bu izahı yapan, besmeledeki mânânın şöyle olduğunu kastetmiş gibidir: "Bismillahirrahmâni ve birrahîmi". Yani Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bana ulaştınız. Yani ona uymak ve onun getirdiklerine tâbi olmak sayesinde sizler benim sevabımı, lütuf ve ihsanımı ve vechime nazarı elde edebildiniz.
    Ali bin Ebi Tâlib kerremallahü vechehu’dan rivayet olundu ki: Bismillah, her türlü hastalığa karşı şifadır. "er-Rahmân" ona iman eden herkese yardımdır. Bu, kendisinden başkasına bu ismin verilemeyeceği zâtın adıdır. "er-Rahîm" ise tevbe edene, iman edip sâlih amel işleyene merhametlidir demektir. Osman bin Affan'dan rivayet olundu ki: Rasulullah aleyhisselâma besmelenin mânâsını sordum. Şöyle buyurdu: "Ba, Allahü teâlâ'nın belâsı (sınaması), ruhu, aydınlığı, parlaklığı ve yüceliği; sin, Allahü teâlânın üstünlüğü; mim, Allah'ın mülkü demektir. Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Rahmân ise, mahlûklarından iyi olana da, kötü olana da merhametli olan demektir. Rahîm ise, bilhassa mü'minlere karşı şefkatli ve merhametli olan demektir.
    İbni Kesîr tefsirinde bu hususta der ki:
    Ebu Ali el-Fârisî der ki: Rahman, Allahü teâlâ'ya mahsus olup, tüm rahmet türlerini içine alan umûmî bir addır. Rahîm ise mü'minler için bahis mevzuudur. Nitekim Allahü teâlâ : «Ve o mü'minler için rahîm olandır» buyurur. İbni Abbâs der ki: Rahman ve Rahîm birbirine çok yakın iki isimdir. Biri diğerinden daha çok rahmet sahibi mânâsına gelir. Sonra Hattâbî'den ve diğerlerinden nakledilir ki onlar bu sıfat konusunda müşkilpesend olmuşlardır ve öyle sanıyoruz ki daha çok yumuşaklık anlamına gelir demişlerdir. Nitekim hadîste : «Allah yumuşaktır, bütün işlerde yumuşaklığı sever. Ve o baskı ile vermeyeceğini yumuşaklıkla verir.» buyurulmuştur. İbnü’l-Mübârek ise, “Rahmân isteyince veren, Rahîm ise, istenmeyince kızan mânâsınadır” der.
    8 Haziran 2012 Cuma
  • Sual: İslâm hukukunda kadının dövülmesi meşru mudur?
    Cevab: İslâm hukukunda erkek olsun, kadın olsun suç işleyen cezalandırılır. Bu cezanın esası da bedenî cezadır. Bazı kimseler, Nisâ sûresi 33. âyetinde, kadınların döğülmesinin emrolunduğunu zannetmektedir. Halbuki bu âyet-i kerîmede meâlen, “Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünki, Allahü teâlâ, bazı kullarını bazısından üstün yaratmıştır. Hem de, erkekler kendi mallarını onlar için harcarlar. Kadınların iyileri Allah’a itaat eder ve kocalarınnın haklarını gözetirler. Kocaları bulunmadığı zaman, onların namuslarını ve mallarını Allahın yardımı ile korurlar. Hıyânet etmesinden korktuğunuz kadınlara, koca haklarını öğretin ve tatlı sözlerle nasihat edin! Onları yatağınızdan ayırın! Yine uslanmaz iseler, hafif döğün! Uslanırlarsa, onları üzecek şey yapmayın!” buyuruluyor. Görülüyor ki, mala ve namusa hıyânet etmeyen kadınları döğmek değil, onları hiçbir suretle üzmek câiz değildir. Namusa ve mala hıyânet edenlere, her hükûmet, her kanun, ağır ceza vermektedir. İslâm hukukunda kadınlara kıymet verilip acındığı için, hâin olanlarının kanun pençesine düşürmeden önce, hafif vurmakla ıslahlarının da tecrübe olunması emredilmektedir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte “Bir erkek, zevcesini döğerse, kıyâmette ben onun dâvâcısı olurum” buyurulmuştur. Zevcesinin evlilik hukukunu yerine getirmediğinden şikâyet eden kimseye, nihayet boşanması tavsiye olunur. Aksi takdirde en ufak bir kabahat için mahkemeye gidilmesi, evlilik mahremiyetlerinin ortaya dökülmesi icab edecektir. Üstelik mahkemeye intikal ettikten sonra, bu evliliğin sağlıklı bir şekilde yürümesi de zorlaşır. İslâm hukukunda bir münkeri, yani dine ve hukuka aykırı işi gören herkesin diliyle, bu mümkün olmazsa eliyle men etmesi vecibedir. Bu bir tazir cezasıdır. İslâm cemiyetinde herkes bu salahiyete sahiptir. Kadının dövülmesi aile mahremiyetinin mahkemeye intikal etmesini önlemek içindir. Neticede kadın akdin gereklerini yerine getirmediği için dövülmektedir. Gerekirse erkek de dövülür ama buna ancak mahkemenin gücü yeter.
    9 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Neciyyullah ve Safiyyullah ne demektir?
    Cevab: “Allah’ın kurtardığı” ve “Allah’ın tasfiye ettiği, saflaştırdığı” mânâsına Nuh ve Adem aleyhimesselâm için kullanılan Kur’anî tabirlerdir.
    28 Temmuz 2012 Cumartesi
  • Sual: Sadece Muhammed aleyhisselâm mı hem insanlara hem cinlere peygamberdir?
    Cevab: Cin suresinde bahsedilen cinlerin Musa aleyhisselâma tâbi olduğu anlaşılmaktadır.
    28 Temmuz 2012 Cumartesi
  • Sual: İslam ve iman aynı şeyler midir?
    Cevab: Aynıdır. Fakat bazen iman, İslâm dinine inanmak, İslâm ise müslümanların hâkimiyetini kabul etmek mânâsına kullanılır. Nitekim bedevî Arablara hitaben “İman ettik demeyin, İslâm olduk deyin!” mealindeki âyet-i kerimede böyledir.
    28 Temmuz 2012 Cumartesi
  • Sual: Kur’an-ı kerimde “Zinâ etmeyin” denmeyip de, niye “Zinâya yaklaşmayın” deniyor?
    Cevab: Zinâya sebep olan işlerden de uzak durulması istenmektedir. Yabancı kadınların çıplak tenine dokunmak, öpüşmek, sarmaşmak, baş başa yalnız kalmak, cilveleşmek zinâ mukaddimeleridir.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: İnsan sûresinin 21. âyetinde, “Cennette temiz şarap içilir” yazıyor. Şarabın haram olması ile temiz olması ve Cennette bulunması tezat değil midir?
    Cevab: Mezkûr âyet-i kerime şarabın Cennette içileceğini bildirmektedir. Bu "şaraben tahûra" ifadesine temiz içecekler mânâsı da verilmiştir. Dünyada haram olan şeylerin cennette helâl olması abes değildir. Erkeklerin ipekli giyinmesi ve altın takması dünyada helâl değil iken, cennette helâldir.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: Hazret-i Meryem, dünyadaki kadınların en üstünü müdür? Onu böyle yapan hususiyetler nelerdir?
    Cevab: Âli İmrân sûresi 42. âyet-i kerimesinde meâlen buyuruluyor ki: Melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah seni seçip temizledi. Seni bütün dünya kadınlarından üstün tuttu”. Kasâs sûresinin başındaki âyet-i kerimelerde ise Musâ aleyhisselâmın annesi ve Firavun’un hanımı övülmektedir. Ulemâ der ki: Kan bakımından yakın olduğu için, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Hadîce ile Hazret-i Âişe’den dahâ üstündür. Fakat bir bakımdan üstünlük, her bakımdan üstün olmasını göstermez. Bu üçünden en üstün hangisi olduğunu, âlimlerimiz başka başka söylemiştir. Hadîs-i şerîflerden anlaşıldığına göre, üçü de ve Hazret-i Meryem ve fir’avunun hâtunu Hazret-i Âsiye, dünya kadınlarının en üstünüdürler. Hadîs-i şerîfte, “Fâtıma, Cennet hâtunlarının üstünüdür. Hasen ve Hüseyn de, Cennet gençlerinin yüksekleridir” buyuruluyor ki, bu, bir bakımdan üstünlüktür (İtikadnâme). Nitekim Taberânî, Hâkim ve Müsned’de geçen hadîs-i şerîfte “Cennet kadınlarının en efdali. Hüveylid kızı Hazret-i Hadîce, Fatımatü binti’n-Nebiy, İmran kızı Meryem ve Firavun'un halilesi ve Müzahim kızı Âsiye'dir” buyurulmaktadır. Taberânî ve Bezzâr’daki hadîs-i şerifte ise, “Hadîce, devrindeki kadınların en hayırlısıdır. Meryem, devrindeki kadınların en hayırlısıdır. Fâtıma, devrindeki kadınların en hayırlısıdır” buyurulmaktadır. Yine bir başka rivayette: "Meryem'den sonra cennet kadınlarının efendisi Fâtıma ile Hadice'dir." Buyuruldu.
    Kurtubî tefsirin’de hülâsaten deniyor ki: Allahü teâlânın Meryem’i seçip temizlemesi hususunda, Mücâhid ve Hasan küfrden temizlenmeyi anlamış; Zeccâc ise hayz, nifas ve benzeri hallerden temizlenmeyi ve Hazret-i İsa’yı doğurmak üzere seçildiğini bildirmiştir. Âlemlerin kadınların üstün tutmayı ise Hasan, İbni Cüreyc gibi müfessirler çağdaşı olan kadınlardan üstün tuttuğu mânâsını vermiş; Zeccâc gibi bazıları ise Sûr'a üfürüleceği ana kadar bütün kadınlardan üstün olduğunu söylemiştir. Kurtubî “Sahih olan da budur” diyor.
    Bir hadîs-i şerifte (Müslim) "Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Fakat kadınlardan İmrân kızı Meryem ile Firavun'un karısı Âsiye'den başkası kemale ermemiştir. Ve şüphesiz Âişe'nin kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir." Buyuruldu. Ulemâ der ki: Kemâl en ileri noktaya varmak ve noksansız olmak demektir. Herşeyin kemali kendisine göredir. Mutlak kemâl ise yalnızca yüce Allah'a aittir. Şüphesiz ki insan türünün en mükemmel olanları peygamberlerdir. Ondan sonra ise sıddîklar-dan, şehidlerden ve sâlihlerden müteşekkil Allah'ın evliyası gelir.
    Kur'ân-ı Kerîm'in ve hadis-i şeriflerin zâhir ifadesi Hazret-i Meryem'in, Hazret-i Havva'dan Kıyametin kopuşuna kadar görülecek son kadına kadar bütün dünya kadınlarının hepsinden faziletli olmasını gerektirmektedir. Çünkü melekler kendisine Allahü teâlâdan mükellefiyet, haber vermek ve müjdelemek gibi şeyler ihtivâ eden vahyi -diğer peygamberlere bildirdikleri gibi- bildirmişlerdir. Meryem’in bu sebeple peygamber olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Ama umumun görüşü böyle olmadığıdır. Ondan sonra ise fazilette, Hazret-i Fatıma, sonra Hazret-i Hadice ve sonra da Hazret-i Âsiye gelir. Nitekim İbni Abbas’ın rivâyetine göre: Resûlullah aleyhisselâm’ın şu sözü meseledeki müşkililği kaldırmaktadır: "Dünya kadınlarının efendisi Meryem, sonra Fâtıma, sonra Hadice, sonra da Âsiye'dir."
    Allahü teâlâ Hazret-i Meryem'e hiçbir kadına vermediği şeyleri bilhassa vermiştir. Bunlar Ruhü'l-Kuds'ün onunla konuşması, ona görünmesi, gömleğinin yakasına üflemesi ve üflemek için ona yakınlaşmasıdır. Bunlar, hiçbir kadına verilmiş değildir. Ayrıca Hazret-i Meryem, Rabbinin kelimelerini tasdik etmiş ve çocuk doğacağı müjdesi kendisine verilince Hazret-i Zekeriyya'nın alâmet istemesi gibi ayrıca bir alâmet istememiştir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ indirdiği Kitab-ı Hakîminde ona “Sıddîka”, yani çokça tasdik eden, Rabbinin sözlerini doğrulayan kadın adını vererek şöyle buyurmuştur: "Ve onun annesi sıddîka bir kadındı." (Mâide suresi, 75). Bir başka yerde de Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ve o Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tas­dik etmişti. O kânitlerden, yani Allah'ın emirlerine itaat edenlerden idi" (Tahrim suresi, 12).
    Hazret-i Meryem, daha dünyaya gelmeden hayırlı bir işe, Mescid-i Aksâ’ya hizmete adanmıştı. Kendisine ruh üflenip, babasız çocuğa hâmile kalınca, kavmi tarafından aşağılandı. Bu yolda çok sıkıntılar çekti. Oğluna yapılan eziyetler bir anne için kaldırılacak yük değildir. Oğlunun yükselmesinden sonra da sıkıntılar içinde yaşamıştır. Bütün bunlar ve Mesîh’in annesi olma şerefi, Hazret-i Meryem’i kadınların en üstünü yapan hususiyetlerdir.
    5 Eylül 2012 Çarşamba
  • Sual: İbrahim suresinin 4. ayetinde “Allah, dilediğini saptırır; dilediğini de doğru yola iletir” buyuruluyor. Kitaplarda ise; “Allah kimseyi zorla kâfir veya mü'min yapmaz. Lâyık olmadığı halde bir kimseye iman verebilir. Zâlim, hâin olanları adâletinin gereği olarak dalâlete düşürebilir” yazıyor. Burada benim anlamadığım şudur: 1-Allâhu teâlâ kimseyi zorlamıyorsa, bir kimse lâyık olmadığı halde, iman etmek istemediği halde nasıl hidâyet veriyor? 2-Zâlim, hâin kimse, müslüman olup iman üzere olduğu halde, Allâhü teâlânin adâleti gereği nasıl dalâlete gidiyor?
    Cevab: Cenab-ı Hak irade etmedikçe, insan hidayete eremez veya dalalete düşemez. Yani sebepler, iradeye tesir etmez. Yoksa Allah kimseyi hidâyet veya dalâlete zorlamaz. Ama bazılarını dalalete düşerken çıkarıp hidayete erdirebilir. Bu ihsandır. Âdet-i ilahiye böyle değildir. Herkes kendi fiillerinden mesuldür. Hür iradesiyle tercihini yapar; Cenab-ı Hak da dilerse o istikamette yürür. Kimse kimseyi zorla hidayet veya dalalete erdiremez. Bu, bir nevi, peygambere hitaptır. Allah’ın işlerinden hesap sorulamaz.
    15 Aralık 2012 Cumartesi
  • Sual: Müstekimzade’nin İkdam matbaasında 1314’de basılan Fıkh-i Ekber tercemesinin 44. sahifesinin hâtime faslında;(İbni Abbâs hazretleri bir âyet-i kerimenin tefsirinde, eğer bu âyetin tefsirini söylesem, beni zecr ve tekfîr ederdiniz) buyurduğu nakl ediliyor. Âyet-i kerimelerin bâtınî manası olmadığına göre İbni Abbâs hazretlerinin buyurduğunu nasıl anlamak lâzımdır?
    Cevab: Hadis-i şerifte “Kur'ân-ı kerimin her bir âyetinin bir zâhiri bir de bâtını vardır” buyurulmaktadır. İbni Abbâs'dan yapılan rivayete benzer bir rivayette, Ebû Hüreyre, "Resûlullah’dan iki kap dolusu ilim aldım. Birisini sizlere bildirdim. Diğerine gelince onu meydana çıkaracak olsam şu boğazım kesilir" dedi. Bu hadisi şerh edenlerin bir kısmına göre, birincisi , ilm-i zâhir; ikincisi ilm-i bâtındır. İbn Abbas ve Ebu Hureyre'nin ifadeleri "İnsanlara akılları nisbetinde konuşun" hadis-i şerifine de muvafıktır. Ancak Kur’ân-ı kerimin, Bâtınîlerin verdiği gibi zâhiri manaları iptal eden bâtınî manaları yoktur. Bâtınîler, zâhirî manâyı neredeyse iptâl edecek derecede tevîller yaptıklarından, haramları mubah mesabesine indirmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimlerine göre zâhir ile bâtın birbirinden ayrılmaz. Kur'ân-ı kerimin bâtınî tefsirine işarî tefsir denir. Tasavvufî tefsirler, ezcümle Ruhu’l-beyan böyledir.
    6 Ocak 2013 Pazar
  • Sual: “Zina edenler, ancak zina edenlerle veya müşriklerle evlenebilir” mealinde bir âyet-i kerime vardır. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Nur suresinin bu 3. âyet-i kerimesinin hükmü, aynı surenin "İçinizden bekârları evlendirin" mealindeki 32. âyet-i kerimesi ile mensuhdur, nesh edilmiştir. Said bin Müseyyeb böyle buyurdu. Ulemanın ekserisi de bu görüştedir. İbni Ömer, Salim, Câbir bin Zeyd, Atâ, Tâvus, Ebu Hanife, Mâlik ve Şâfiî’nin kavli de budur. Zina büyük günah ise de, işleyen müslüman ise dinden çıkarmaz. Müslüman bir kimsenin müşrik ile evlenmesi câiz değildir. Kâfir ve zinâ edenler için muvakkat bir düzenlemedir. Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin rivayetine göre Amr bin Şuayb babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre, Mersed bin Ebi Mersed Mekke'deki esirleri Medine'ye getirip, kurtarırdı. Mekke'de "Anak" diye adlandırılan bir fâhişe vardı, bu da onun dostu idi. Mersed dedi ki: Peygamber aleyhisselâma gelip dedim ki: Ya Resulallah! Anak'ı nikâhlayayım mı? Bir müddet sustu, bana cevap vermedi. Bunun üzerine: "Zinâ eden kadını da ancak zinâ eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir" mealindeki âyet-i kerime nâzil oldu. Beni çağırdı ve bana bu âyeti okuduktan sonra: "Onu nikâhlama" dedi. Bu hüküm o kadına hastır, çünkü o kadın kâfir idi. Zina eden müslüman bir kadının nikâh akdi feshedilmez. Bazı âlimlere göre ise, bu hüküm, kendilerine zinâ haddi tatbik edilmiş erkek ve kadın içindir. Böylece zinâ haddi vurulmuş bir erkeğin, zinâ haddi vurulmuş bir kadından başkasıyla evlenmesi câiz değildir. Hasan Basrî, Zeccâc ve Nehaî bu görüştedir. Nitekim Ebû Davud'un Sünen'inde Ebu Hureyre’den şu rivayet vardır: Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki; "Zinâ edip had vurulmuş bir erkek, ancak kendisi gibi olanı nikâhlayabilir." Şâfiî mezhebinin müteahhirr âlimlerinden bazısı bu görüştedir. Hatta âyeti kerimenin müşriklerle evlenme kısmının nesholunduğunu, zinâkâr ile evlenme kısmının hükmünün bâki olduğunu söylerler. Mâlikî âlimi İbnu'l-Arabî der ki: Nikâh lafzı ile ya İbni Abbas'ın dediği gibi, cinsî temas kastedilmiştir; yahud da nikâh akdi. Eğer cinsî temas kasdedilmiş ise bunun mânâsı, zinâ ancak zaniye bir kadın ile yapılır. Yani erkek de, kadın da, her iki taraf da zinâkârdır. Buna göre âyetin takdiri de şöyle olur: Zinâkâr bir kadın ile temas kurmak, ancak zinâ eden bir erkeğin yahut müşrik bir erkeğin işidir. Şayet nikâh lafzı ile akid kasdedilmiş ise, âyet-i kerimenin manası şöyledir: Zinâ etmiş bir kadın ile evlenip de, hâmile olup olmadığını anlamadan onunla gerdeğe giren bir kimse, zinâ eden kişi gibidir. Ancak bu hususta ulemanın ihtilâfı dolayısıyla ona had vurulmaz. Veya zinâ eden kadını, ancak onun zinâsına razı olan bir erkek nikâhlayabilir, demektir.
    13 Temmuz 2013 Cumartesi
  • Sual: Hazret-i Peygamber’den evvel kimseye ölümsüzlük verilmediğine dair âyet-i kerimeden, İsa aleyhisselâmın da vefat etmiş olduğu neticesi çıkarılamaz mı?
    Cevab: İsa aleyhisselâm, dünya âleminde değildir. Bu sebeple âyet-i kerimenin şümulüne girmez. (Kurtubî)
    20 Temmuz 2013 Cumartesi
  • Sual: Âmentü Şerhi’nde Allahü teâlânın her işi güzeldir buyuruluyor. Çirkinleri de Allahü teâlâ yarattığına göre, burayı nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Çirkinlikleri de güzel yaratıyor demektir. İbn Abbas, Peygamber aleyhisselâmın, “Allahü teâlâ yarattığı her şeyi güzel yaptı” meâlindeki âyet-i kerime (Secde, 7) hakkında şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Ama meselâ maymunun kıçı güzel değildir; fakat onun yaradılışı­nı muhkem kılmıştır.” Böylece âyet-i kerimede vârid olan ibarenin geniş mânasının kastedildiğini beyan etmiştir. Nitekim “Bu, her şey'i muhkem, sapa­sağlam yapan Allah’ın san'atıdır.” (Neml, 88) buyurulmaktadır.
    2 Eylül 2013 Pazartesi
  • Sual: Cahiliye devrinde Mekke’de puta tapanlar müşrik kabul ediliyor da, neden putlara ibadet ettiği halde Hristiyanlar ve Brahmanlar müşrik sayılmıyor?
    Cevab: Arabistan müşrikleri, Allah’a inanırlardı. Nitekim Kur’an-ı kerimde meâlen buyuruluyor ki, “Onlara (müşriklere) yeri göğü yaratan kim diye sorsan, Allah derler”. (Ankebut, 61; Lokman, 25; Zümer, 38, Zuhruf, 9). Şu halde onlara niçin putlara ibâdet ettikleri sorulduğunda, “Biz onlara Allah’a şefaatçı olsunlar diye ibâdet ediyoruz” derlerdi. Halbuki Kur’an-ı kerim meâlen “Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefâat edemezler” (Zuhruf, 86) sözüyle buna cevap vermektedir. Müşrikler, yaratılışlarında mevcud olan marifetten dolayı, putlarının yaratıcı olmadığını söylüyor ise de, bu tabiî marifeti Peygamberlere uyarak kuvvetlendirmedikleri için, putların tapınmağa hakları olduğuna inanıyor, bunun için tapınıyorlar. Putların ibâdet olunmağa hakkı vardır dedikleri için müşrik oluyorlar. Yoksa bize şefâat etmelerini istiyoruz dedikleri için müşrik olmazlar.

    Hristiyanlar, kâinatı yaratan ebedî ve ezelî bir Allah’a inanır. İsâ aleyhisselâm ve Rûhülkuds’te, Allah tarafından ihsan edilen bazı kudsî ve ilahî güçlerin bulunduğuna kâni olmakla beraber, esas itibariyle ne Hazret-i İsâ, ne Hazret-i Meryem, ne ruhülkuds, ne de azizlere tapınır. Bunların resim ve heykellerini hatırlama vesilesi yaparak, onları şefaatçi kılarlar. Bu yaptıkları bâtıl ise de, şirk değildir. Zira şahıslar veya resim ve heykellere tapınmak değildir. Teslîse inansalar bile, müşrik olmazlar. Zira Hristiyanlıkta esas olan “İsâ, Tanrı değildir. Tanrı’nın Peygamberidir. Ebedî olan tek tanrı, onu çok seviyor. Onun her istediğini yapıyor, yaratıyor. Bunun için her şeyi ondan istiyoruz, ona ve onu temsil eden resim ve heykellere, bu niyet ile yalvarıyoruz. Baba ve oğul, çok sevilen kimse demektir”. Böyle inananlar müşrik değil, Ehl-i kitaptır. İsâ aleyhisselâmda veya herhangi bir mahlûkta ulûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanan, meselâ, “Ebedîdir. Herşeyi yoktan var ediyor” derse, müşrik olur. Kur’an-ı kerimde mealen, “Ey Ehl-i Kitab! Teslise inanmayın!” (Nisâ, 171) sözünden de bu anlaşılmaktadır. Eğer teslise inanan müşrik olsaydı, Kur’an-ı kerim bunlara Ehl-i kitap diye hitap etmezdi.

    Aynı şey Brahma dini için de mevzubahistir. Brahma ve Buda dinleri, Hristiyanlık gibi, eski Peygamberlerin bildirdiği dinlerin tahrif edilmiş bir hâlidir. Hindistan ulemasından Mazhar Cân-ı Cânân 14. mektubunda der ki: “Brahma dini, Birmîhâ [veyâ Brahma] ismindeki bir melek vâsıtası ile Hindistan’a gönderilen mukaddes kitaplara dayanır. Brahma dini mensupları, Allah’ın bir olduğuna, insanları O’nun yarattığına, kıyâmet gününe, Cennete, Cehenneme ve tasavvufa inanırlar. Sonradan doğru yoldan ayrıldılar. Peygamberlerin ve evliyânın ruhlarını ve melekleri hatırlatmak için heykeller yaptılar. Şefâatlerine, yardımlarına kavuşmak için, bu heykellere secde ettiler. Arabistan’daki putperestler, böyle değildir. Bunlar, putlarının hâlık (yaratıcı) olduklarına inanıyor. Herşeyi yalnız putlardan istiyorlardı. Putlarına ilâh diyerek secde ediyorlardı. Bunun için, müşriktirler. Brahmanlar ise, hürmet niyeti ile tapınıyorlar. Seyyid Şerîf-i Cürcânî Şerh-i Mevâkıf sonunda, üçüncü maksadda şöyle der: “Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmayan kâfir olur. Bunlardan Yahudi, Nasârâ [Hristiyan], Brahman ve Budistler, başka Peygamberlere inanıyor. Bunların getirdikleri ve sonradan bozulmuş olan kitapları okuyorlar. Bunun için bunlara Ehl-i kitap denir. Başka Peygamberlere de inanmayanlar, bir yaratıcının varlığına inansalar da müşriktirler. Brahman, Budist, Yahudi ve Hristiyanlar, Ehl-i kitap iken, zamanla müşrik olabilir.
    12 Ekim 2013 Cumartesi
  • Sual: Nûr suresinin “Ay hâlinden kesilmiş ve evlenme için ümidi kalmamış olan yaşlı kadınlar ziynet yerlerini erkeklere göstermemek şartıyla dış elbiselerini bırakmalarında bir günah yoktur. Bununla birlikte yine de sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır." meâlindeki 60 âyet-i kerimesi çerçevesinde, yaşlı bir kadın yabancı erkeklerin yanında başı veya kolları açık oturabilir mi?
    Cevab: Cilbab, kadınların dışarıya çıkarken üzerilerine aldığı, çarşaf, manto, mahrama gibi dış elbisesidir. Böylece iç elbisedeki süsler, darlık, incelik ve dekolte örtülmüş olur. İhtiyar kadın için bu kadarcık bir müsaade vardır. Zira âyet-i kerimedeki “ziynetlerini göstermemek şartıyla” ifadesi, örtülmesi gereken yerlerin açılamayacağına delâlet eder. Böyle kadınların saçının ve kolunun gözükmesinde beis yoktur diyenler varsa da, sahih olan kavil bu değildir. (Kurtubî)
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Tevbe suresinin "Müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün." meâlindeki 5. âyet-i kerimesinde geçen müşrikler, bu âyet-i kerime indiğinde Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan muayyen bir grup mudur?
    Cevab: Meşru cihad ne zaman vâki olursa, bu âyet-i kerime düşmanı öldürmeye izin vermektedir. Âyet-i kerimenin hükmü umumîdir; muayyen bir zamana mahsus değildir. Ama meşru savaşa münhasırdır. Muharib olmayanlar, yani çocuklar, kadınlar, ihtiyar ve sakatlar ile ruhban, bu hükümden muaftır. Ancak düşmanın öldürülmesi, alternatifli bir hükümdür. Hükümdara, Müslüman olmayı veya cizye vererek vatandaş statüsüne girmeyi kabul etmeyen düşmanı köle yapmak veya fidye karşılığı serbest bırakmak imkânı da tanınmıştır.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Haç, zünnar, papaz külahı gibi başka semavi dinlere ait sembollere sövmek küfrü gerektirir mi?
    Cevab: “Putlara sövmeyin, kâfirler de sizin rabbinize söver” mealinde âyet-i kerime vardır.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Rûhü’l-Me’ânî tefsiri muteber midir?
    Cevab: Âlûsî yazmıştır. Kendisi Ehl-i sünnet ise de, bazı fikirleri ulema tarafından aşırı bulunup tasvip edilmemiştir. Tefsiri de bu sebeple ilim çevrelerinde pek itibar görmemiş; ancak üslubu sebebiyle halk arasında popüler olmuştur.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Tefsir abdestsiz okunur mu?
    Cevab: Evet, ama tefsiri abdestsiz tutmak mekruhtur. Zira içinde Arabî harflerle âyet-i kerimeler ekseriyettedir. Latin harfleri ile yazılmış ve içinde Arabî harflerle âyet-i kerimeler bulunmayan meal ve tefsirler, abdestsiz okunabilir ise de, abdestli olmak efdaldir.
    30 Aralık 2013 Pazartesi
  • Sual: Kur’an’da “Allah birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da hidayete yöneltir”, “O dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir.” buyrulmaktadır. Madem saptıran ve hidayete erdiren Allah’tır; neden sapıtanlara ceza takdir etmektedir? Ya da neden bütün insanları hidayete erdirmemektedir?
    Cevab: Âyet-i kerimelerin manası, Allah, hidayet isteyenleri hidayet eder; sapıtmak isteyenleri saptırır. Bazen de hidayet istemese de hidayet eder. Allah dilemedikçe bir kimse hidayete veya dalalete gidemez. Zira insan hür iradesiyle ister; sonra Allah da bunu irade ederse, insanın bu istediğini yaratır. Dolayısıyla kişi yaptıklarından mes’uldür. Allah, herkesi hidayete erdirse, yaradılışın sırrı bozulur. Burası imtihan dünyasıdır. Kaldı ki Allah için niye suali muhaldir. O, lâ yüselü amma yef’aldir. Kalbi mühürlenenler; hâlisâne dua ederse, hidâyeti bulur. Nitekim âyet-i kerimelerde “Beni isteyeni, doğru yola iletirim” diyor.
    27 Temmuz 2014 Pazar
  • Sual: Mâide Suresi’nde, Tevrat ve İncil ehline de, kitaplarında Allah’ın indirdiği ahkâmı tatbik etmeleri emrediliyor. Bu kitaplar değiştirilmiş ve bozulmuş muharref kitaplar olduğuna göre, bunlarla hükmetmek nasıl olur?
    Cevab: Bu kitapların tamamının tahrif edildiği söylenemez. Nerelerin tahrif edildiği de belli değildir. Bugün elde buluna Tevrat, Zebur ve İncil, öncekiler kaybolduğu için, sonradan insanlar tarafından kaleme alınmış, önceki bilgileri de ihtiva eden kitaplardır. İslâmiyet gelmeden evvel, bu kitaplarla amel etmeleri mecburîdir. Sonra, müslüman olmaları lâzımdır. Müslüman olmaz da, zimmî olarak İslâm memleketinde yaşarlarsa, kendi kitaplarının hükmünü tatbik etmelerine izin verilir. Benim İslâm Hukuku ve Önceki Şeriatler kitabımda tafsilat vardır.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: İbni Kesir Ehl-i sünnet midir? Tefsiri muteber midir?
    Cevab: İbni Kesir, Şâfiî mezhebinde bir Ehl-i sünnet âlimidir. Ancak İbni Teymiyye’nin talebesi olduğu için, zaman zaman sözlerinde bunun tesirinde kalmıştır. Bu sebeple bir rivayet tefsiri olan tefsiri, ulema tarafından tutulmamış; ancak halk arasında popüler olmuştur. Abdülgani el-Meydanî, Fadlü’z-Zâkirîn isimli eserinde, “İbni Kesîr tefsirini okumamalıdır; içinde dalâlât-ı kesîre vardır” diyor.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Kur’an-ı Kerim’de Hazret-i Meryem’in Hazret-i Harun’un kız kardeşi olduğuna dair âyetler var (Meryem suresi, 26). Halbuki Meryem Oğlu İsa ile Harun peygamber arasında asırlar var. Bu âyeti nasıl anlamak gerekir?
    Cevab: Tefsirlerde bu hususta çok rivayetler vardır. Bu Harun, Musa aleyhisselamın kardeşi Harun ise, Hazret-i Meryem, Hazret-i Harun aleyhisselâmın soyundan geliyordu. O devirde insanları bu şekilde anmak âdetti. Nitekim Temim kabilesinden olan birine “Ey Temîm’in kardeşi” denirdi. Süddî böyle buyurdu. Nitekim Hazret-i Peygamber bir gün “Südah’ın kardeşi ezan okuyor” buyurdu. Ezanı okuyan, Südah kabilesinden idi. Bir rivayette de bu söz “Biz seni ibadette Harun gibi zannediyorduk. Nasıl olur da böyle iş yaparsın?” demektir. Bir başka rivayette ise Hazret-i Meryem’in Harun adında bir kardeşi vardı. Kelbî böyle rivayet etti. İbni Atiyye der ki, “O zaman, Harun adında fâcir bir kişi vardı; Yahudiler, Hazret-i Meryem’i ona benzetmek için böyle söylediler”. Yani “annen ve baban böyle kişiler değildi” demektir. Bir başka rivayette ise o devirde İsrailoğulları arasında Harun adında çok âbid bir zât vardı. Hazret-i Meryem de önceleri onun yolunda gittiğinden dolayı böyle anılmıştır. Müslümanlığa girmeden evvel Yahudi âlimi olan Kâ’bü’l-Ahbar, Hazret-i Aişe’nin huzurunda, “Meryem, Musa'nın kardeşi Harun'un kızkardeşi değildi. Eğer Rasûlullah aleyhisselâm böyle bir şey demişse, elbette o daha doğru söyler, daha iyi bilir. Aksi takdirde ben bildiğim kadarıyla aralarında altıyüz yıllık bir zaman vardır” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Âişe bir şey söylemedi. Mugîre bin Şu’be, Necran’a gittiğinde Oradaki Hristiyanlar, “Senin arkadaşın (yani Hazret-i Peygamber) Meryem’in, Harun’un kızkardeşi olduğunu iddia ediyor. Halbuki aralarında şu kadar asır vardır” dediler. O da dönüşünde bunu Hazret-i Peygamber’e sordu. Şöyle buyurdu: “Onlar peygamberlerinin ve kendilerinden önceki salihlerin isimlerini ad olarak veriyorlardı”. Nitekim Hazret-i Musa ile İsa arasında çok uzun bir zaman olduğu, hadis-i şerif ile sabittir. (Mefâtihü'l-Gayb)
    12 Mart 2015 Perşembe
  • Sual: İstiva ve benzeri müteşabih âyetlerde selef âlimlerinin “biz inanırız, keyfiyetini Allah’a havale ederiz” dediklerini biliyoruz. Fakat daha sonra gelen âlimler bunları şekilde tevil etmişler. Esasen bu tavrın da yanlış olduğunu söylemek gerekmez mi?
    Cevab: İnsanların bu müteşâbih âyetelri yanlış tevil ederek bid’at ve hatta küfre düştüklerini görünce te’vile ihtiyaç doğdu. İmam Gazalî'nin İlcâmü’l-Avam kitabı bunu anlatır. Müteşâbih âyetlerin manasını râsih âlimler de anlar ve bilir.
    27 Mart 2015 Cuma
  • Sual: Molla Câminin Mevlânâ Celâleddin’in Mesnevî’sini meth için yazdığı "Mesnevi-yi Mevlevi-yi Manevi/Est kuran der zuban-ı Pehlevi" (Mânâ âleminin efendisinin Mesnevisi Farsça olarak yazılmış Kur'andır) meâlindeki beyti nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Kur'an-ı kerimin en iyi tefsiri mânâsına mecaz bir sözdür.
    16 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Bana tavsiye edebileceğiniz Kur’an-ı kerim meâli var mıdır?
    Cevab: Bir kimsenin ilmi muktesebatını bilmeden kitap tavsiye edilemez. İlmihalini iyi öğrenen biri, tefsir okuyabilir ise de piyasadaki bildiğimiz meal ve tesirlerin çoğu itikadî veya ilmî cihetlerden tavsiyeye şâyân değildir. Arabî ilimleri bilmeden tefsir ve hele meâl okumak faydadan çok zarar getirir. Meâllerden din öğrenilmez. Türkçe tefsirlerden Mevâkib ve Tibyan, ehvendir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Bazı dini cemaat liderlerinin "Siz Kur’anı anlayamazsınız, aklınız ermez, sizin neyinize anlamaya çalışmak, küfre sürüklenirsiniz, hocanız ne derse kabul et otur!" gibisinden sözleriyle medyada karşılaştım. Fakat Allah Bakara suresi 118. âyet-i kerimesinde "Elbet biz gönülden inanacak herkes için Âyetlerimizi açık ve anlaşılır kılmışızdır" buyuruyor. Bu hususta bu şahısları mı, yoksa Kuran-ı kerimi mi esas almak gerekir?
    Cevab: İlim sahibi olanla olmayan elbette aynı değildir. Kur’an-ı kerim böyle buyuruyor. Kur’an-ı kerimin muhatabı Hazret-i Peygamberdir. O, kitabı beyan eder, yani sünneti ile açıklar. Bu da bir âyet-i kerime ile sâbittir. Âlimler, O’nun bildirdiklerine; avam da âlimlerin bildirdiklerine uyar. Piyasadaki cemaatlerin ve medyadakilerin çoğunun böyle olduğu şüphelidir. Bahsettiğiniz âyet-i kerimenin meâli “İnanmak isteyeni, bu kitab iknâ eder” demektir. Yoksa Kur’an-ı kerimi herkes anlayabilir demek, dine müdâhene olur.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Recm cezası Kur'an-ı kerimde var mıdır?
    Cevab: Muhsan olmayan, yani bekâr veya gayrımüslim veya hür olmayan zaninin cezası 100 değnektir (Nur: 2) Muhsanın cezası, suç sabit olmuşsa, recmdir. Bu da, Hazret-i Peygamber’in sünnetine ve Kur’an-ı kerimin önceki şeriatlerdeki recmin tatbikini emreden örtülü âyetine istinad eder. Bazı müellifler, “Mümin cariyeler evlendikten sonra zina ederlerse, onlara, hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir… Allah size bilmediklerinizi açıklamak ve sizden öncekilerin yolunu göstermek istiyor” meâlindeki âyet-i kerimelerden (Nisâ: 25-26) recm cezasına şer’î mesned bulmaktadır. Burada öncekilerin yolundan maksat Tevrat’tır. Köleye hüre verilen cezanın yarısı tatbik olunacağından, recm de bölünemeyeceğinden önce evli kölenin zinasındaki cezayı; sonra da evli hürlerin zinasının cezasının bildirildiğini söyler. Kur’an-ı kerimin alâkalı hükümleri Tevrat’takilere benzediği halde; bekârın zinâsındaki 100 değnek cezası Tevrat’ta olmadığı için âyet-i kerimede açıkça zikredildiği; recm hususunda ise Tevrat’a dolaylı yoldan atıf yapıldığı; sünnetin de bu atfı beyan ettiği anlaşılmaktadır.
    1 Eylül 2015 Salı
  • Sual: Kur’an-ı Kerimdeki bazı âyetler bazı âyetlerden üstündür denebilir mi?
    Cevab: Âyet olmak itibariyle hayır. Ama hususi cihetlerden olabilir. Her âyetin diğerinde olmayan hususiyetleri bulunabilir. Fatiha, İhlas, Yasin, Mülk, Nebe, Tekasür gibi sureler hakkında başka başka faziletler bildirilmiştir.
    22 Aralık 2015 Salı
  • Sual: Peygamberler masum, günahsız olduğuna göre, Hazret-i Yunus’un emir gelmeden kavmini terketmesi, Hazret-i Yusuf’un hapishanede iken kuldan medet umması peygamberler için caiz midir?
    Cevab: Peygamberler masumdur. Günah işlemezler. Ancak iki iyiden daha iyiyi seçmede yanılabilirler. Buna zelle denir. Verilen misaller günah olan şeyler değildir.
    29 Haziran 2016 Çarşamba
  • Sual: Tefsirler dâhil, İslam tarihleri İsrailiyattan alıp tarihi gerçeklerle uyuşmayan şeyler anlatmaktadır. Bunlara nasıl bakmalıdır?
    Cevab: İslâmiyet insanlara fen ve tarihi öğretmek için gönderilmedi. Müslüman, Kur’an-ı Kerim'de geçen tarihî kıssalara inanır. Bunların tarihî verilere ve bilgilere uygun düşüp düşmediği çok da mühim değildir. Anlatılan hâdiseler ve peygamberler tarihi çok eski zamanlara istinad etmektedir. Bunlarla alakalı veriler ve deliller oldukça azdır. Bu sebeple kati bir şey söylemek kolay değildir. Dünyanın ömrü milyarlarca senedir. İnsanlığın ömür ise İslâm kaynaklarına göre 315 bin senedir. Tarihî bilgiler ise 6-7 bin yıldan öteye gidememektedir.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Hazret-i Hadice, Hazret-i Peygamber’e Câhiliye devrinde ölenlerin çocuklarının hâlini sorduğu zaman “Onlar ateşdedir” cevabını almıştı. Bu çocuklar bâliğ olmamış ise, bunu nasıl anlamamız gerekir?
    Cevab: Cehennemde olmadıklarına dair vahy gelmeden evvel ictihad ile söylenmiş bir söz idi.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Hayatta karşımıza çıkan güçlüklerle alâkalı, "Allah insana taşıyamayacağı yük yüklemez" demek uygun olur mu?
    Cevab: Olur. Âyet-i kerimenin manası böyledir.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Muhammed Esed'in Kur’an Mesajı kitabını okumak istiyorum. Tavsiye eder misiniz?
    Cevab: Muhammed Esed (Leopold Weiss), sonradan Müslüman olmuş Avusturyalı bir Yahudidir. Ancak zamanla Vehhabilerin tesirinde kalmıştır. Böylece modernist tayfa içinde mütaala edilmektedir. Hayatı alaka çektiği için, Müslümanlar arasında popüler olmuşsa da, itikadı Ehl-i sünnete uymayan, selefi ve modernist bir şahsiyettir. Kendisi de kitapları da muteber değildir. Müslümana önce lazım olan, ilmihalini ve Hazret-i Peygamber’in hayatını iyi öğrenmektir. Bundan sonra Mevâkib veya Tibyan gibi muteber tefsirleri okumak caiz olur.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: İsrailiyyat nedir? Muteber midir?
    Cevab: İsrailogullarindan gelen bilgi ve hikayelere denir. Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde geçenler muteberdir. Değilse, İslamiyete aykırı olmayanlar kabul edilir.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: Ma’nen ve lafzen mütevatir ne demektir?
    Cevab: Hadis-i şerifin lafzının böyle olduğu tevâtüren nakledilmiş ise lafzen mütevâtir; lafzı muhtelif olsa da, manası ve delâletinin aynı olduğunda tevâtür varsa ma’nen mütevâtirdir. Lafzen mütevâtir hadisi inkâr küfrdür. Ma’nen mütevâtirde ihtilaf var ise de bid’at ehli olacağı sahihtir.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: İçkiye dair âyetlerinin iniş sırası nasıl olmuştur?
    Cevab: Evvela “Hurma ve üzümden ne güzel içkiler yaparsınız” mealindeki âyet-i kerime. Sonra “İçkinin faydası da var zararı da. Zararı daha çoktur” mealindeki âyet-i kerime. Sonra “Sarhoş iken namaza yaklaşmayın” meâlindeki âyet-i kerime. Sonra “Şarap pistir. Uzak durun” meâlindeki âyet-i kerime. Sonra sünnet-i nebevî ile şarap içene ceza.
    19 Mart 2017 Pazar
  • Sual: Peygamberimizin maneviyatını incitmemek için âriflerin Tebbet suresini okumayı men ettiği doğru mudur?
    Cevab: Bu sure, Hazret-i Peygamber’in imana gelmeyen amcası Ebu Leheb için nâzil olmuştur. Ebu Leheb’in kızı Dürre Müslüman olmuştu. Bazıları kendisinin yüzüne karşı alay veya incitmek niyetiyle bu sureyi okuyunca, üzülmüş; amcazadesi olan Resulullah’a şikâyette bulunmuştu. Resulullah da “Dürre bendendir; ben ondanım. Beni seven onu sever; onu üzen, beni üzer” buyurdu. Bunun üzerine sahabe-i kiram, peygamberimizi üzmemek endişesiyle bir müddet Tebbet suresini hiç okumadılar. Ehli beytten bir zâtın bulunduğu bir cemaatte, imam olun kimsenin, sırf bu zâtın üzülmemesi için Tebbet suresini okumaması belki bir incelik olarak görülebilir. Ama bunu âdet edinmek mahzurludur. Bugün bunun okunmaması gerektiği sözünün, Şiîler tarafından yayılması muhtemeldir.
    19 Mart 2017 Pazar
  • Sual: Bazıları birbirine karışmayan deniz resmini göndererek, altına Rahman suresinin bu mealdeki ayet-i kerimesini yazıyor. Kur’an-ı Kerim âyetlerine kafadan mana vermek caiz olmadığına göre, böyle yapmak münasip düşer mi?
    Cevab: Caizdir. Bu, Kur’an-ı kerime kafadan mânâ vermek demek değildir. İlimsiz tefsir yapmak câiz değildir. Ancak Arapça bilen biri, Kur’an-ı kerimin pek çok âyetini anlar. Kur’an-ı kerimin en makbul kıraati, anlayarak okumaktır. Mana vermek, hele hüküm çıkarmak ayrıdır.
    6 Mayıs 2017 Cumartesi
  • Sual: Kur’an-ı kerimde, “Kâfirlerle savaştığınızda boyunlarını vurun. Onları tesirsiz hale getirince sıkı güvenlik çemberine alın. Sonra onları (esirleri), fidye alarak veya karşılıksız serbest bırakın ki savaşın doğurduğu sıkıntılar kalmasın” buyuruluyor (Muhammed 47/4). Bu âyete göre Osmanlıdaki cariyelik meşru mudur? Zira Allah iki şık sunmuş. İkisinde de netice olarak karşılıklı ya da karşılıksız bırakmak var. Bu âyet, esnetilecek bir ayet değil. Hüküm çok açık. Doğru olmayan hadislerle ihlal edildiği kanaatindeyim.
    Cevab: Dinin delili sadece Kur’an-ı Kerim değildir. Kur'an âyetlerinden Herkes kendi kafasına göre hüküm çıkaramaz. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet, İslâm dininin esasını teşkil eder. Kur’an-ı kerim, savaş esirleri hakkında halifeye üç şık tanır: 1-Erkekleri öldürüp; kadın ve çocukları köle yapmak. 2-Hepsini fidye karşılığı serbest bırakmak. 3-Hepsini köle yapmak. Karşılıksız serbest bırakmak caiz değildir. Bedr harbinde, esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılması taraf-ı ilahîden tasvib edilmemişti. O zaman diğer iki şık gösterilmemişti. Verdiğiniz meal doğru değildir. Tevbe suresinin 5.ayet-i kerimesinde, “Onları esir alın ve hapsedin” buyuruluyor. Muhammed suresinin 4.âyet-i kerimesinin meâli ise, “Onlardan çoğunu öldürüp yendiğinizde, artık bağı sıkı tutun” şeklindedir. Burada kinaye yolu ile, esirleri köle yapmaktan söz ediliyor. Üstelik Kur’an-ı kerimin pek çok yerinde kölelere dair hükümler vardır.  Hazret-i Peygamber, bu üç şıkkı da tatbik etmiştir. Peygamber nasıl tatbik etmişse, İslamiyet odur. Bunun üzerinde bütün Müslümanların icmâı vardır. Âyetleri, başka âyetler ve hadisler izah ve beyan eder. Bu cüretkâr söz, Allah saklasın, aklı başında birinin söyleyeceği bir söz değildir.
    23 Mayıs 2017 Salı
  • Sual: Nisa Suresi 23. âyette evlenilmesi haram olan kadınlar beyan edilirken, bir sonraki âyette de bunlar dışındakilerin helal olduğu söyleniyor. Torunla evlilikten bahsedilmiyor. Neden âyette mesela torundan bahsedilmiyor?
    Cevab: Torunla evlenmenin yasak oluşu, sünnetle sabittir. Şeriatın tek kaynağı Kur’an-ı Kerim değildir. Hadis-i şeriflerle emredilen ve yasak edilenler, Kur’an-ı Kerim'dekilerden fazladır. Hikmetini bilemeyiz.
    23 Mayıs 2017 Salı
  • Sual: Sünnet aleyhtarları, “Bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” meâlindeki âyet-i kerimeyi (En’am, 38) delil gösteriyorlar. Buna nasıl cevap verilir?
    Cevab: Bilinmesi gereken hiç bir şey eksik bırakılmamış manasınadır. Fen, cebir gibi ilimlerin Kur’an-ı kerimde bulunmasına gerek yoktur; zira Kur’an-ı kerim bir fen veya tarih kitabı değildir. Din bilgilerinin de özü, aslı Kur’an-ı kerimdir. Nitekim bütün usul ilmi Kur’ân-ı kerimde mevcuttur. Çünkü aslî deliller burada en beliğ bir şekilde zikredilmiştir. Fakat mezheblerin rivayetine ve görüşlerin tafsilatına gelince, bunların Kur’ân-ı kerimde bulunmasına ihtiyaç yoktur. Kur’ân-ı kerim, Hazret-i Peygamber’e hüküm koyma, yani bir şeyi farz veya haram etme salahiyeti tanımıştır. Ayrıca icmâın ve kıyasın şeriatta bir delil olduğuna da delâlet etmektedir. Binaenaleyh icmâ, kıyas ve diğer esaslarla ortaya konulan her hüküm, aslında Kur’ân-ı kerimde mevcut demektir. İbni Mes’ud hazretleri, dövme yapan ile yaptıranı ve peruk yapan ile takanı kastederek, “Allah'ın kitabında lanet ettiği kimseye, ben niye lanet etmeyeyim ki” buyurdu.
    Birisi gelerek, “Ey İbni Ümmi Abd, dün gece Kur’ân-ı kerimin iki kapağı arasındaki her şeyi okudum; ama onda dövme yapan ile yaptırana lanet edildiğine rastlamadım” dedi. İbni Mes'ûd radıyallahü anh buyurdu ki, “Eğer gerçekten okumuş olsaydın, onu bulurdun. Nitekim Cenâb-ı Hak (Haşr suresi, 7. âyet-i kerimesinde), ‘Peygamber size ne verdiyse onu alın; neyi men ettiyse ondan sakının!’ buyurmuştur. Resûlullah aleyhisselâmın, bize verdiği şeylerden birisi de, ‘Allah, dövme yapan ve yaptırana lanet etti’ buyurmuş olmasıdır.” Bu manayı, Kur'ân-ı kerimde, bundan daha açık bir şekilde bulmak mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı kerimde şeytana lanet etmiş; daha sonra da, şeytanın kötü fiillerini saymış ve o fiillerden biri olarak, Allah'ın yarattığını değiştirmeyi saymıştır (Nisa, 119). Bu âyet-i kerimenin zâhiri, Allah'ın yarattığını değiştirmenin, laneti gerektirdiğini gösterir.
    İkinci misal: İmam Şâfiî hazretleri, Mescid-i Haram'da oturup: “Bana ne sorarsanız sorun, mutlaka ona Allah'ın kitabı ile cevap veririm” demişti. Bunun üzerine bir kimse, “İhramlı birisi bir eşek arısı öldürürse, bunun hükmü nedir?” diye sordu. İmam Şâfiî, “Bu kimseye bir şey gerekmez” dedi. Adam da, “Bu, Allah'ın kitabının neresinde?” diye sordu. O, “Allahü teâlâ, ‘Peygamber size ne verdiyse onu alın’ buyurmuştur” diye cevap verdi. Sonra Resulullah’ın, “Benim ve benden sonraki Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetine yapışın” sözünü beyan ederek, Hazret-i Ömer radıyallahü anhın, “İhramlı kimse, eşek arısını öldürebilir” sözünü delil olarak nakletti. (Mefâtihü’l-Gayb)
    2 Ağustos 2017 Çarşamba
  • Sual: A’raf süresi 175-176. âyetlerde bahsedilen şahıs, Bel’am bin Ba’ura mıdır?
    Cevab: Bel’am, Musa ve Yuşa aleyhimesselam zamanlarında yaşayan, İsm-i azam duasını bilip, her duası kabul olurken, dünyaya meylettiği için doğru yoldan ayrılan kimsedir. Musa aleyhisselam vefat ederken yerine Yuşa bin Nun aleyhisselamı halife bıraktı. Allahü teala Yuşa aleyhisselamı da İsrailoğullarına peygamber olarak vazifelendirdi. Yuşa aleyhisselam, İsrailoğullarının başında olduğu halde Arz-ı mev'ud denilen bölgeye gidip, Eriha ve İlya (Eyliya) şehirlerini fethettikten sonra, Belka şehrini kuşattı. Belka şehrinin Belak ismindeki zalim hükümdarı, Yuşa aleyhisselama karşı aciz kalıp, İsm-i azam duasını bilen, her duası kabul olan, ilim ve ibadette yüksek, sözlerini yazıp istifade etmek için elinde hokka ve kalem ile yanında 2000 kişi bulunan ve İbrahim aleyhisselamın dinine inanan Bel'am bin Baura isimli kimseden yardım istedi. Yuşa aleyhisselama ve ordusuna karşı beddua etmesini istedi. Belka şehri ahalisi de gelip beddua etmesi için Bel'am bin Baura'ya yalvardılar. Bel'am, Allahü tealanın peygamberine karşı beddua edemeyeceğini bildirdiyse de, azgın ve imansız Belka şehri ahalisi bedduada bulunması için daha çok ısrar ettiler. Bel'am bin Baura'ya hediyeler getirip birçok dünyalık vad ettiler. Karısı da; "Eğer bu kavmin topraklarımızdan gitmesi için dua etmezsen senden ayrılacağım!" diye tehditte bulundu. Zalim hükümdar da beddua etmediği takdirde onu idam edeceğini söyleyerek idam sehpası kurdurdu. Bütün bunlar karşısında Bel'am bin Baura'nın gönlünde dünya malına ve servetine karşı meyl belirdi. Dua etmeye razı olarak şehrin dışındaki Husban Dağına gitti. Husban Dağının tepesine ulaşınca, ellerini dua için kaldırdığı zaman, dilinden Belka şehri ahalisi aleyhine, Yuşa aleyhisselamı ve İsrailoğulları lehine kelimeler dökülmeye başladı. Bu sözleri işiten Belka şehri ahalisi; "Ey Bel'am! Ne yapıyorsun? Onlara dua, bize beddua ediyorsun!" dediler. Bel'am onlara; "Bu sözleri isteyerek söylemiyorum. Allah tarafından böyle konuşturuluyorum!" dedi. Bu sırada Allahü tealanın hikmetiyle dili ağzından çıkıp göğsü üzerine sarktı. Allahü tealanın kendisine ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilmeyen, irade-i cüz'iyyesini şeytanın ve kötü insanların istekleri doğrultusunda kullanan Bel'am bin Baura, nefsin ve şeytanın saptırmasıyla, dünya malına ve kadına meylederek yeni hileler peşine düştü ve imansız öldü. Kur'an-ı kerimde A'raf suresinin 175. ve 176. ayet-i kerimelerinde soluyan köpeğe benzetildi. "Onun gibiler köpek gibidir." sözü, dillerde darb-ı mesel kaldı.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: Her kavme peygamber gönderilmiş midir? Nahl suresinin 36.âyet-i kerimesinde geçen “her ümmete peygamber gönderdik” ibaresindeki ümmet kelimesinden kasıt nedir?
    Cevab: Her ümmete, yani muayyen insan topluluğuna peygamber gönderilmiştir. Bunların çoğunun isimleri malum değildir. Ekserisine bir kişi bile inanmamıştır.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: Bakara Suresi 219'da içki ve kumarın faydası ve zararı olduğundan; zararının faydasından çok olduğundan bahsediliyor. Burada faydadan kasıt nedir?
    Cevab: İçki satılır; para kazanılır. Bedene de bazı faydaları vardır, mesela damarları açar, antiseptiktir. Ama bu işi gören başka mübah şeyler de vardır. Ama bir şeyin mübah olması için illa faydası olması lazım gelmez. Şeriat yasak etmişse, zararlı demektir. Herşeyde faydalı ve zararlı taraflar vardır. Her insan da böyledir. Şirketler de kâr zarar hesabını böyle yapar. Ekseriyete bakılır. Bir şeyin zararı daha çok ise, zararlıdır.
  • Sual: Rûhü’l-Beyan’da Kürtler hakkında güvenilmez oldukları gibi ağır ithamlar var. Bunları nasıl anlamak icab eder?
    Cevab: O asırda Kürtlerin hepsi Müslüman değildi; çoğu Yezidî idi. Büyük bir kısmı dağlarda vahşi bir şekilde yaşıyorlardı. Huşunet erbabı idiler. Bu sözler doğru ise, o zamanki bazı Kürtler için söylenmiş olabilir. Yoksa bir topluluk, bir halk, hele bir millet için böyle tamim yapmak, umumileştirmek doğru değil. Bursevî gibi bir zattan hiç beklenmez.
  • Sual: Bir şiirde “Can kulağıma  ( Ene eşeddü şevkan )  geleli, maddenin dışındaki âlemde seyrân isterim” beyiti geçiyor. Buradaki ene eşeddü şevkan ne manaya geliyor?
    Cevab: Bir ara vahiy kesildi. Müşrikler “Rabbi Muhammed'i terk etti” dediler. Bir müddet sonra Cebrail Aleyhisselam geldi. Peygamber Efendimiz ona “Seni çok özledim” dedi. O da “Ben seni daha çok özledim, ama emir kuluyum” dedi ve Meryem suresinin 64. âyetini getirdi. Ene (İnnî) eşeddü şevkan ileyhim, ben daha çok seni özledim demektir. Muhyiddin Arabi hazretleri Füsus’da bunu uzun izah ediyor ve tasavvufî manalar yüklüyor.
    19 Ekim 2018 Cuma
  • Sual: Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde Allahü teala için geçen el, yüz, istiva gibi kelimeleri nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde Allahü teala için geçen bazı ibarelere müteşâbihât (manası şüpheli anlaşılabilen âyetler) denir. Ehl-i sünnet mezhebinde yazılmış güzel bir akâid kitabı olan Türpüştî Risâlesi’nde diyor ki: Bunlara zâhirî mana verilip verilemeyeceği hususuna kafası karışıp yanlış yollara kayanlar olmuştur. Bunlardan biri âyet ve hadîslerde sıfat olarak bildirilen isimler olup, bunlara zâhirî [görünüş] mana vermekte o kadar ısrar ve taşkınlık ettiler ki, iş benzetmeye ve şekille bildirmeye kadar vardı. Öbür fırka ise, bu isim ve sıfatları zâhirden o kadar uzaklaştırdılar ve yok ettiler, hakikatten mecaza taşımakta o kadar gayret ve çaba gösterdiler ki, nerede ise kullanılmaları lüzumsuz oldu ve bu sıfatların isimlerini inkâr ettiler. Bu iki fırka da, dalâlettedir, doğru yoldan ayrılmıştır. Hak ve doğru mezheb burada, iki taraftan birinde bulunmayandır. Sevâd-ı azam denen Ehl-i sünnet ve cemaatin, Kur’an-ı kerimde ve sahih hadîslerde, Allahü teâlânın sıfatları ve sıfat manası taşıyan ifadeler hakkındaki sözleri üç kısımdır:

    1-Biri, açık olanlar. Allahü teâlânın ilmi ve kudreti gibi. Burada en doğru söz, böyle sıfatlarda, te’vil (göründüğü manasından başka mana vermek) câiz değildir. Onun esas manası, kelimenin zâhirinden anlaşılandır.

    2-Diğeri, zâhir manayı vermeli ve hangi lafız üzere geldiyse onu sürmeli ve mecaz manasına götürmemelidir. Bir şeyin hakikatinden, şüphesiz bilgi ve tam yakîn edinilmiyor ve bir şeyler örtülü kalıyorsa, rey ve kıyas ile hakikatini açmamalı, onu zâhir manasıyla kabul etmeli, keyfiyet ve kemmiyeti ona yaklaştırmamalıdır. Yed (el), vech (yüz), sem’ (kulak), basar (göz) bu kısma girer. Bunlar hakkındaki itikad şöyle olmalıdır ki, bunlar ve buna benzer olanlar, âzâ (uzuv) değil, yani vücudun bir kısmı değildir. Bunlar Allahü teâlânın sıfatlarıdır. Bunların keyfiyeti, nasıllığı yoktur, olması da câiz değildir. Ehl-i hak bu ikinci kısmı tedkik edip, o isimlerin hakikatleriyle alâkalı olarak, “Bu sıfatlar da tefsir edilmez; zira teşbîh ve temsîle, yani benzetmeye ve şekillendirmeye yol açar. Mecaza da haml edilmez. Çünki Kitab ve Sünnet, bunun aksine hükmediyor” dediler ve hakkın, bu iki yolun ötesinde, yani teşbîh ve tecsîmin ötesinde bir başka yolu, izahı vardır, buyurmuşlar ve onlar bu yolu seçmiş ve beğenmişlerdir.

    Bu sıfatlar te’vil edilirse, birkaç şekilde manalandırılabilir. Bunlardan biri doğru, diğeri yanlış olur. Allahü teâlânın sıfatlarına yanlış manalar veren ise, mazur olmaz, bilakis dinini tehlikeye sokmuş olur.

    Bunun için, yed, vech, istiva gibi Kur’ân-ı kerîmde bildirilen ve tercüme edildiğinde insanı hatırlatan, el, yüz, oturma manalarını düşündüren kelimeleri ve benzerlerini Farsça’ya ve diğer lisanlara çevirmeği câiz görmemişlerdir. Eğer bunları söylemek icab ederse, âyet ve hadîste geçtiği gibi söylemelidir. Bir kimse, “Halaktü biyedeyye” (Ey iblis, iki elimle yaratdığıma secde etmekden seni men’ eden nedir?) âyetini okurken, elini hareket ettirse veya “Müminin kalbi Rahmanın parmaklarından iki parmağı arasındadır” hadîs-i şerifini söylerken, parmağına işaret etse, çok mahzurludur. Çünki bu hareket teşbîh ve tecsîm manası taşır. Yani Allahü teâlâ insan gibidir, insan gibi parmakları vardır ve maddedir, fikrini gösterir. Halbuki Allahü teâlâ bu gibi şeylerden münezzehtir. Buradan bir daha anlaşılmış oldu ki, isim ve fâide benzerliği dışında, Allahü teâlânın sıfatları ile halkın sıfatları arasında bir ortak taraf ve benzerlik yoktur.

    Bazıları, müteşâbih âyet ve hadîslerle işaret olunan sıfatları te’vil etmek doğrudur diyenler, yed (el) sıfatını, kuvvet ve kudret ve nimet; vech (yüz) sıfatını zât ve rızâ, istivâ (yayılma) sıfatını istilâ ile te’vil etmişlerdir. Sonraki âlimlerden bazısının da Müslümanların itikadlarını korumak için bu manaları verdiği olmuştur. İmam Gazâlî hazretlerinin İlcâmü’l-Avâm kitabı bunu anlatır. Bu ibarelere zahirî mana vermemek selef-i sâlihîn mezhebidir. Buna şimdi selefiyye deniyorsa da, doğru değildir. Selefiyye, Vehhâbîlik olup, tecsîm ve teşbihe inananlar veya kayanlardır. Nasıl sem’, basar gibi sıfat-ı ilahiyye, O’nun zatına layık ve münasip sıfatlar olduğu gibi, müteşâbih âyet ve hadîslerde bildirilmiş olan, yed (el), vech (yüz), ayn (göz), cenb (yan), kadem (ayak), yemîn (sağ), ısba’ (parmak), arşa istivâ (Arşın üzerinde karar kılmak), meci’ (gelme), nüzûl (inme) gibi sözler ve kelimeler hakkında Selef-i Sâlihînin mezhebi, yani usul ve yolu odur ki, bunları kudret, nimet, zât, istilâ vs ile te’vil etmemelidir. Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetinde meâlen bildirildiği gibi, “Allahü teâlânın bu sıfatlarının zât-i pâkine lâyık ve münasip olduklarına iman ettim” demelidir.

    Allahü teâlâ hakkında, nasıldır, ne gibidir sualleriyle ve cevapları ile uğraşmayı Âl-i İmrân sûresi 7. Âyet-i kerimesi men etmektedir. Nitekim burada meâlen, “Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu te’vil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde râsih olanlar, yüksek pâyeye erişenler ise, ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahibleri düşünüp anlar” buyuruldu. Bazıları “ve’r-râsihûne” kelimesinin başındaki vav harfini edat kabul etmişlerdir ki, bu takdirde mana şöyle olur: “Halbuki onun te’vilini ancak Allah ve ilimde râsih olanlar, yüksek payeye erişenler bilir.”

    3-Bir diğer kısım daha vardır ki, onlar gerçekte sıfat kısmından değillerdir. Lâkin sıfat yapısına benzeyen bir takım lafızlarla sıfat manasına gelir ve Arab dilinde onun manası açık olur. Bu kısım te’vil olunabilir. Eğer buna zâhirî (görünüş) manası verilirse, fesada ve yoldan çıkmaya sebep olur. Meâl-i şerîfi “Allaha karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun” olan Zümer sûresi 56. âyet-i kerîmesini böyle manalandırmakta hiçbir âlim duraklamaz. Hadîs-i şerîfte, “Hacerülesved yeryüzünde Allahın sağ elidir (eliyledir)” buyuruldu. Buna zâhirî manası vermek ilhâd (dinden çıkmak) olur. “Yemen tarafından Rahmanın nefesini buluyorum” hadîs-i şerîfine de zâhirî manâsı verilirse, çok bozuk bir şey ortaya çıkar. “Bana yürüyerek gelene, ben seyirterek giderim” hadîs-i kudsîsine zâhirî mana vermek, teşbîh (mahlûklara benzetme) olur. Ama bunun manası açıktır. Allahü teâlâ kullarına ihsan ve kerem sıfatları ile tecelli etmek istedi de, onların anlayabileceği bir tarzda, Peygamberin dili ile onlara haber verdi ki: “Kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.” Buradan maksadın, sen hangi amelle bana yaklaşırsan, ben sana o yaptığının kat kat sevabını veririm, olduğu anlaşılmış oldu. Bu hususta çok müşkil ve te’vili çok zor hadîsler vardır. Te’villeri zarurî olmakla beraber, o te’vil için münasip söz bulmak, o manayı ifade edecek kelime bulmak imkânsız olduğundan, isteyerek onun te’viline girmek haramdır. Meâl-i şerîfi, “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme” olan İsrâ sûresi 36. âyeti buna bir misaldir.

    24 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Kur’an-ı kerimde evlenilebilecek kadınların sayısı için delil verilen, “ikişer, üçer, dörder” (mesna, sülase ve rubaa) tabiri tahdid (dörde kadar) manasına gelmez; bilakis teşvik ifade eder. Arapçada “dörde kadar” demenin daha sarih yolları vardır. Sarahat icab eden hukuk sahasında böylesine kapalı bir ifadenin kullanmanın makul bir gerekçesi gösterilemez. Nitekim Fâtır suresinin 1. âyetinde de buna misal vardır. Peygamberin bir arada en az dokuz zevcesi vardı. Kendisi, hiçbir surette Kur’an hükümleri karşısında istisna teşkil etmez. Gece namazı gibi akla gelebilecek istisnalar, nimet değil, külfet sadedindedir diyen birine cevap olarak ne söylenebilir?
    Cevab: Kur’an-ı kerim, bir erkeğin evlenebileceği kadınların sayısını 4 ile tahdid eder ve bunu da adalet şartına bağlar. Bu âyet-i kerimenin bu manaya geldiği icma’ ile sabittir. İcma’ya aykırı iddiada bulunan Şiîlerdir. Resulullah’ın evlendiği kadınları boşaması, maslahata muvafık değildi. Zira çoğu himaye maksadıyla tezevvüç edilmiş olan bu kadınlar, boşanırsa başkasıyla evlenemeyecekti.
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: Nahl suresi 90.ayet-i kerimesinde yakınlara vermeyi emrettiği halde, kardeşimin bana yardım etmemesi, bu ayete muhalefet olur mu?
    Cevab: Ayet-i kerimenin tefsiri mühimdir. Orada kast edilen fakir ve çalışamayacak vaziyetteki yakın akrabaya nafaka vermektir.
    26 Ekim 2019 Cumartesi
  • Sual: Melekler nurdan, şeytan ise ateşten yaratıldığına göre, niçin bazıları şeytanın cin değil de melek olduğunu iddia ediyor?
    Cevab: Kur’an-ı kerimde haber verildiğine göre, Âdem aleyhisselâm yaratıldığında, kendisine secde emri verildi. “Bütün melekler secde etti, şeytan hariç” âyet-i kerimesini yanlış tefsir ederek bu neticeyi çıkarıyorlar. Başka bir âyet-i kerimede şeytanın cin taifesinden olduğu açıkça beyan buyuruluyor. Kur’an-ı kerim tercümesi ve meali okumak avama zararlıdır. Kur’an-ı kerimi bir bütün olarak; ayrıca Hazret-i Peygamber’in ve sahabilerin tefsirleri ışığında okumak ve anlamak lazımdır.
    4 Ocak 2020 Cumartesi
  • Sual: İbni Mesud’un mushafına Felak ve Nas surelerini almadığı doğru mudur?
    Cevab: Bu zayıf bir rivayettir. Almadıysa da bunları Kur’an-ı Kerim'den saymadığı manasına gelmez. Bu, sonradan yakıştırılmıştır. Herkes ezbere bildiği için almamış olabilir. Bizzat işitmediği için almamış olabilir. Hadis-i şerife göre, İbni Mes’ud, Kur’an-ı kerimi en iyi bilen 4 kişiden biridir.
    13 Mart 2020 Cuma
  • Sual: Nassın iktizası, iltizamı, ibaresi, işaresi, delaleti ne demektir?
    Cevab: Kur'an-ı kerîmdeki ahkâm üç kısımdır: Birinci kısım hükümleri ilim ve akıl sahibi kimseler nassın mantuku (söylenişi) ile, bir başka deyişle, nassın ibâresi, işâreti, delâleti, tazammunu, iltizâmı ve iktizâsı ile kolayca anlayabilir. Yani her âyette bu altı cihetten çeşitli mânâ ve hükümler vardır. Bunu tefsir ilmi bildirir. Nass, mânâları açık ve meydanda olan âyet ve hadîsler demektir.

    Nassların lafızları hangi mânâya delâlet ettikleri ve ne maksadla söylenildiklerini işitenlerin anlamaları cihetinden ibâre, işâret, delâlet, tazammun, iltizam ve iktiza kısımlarına ayrılır:

    Delâle bi’l-ibâre’de, yani ibârenin delâletinde, lafzın doğrudan delâlet ettiği mânâ mevzubahistir. "Allahın verdiği bu ganîmet malları, yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah’tan bir lutf ve rızâ dileyen, Allah’ın dinine yardım eden fakir muhâcirlerindir" meâlindeki âyet-i kerimenin (Haşr: 8) ibâresinden, muhâcirlerin ganîmette hakları olduğu anlaşılır.

    "Zekât müslümanların fakirlerine verilir" hadîsinin ibâresinden, zekâtın sadece müslümanların fakirlerine verileceği anlaşılır. Delâle bi’l-işâre’de, yani işâretin delâletinde, lafzın, ibâresinden çıkan hükme değil, bu hükümden hareketle, dolaylı olarak anlaşılan hükme delâlet ettiği kabul olunur. Bakara sûresinin 275. âyet-i kerimesinde, Allah’ın beyʽi (alışverişi) helâl; fâizi haram kılmasında, beyʽin helâl, fâizin haram olmasına işâret ve “Alışveriş de fâiz gibidir” diyenlere cevap vardır. Bebeğin anne bedeninde taşınması ve sütten ayrılmasının otuz ay sürdüğü bildirilen âyet-i kerime (Ahkâf: 15) ile çocuğun sütten kesilmesinin iki yıl süreceğinin bildirildiği âyet-i kerimeden (Lokman: 14), hâmileliğin asgari müddetinin altı ay olduğuna işâret vardır.

    Delâlet-i nassda, yani nassın delâletinde, sözün maksadı tek başına lafızdan anlaşılmaz. Hükmün konuluş gayesine bakmak gerekir. Delâlet, yol göstermek demektir. İsrâ sûresinin 23. âyetiyle anne ve babaya öf bile denmemesi (usanç gösterilmemesi) emredilmiştir. Buna, anne ve babaya eziyet etmemek, dövmemek de girer. Bir başka deyişle öf demek yasaklandığına göre, başka türlü eziyet etmek haydi haydi yasaktır.

    İktizânın delâletinde ise, lafzın doğru anlaşılması için ibârede yer almamış bir mânâya delâlet ettiği kabul olunur. İktizâ, gerekmek mânâsına gelir. Nisâ sûresinin 23. âyet-i kerimesindeki (meâlen), "Analarınız, bacılarınız size haram kılındı" sözü, bunlarla evlenilmesinin haram kılındığını iktizâ eder. Mâide sûresinin 3. âyet-i kerimesindeki (meâlen), "Size leş, kan ve domuz eti haram kılındı" sözü, yenilmesi ve faydalanılmasını iktizâ eder. Yusuf suresinin 82. âyet-i kerimesindeki "Köye sor!" meâlindeki söz de, "köy halkına sormayı" iktizâ eder. Hazret-i Peygamber’in, "Ümmetimden yanılma, unutma ve korku kaldırılmıştır" meâlindeki hadîsi, unutma ve yanılma günahının kaldırılmasını iktizâ eder; yoksa bu hallerde kaçırılan amelin kazâsı veya verilen zararın tazmini bâkidir. Hazret-i Peygamber'in "Benden sonra eshâbımdan Ebû Bekr ve Ömer'e uyunuz!" sözü ile "Benden sonra Hülefâ-i râşidînimin yoluna sarılınız!" sözü bir araya getirilince bu ikisinin iktizâsından Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer'in halîfe olacağı anlaşılmaktadır. "Köleni şu kadar kuruşa benim namıma azat et!"sözü, "Köleni şu kadar kuruşa bana sat, sonra azat edeyim" sözünü iktizâ eder.

    Tazammun-ı nassda, yani nassın tazammununda, meselâ "Bu malı kimseye vermem!" sözünden ‘Zeyd'e de vermem!’ anlaşılır. Tazammun, zımnında olmak, bir şeyi ihtivâ etmek demektir. Yine bir kimse kefâlet ve âsaleten borçlu olduğu bir şahıstan kefâlet olan deyninden kendisini ibra etmesini talep edip de o şahıs cevabında "Sende olan her hakkımı ibrâ ettim!" dese, gerek kefâlet olan borcundan ibrâ ettiği ibâre ve tazammun yoluyla; asıl borçtan ibrâ ettiği ise tazammun ve işâret yoluyla anlaşılır.

    İltizâm-ı nassa, yani nassın iltizâmına gelince, meselâ Bakara sûresinin 233. âyet-i kerimesinin ibâresinden evlâdını emziren annelerin nafakası mevlûdün leh (çocuğun doğmasına vesîle olan kimse, yani baba) üzerine olduğu anlaşılır. Mevlûdün leh tâbirinin kullanılıp da, vâlid (baba) tâbirinin kullanılmamış olması, nikâhı altında doğan çocuğun nesebinin kendisinden sübûtunu (sâbit olduğunu) iltizâm eder. İltizam, lâzım kılmak, gerektirmek demektir. Yukarıda geçen ve ibâresiyle ganîmetlerin muhâcirlerin fakirlerinin hakkı olduğunu beyan eden âyet-i kerimede, muhâcirlerin fakirlikle vasıflandırılması, muhâcirlerin dârülharbde (o zaman için Mekke’de) terk ettikleri emlâkin mülkiyetlerinden çıktığını iltizâm eder. Eğer mülkiyetlerini kaybetmemiş olsalardı, muhâcirlerin umumî olarak fakirlikle vasıflandırılmaları muteber olmazdı.

    Bu tefsir kâidelerinin hepsini bir âyet-i kerîme üzerinde tatbik etmek gerekirse: Kur’an-ı kerîmde, “Rabbin, yalnız kendisine ibâdet etmenizi ve ana babaya iyilikte bulunmanızı buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlıyacak olursa, onlara karşı “öf” bile demeyesin. Onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin” âyeti (İsrâ: 23) vardır. Bu âyet-i kerimenin ibâresinden anlaşılan, ana-babaya karşı “öf” kelimesinın kullanılmayacağıdır. Bu âyet-i kerimenin işâret ettiği bir şey vardır. O da, ana-babanın kalbini kıracak kelimeleri kullanmamaktır. Bu âyet-i kerimenin delâlet ettiği mânâ, ana-babanın kalbini kıracak hiç bir şey yapılmamasıdır. Bu âyet-i kerimenin tazammun ettiği, altında bulundurduğu bir başka mânâ vardır: O da ana-babayı dövmemek, öldürmemektir. Bu âyet-i kerimenin iktizâsı ise ana-babaya iyilik etmektir. Bu âyet-i kerimenin iltizâm ettiği şey ise, ana-babayı gücendirmenin felâkete; onların kalblerini almanın ise saadete sebep olduğudur.

    16 Nisan 2020 Perşembe
  • Sual: Talak Suresi 4. âyette “henüz adet görmeyenlerin iddetinden" bahsediliyor. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Ayet-i kerimede henüz denmiyor. Cimaya elverişli olup, hayız görmeyen; hayızdan kesilmiş ve hamile kadınların iddetinden bahsediliyor; çocukların değil. Din, Kur’an-ı kerimden, hatta hadis-i şeriflerden öğrenilmez. Fıkıh kitaplarından öğrenilir. Kur’an-ı kerimi kendi kafasına göre anlamaya çalışan ya hata eder, ya küfre düşer.
    14 Eylül 2021 Salı
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • TR
  • EN
© 2019
  • Anasayfa
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder