Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • Aktüel
    • Akademik
    • English
    • Arabic
    • Diğer Diller
  • Programlar
    • Televizyon
    • Radyo
    • Youtube
  • Yazışmalar
    • Tüm Sualler
    • Sual Başlıkları
    • Sual Gönder
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder

Sual Başlıkları

“ Osmanlılar”

için arama neticeleri gösteriliyor
  • Sual: Halifeler Kureyş’tendir mealinde bir hadîs-i şerif bulunduğuna göre, Osmanlı padişahlarının halifelikleri sahih olmuyor mu?
    Cevab:

    Bazı İslâm hukuku kaynaklarında devlet başkanının (halîfenin) Kureyş kabîlesinden olma şartı zikredilir. Bu da, Hazret-i Peygamber'in “İmamlar, halîfeler Kureyştendir” hadîsine dayanır. Ancak, Iraklı Ebû Bekr Bakıllânî (403/1012) ve Buharalı Sadrü’ş-şeria es-Sânî (747/1346) gibi sonra gelen hukukçular, halîfenin Kureyşîliğinin artık şart olmadığı görüşündedirler. Büyük tarihçi ve hukukçu, Mısır’da Mâlikî kâdısı İbn Haldun’un (808/1405) Mukaddime’sinde, bu husus güzel izah edilmiştir. Nitekim halîfenin Kureyşîliğini şart görmeyenler, bunu Kureyş'in asabiyyetiyle açıklar ve o zaman için en şerefli kabîlenin Kureyş olduğunu, halkın bunlardan başkasına itaat etmeyeceğini, halka söz geçirmeye ancak Kureyş'in muktedir olduğunu söylerler. Nitekim Hazret-i Ömer'in “Halk Kureyş'den başkasına boyun eğmez” sözünde de bu husus îfâde edilmiştir. Çünki halîfenin en mühim hususiyeti, kudret sahibi olmasıdır. İslâm hukukçularının bir kısmı da, zikredilen prensibi, halîfeliğe lâyık kimseler arasında Kureyşli de varsa, onun öne alınması şeklinde anlarlar. Bazı hukukçular ise bu prensibin sadece Hulefâ-yı râşidîn için söz konusu olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber “Başınızda Habeşli bir köle bile olsa onu dinleyiniz ve itaat ediniz” buyurmuştur. Zaten Sahâbe ve Ehl-i beyt, Hazret-i Peygamber'in vefatından sonra dünya yüzüne dağılarak İslâmiyeti yaymaya çalıştığı için, bir süre sonra neseben Kureyşli olanların tesbiti de zorlaşmıştı. Hulefâ-yı râşidîn, Emevî ve Abbasî halîfelerinde bu şart gerçekleşmiş; bundan sonra gerçekleşmesi ise neredeyse muhal bir hale gelmişti. Bu prensip, yirminci asır başlarında, Osmanlı hânedânının halîfeliğinin gayrı meşruluğunu ileri sürerek, halîfenin dünya müslümanları üzerindeki nüfuzunu yok etmek isteyen emperyalistler tarafından propaganda maksadıyla sıkça gündeme getirilmiştir. Osmanlı hükûmetinin bunu fazla ciddiye almadığı anlaşılıyor. Bu arada ulemâ, halîfelik için Kureyşîliğin şart olmadığını bir kere daha ifâde etmişler; hatta Arap ulemâsından Osmanlı hânedânının Ehl-i beyt-i nebevîden olduğunu, dolayısıyla Kureyşîliğini müdâfaa eden zâtlar çıkmıştır. Çelebi Sultan Mehmed'in annesi Devletşah Hâtûn, Germiyan âilesindendir. Bunun da annesi Mutahhara Hâtûn, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in kızıdır. İşte Sultan I. Mehmed ve kardeşlerinin çelebi ünvanıyla anılması da buradan gelmektedir, çünki Mevlânâ soyundan gelenlere çelebi denir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî de Sıddıkî olup, Hazret-i Ebû Bekr'in 12. kuşaktan torunudur. Ayrıca anne ve nine cihetlerinden soyu, İbrâhim bin Edhem yoluyla Hazret-i Ömer’e; İmam Serahsî yoluyla da Hazret-i Fâtıma’ya, böylece Hazret-i Peygamber’e ulaşıyor. Buna rağmen, hânedânın, tarih boyunca bu hususiyetini ön plana çıkarma ihtiyacı duymadığı da rahatlıkla söylenebilir. Çünki ulemâ, artık hilâfet için Kureyşîliği bir şart olarak görmemektedir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İslâm ülkesinde tek bir halife olması lâzım gelirken tarihte çeşitli İslâm devletleri var olmuş ve bunlar halifeyi hükümdar olarak tanımamıştır. Bu meşru mudur?
    Cevab: Aynı zaman içinde tek bir halîfenin halîfeliği meşru iken, zamanla sınırların genişlemesi ile çeşitli beldelerde emîrü’l-mü’minîn veya halîfe adıyla müteaddit hükümdarlar ortaya çıkmıştır. Bu hâdise ilk defa Abbasî halîfesi Râdî zamanında (325/937) vuku’a gelmiştir: Bağdad’da Râdî, Endülüs’de Abdurrahman ve Kayruvan’da Mehdî emîrü’l-mü’minîn olarak tanınmışlardır. Bunun üzerine ulemâ, hilâfetin tek bir şahsa münhasır olmadığını söylemiş; her beldenin hükümdarının meşru olarak başa gelmesi ve hilâfet için aranan şartları hâiz olması durumunda, meşru halîfe sayılacağına fetvâ vermiştir. İki halîfenin bir arada bulunmasının memnuiyyetinin, aynı zamandaki bir hükümete, bir beldeye mahsus olduğunu beyan etmişlerdir. İslâmiyette halîfelik, papalık gibi ruhânî bir makam değildir; yalnızca devlet başkanlığıdır. Ancak müslümanlar İslâm tarihindeki geleneğe uyarak Bağdad’daki (Moğol istilâsından sonra da Mısır’daki) halîfenin manevî otoritesini tanımışlar, hakikatte devlet idaresi görünüşte halîfeye bağlı hükümdarlar tarafından icra edilmiştir. Zamanla (XVIII. asırdan itibaren) Müslümanların yaşadığı bazı toprakların gayrımüslimlerin eline geçmesiyle, Osmanlı padişahı bu topraklarda yaşayan Müslümanların dinî ve dünyevî menfaatlerini koruma fırsatı hâsıl etmek için, tamamen pratik mülahazalarla, onlar üzerinde halîfelikten gelen bir manevî/ruhânî otorite iddiasında bulundu ve bunu dünya devletlerine de kabul ettirdi. Böylece o zamana kadar ancak kendi toprakları üzerinde yaşayan halkın dünyevî otoritesi bulunan halîfe, bu topraklar dışındaki Müslümanlar üzerinde, Papa’nın kendi devleti dışındaki Katolikler üzerindeki otoritesine benzer bir şekilde ruhânî bir mevki iktisap etmiş oldu.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlıların İslâmiyetteki fâiz yasağını bertaraf ettikleri söyleniyor, hatta bu hususta vesikalar gösteriliyor. Osmanlılar gerçekten fâiz yasağını kaldırmış mıdır?
    Cevab: Para darlığının bulunduğu, karz yoluyla kredi temin edilemediği zamanlarda ulemâ muamele satışını tavsiye etmektedir. Muamele satışında, meselâ, on altın alıp, on bir altın ödemek hususunda uyuşulunca, on altını borç olarak verip, bir altına da kalem, defter gibi bir şeyi borç alana satmak câizdir. Böylece on bir altın borçlanılmış olur. Satış önce, borçlanma sonra da olabilir. Hatta meselâ, borç isteyen kimse bir malı on liraya peşin satıp teslim ettikten sonra, bunu o kimseden on bir liraya veresiye geri satın alsa bu da muteberdir. Ancak bu çeşit satışlarda muamele ile satılacak malın fiatı, borç mikdarının devlet tarafından tesbit edilen¬ yüzdesinden fazla olamaz. (İbn Âbidîn). Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında yüzde on beşe kadar muameleye izin verilmekteydi. Murâbaha Nizamnâmesi bu nisbeti tayin etmektedir. Osmanlıların son zamanlarındaki bankalar bu usule göre çalışırlardı. Meselâ, banka veznesindeki memur elindeki bir kalemi veya saati ya da (ekseriya) bir kitabı yüz altın kredi isteyen kimseye on altına veresiye satar, sonra istenilen mikdarı borç olarak verir, böylece müşteri bankaya yüz on altın borçlanmış olurdu. Fâiz, işte bu satışlardaki fazlalığa denir. Fâiz, fazlalık demektir. Günümüzde fâiz kelimesinin yanlış olarak ribâ karşılığı olarak kullanılması, bu zamanlardan kalma bir gelenek olsa gerektir. Bu farkı bilmeyenler, Osmanlılar devrinde ribânın meşru kabul olduğu zannına kapılmışlardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kitapta eski İstanbul’daki düğün merasimi anlatılırken, ‘Gelin başında taç, göğsü ve bileğinde mücevherat ile, duvaklar içinde koltuk merasiminde bulunuyordu. Yüzlerce çeyrek altınlar etrafa serpildi, herkes kapışan kapışana’ diyor. Bu altın atma merasimi nedir ? Altınları tam olarak kimler atardı, kimler toplardı ? Bu merasim, daha eski ve mecazi bir anlamı olan başka bir merasimin devamı mıdır, yoksa amacı sadece para dağıtmak mıydı ? Amacı bu değil ise, merasimin amacı ne idi ?
    Cevab: Osmanlı düğünleri birkaç gün sürerdi. Son gün (umumiyetle Perşembe, bazen Pazar) gelin alma ve koltuk merasimi yapılır. Gelin, baba evinden alınıp, koca evine getirilir. Kadınların içinde gelinliği ile oturur. Kadınlar eğlenir. Öğleden sonra damat gelir. Kadınlar örtünür. Damat içeri girer. Kolunu geline uzatır. Gelin naz eder. Bahşiş vermek suretiyle gelini razı eder. Sonra koluna takıp (koltuğuna alıp) yukarıya odalarına götürür. Gelinin diğer koluna da gelinin sağdıcı olan kadın girer. Gelin ile damat odalarında orada birbirlerini görüp kısaca sohbet ederler. Meyve yer, şerbet içerler. Gelinin yüzünü açıp yüz görümlüğü denen mücevheri takar. Sonra gece zifafta buluşmak üzere ayrılırlar. Buna koltuk merasimi denir. Damat gelini koluna takıp odasına götürürken kadınlar damadı görmek için hınca hınç ortalığı doldurur. Damat elini cebine atar. Önceden hazırladığı altın, gümüş veya bakır paraları serper (saçar). Bu paraları toplamak için insanlar ortalığa üşüşür. Çünki gelin parası almak bereket sayılır. Bu Hazreti Peygamber zamanından gelen bir âdettir. Parası olmayanlar kuru yemiş serper.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İttihad ve Terakki’den bahsederken bazen cemiyet, bazen parti tabiri kullanılıyor. Doğru olan hangisidir?
    Cevab: Osmanlı Devleti’nde siyasî partiler, Yeni Osmanlılar, İttihad ve Terakki Cemiyeti gibi rejim aleyhdarı gizli teşekküller olarak başlamıştır. II. Meşrutiyet ile fırka adıyla modern mânâda siyasî partiler teşkil edilmeye başlanmıştır. Bunlar, ayrı bir siyasî partiler kanunu olmadığı için, Cemiyetler Kanunu’nun siyasî cemiyetler tasnifine göre faaliyet göstermiştir. Dolayısıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti tabiri doğrudur. Ama cemiyet iktidardaki faaliyeti itibariyle, Avrupa anayasa literatüründeki fırka (parti) tabirine daha yakındır. Bu sebeple cemiyet de dense, fırka (parti) de dense doğru olur. İktidara geldikten öncesi için de, sonrası için de böyle. Ama 1908 öncesi için cemiyet (komite), 1908 sonrası için fırka (parti) dense daha uygun olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kitapta saray bayramlaşmasını anlatırken, padişah bayramlaşma için Muayede Salonu’na girerken ‘Enderunlu maiyet-i şahane’nin iki sıra halinde “Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah vardır!” diye bağırdıklarını yazıyor. ‘Enderunlu maiyet-i şahane’ derken tam olarak kimler kastediliyor?
    Cevab: Padişahlar Topkapı Sarayı’nı terk ettikten sonra, burada sarayın hizmetine bakan hademeler kaldı. Bunlara Enderun ağaları, Enderunlu maiyet-i şahane denirdi. Bunlar padişah Topkapı Sarayına geldiği zaman hizmetinde bulunur. Ayrıca merasimlerde, bilhassa ecnebi misafirler geldiğinde sofrada ve benzeri yerlerde hizmet ederlerdi. Zarif beyaz kıyafetleri ve ellerinde beyaz eldivenleri olurdu. Fiziği düzgün, kibar ve güvenilir kimselerdi. Bu şekilde bağırmaya alkış denir. Bunu eskiden saray ağalarından olan çavuşlar yapardı. Çavuşluk Sultan II. Mahmud tarafından kaldırılınca, alkış işi Enderun efendilerine verildi. Bunlar artık klasik devirdeki talebeler değildir. Enderun’da vazife yapan memurlardır. Hepsi Türk asıllıdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı'nın çöküş nedenlerinden birisinin matbaanın geç gelmesi ve milletin câhil kalması olduğu söyleniyor. Doğru mu?
    Cevab: Matbaa geç gelmedi. Avrupadaki ile aynı zamanda Osmanlı ülkesinde de vardı. Ama müslümanlar buna itibar etmiyordu. Hattatlar vardı. Kitaplar elle çoğaltılıyordu. Millet cahildi sözü slogandır. Matbaa Müslümanlar arasında da yayıldıktan sonra okumak artmadı. Bugün de öyledir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hezarfen Çelebi'nin uçtuğu için padişahın onun kellesini vurdurduğu doğru mu?
    Cevab: Hezarfen Çelebi’den sadece Evliya Çelebi bahsediyor. Başka hiçbir kaynakta nedense bu kadar ehemmiyetli bir husus geçmiyor. Dolayısıyla doğruluğu şüpheli bir hâdisedir. Evliya Çelebi, böyle güçlü bir adam tehlike hâsıl edebilir endişesiyle Cezayir’e tayin edilmiş, yani sürülmüştür diyor, kellesini vurdurmuştur demiyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı'nın teknoloji yönünde gelişme göstermediği doğru mu?
    Cevab: IRCICA, Osmanlılarda ilim tarihi ile alâkalı pek çok kitap neşretti. Ekmeleddin İhsanoğlu ve Fuad Sezgin’in çalışmaları tedkik edilirse, Osmanlılarda ilim ve fennin hiç de geri olmadığı anlaşılıyor. Ekmeleddin İhsanoğlu ve arkadaşlarının neşrettiği literatür tarihi eserlerinde binlerce bilimsel eser tanıtılmaktadır.
    Osmanlı astronomi literatürü tarihi (2 Cild)
    Osmanlı askerlik literatürü tarihi (2 Cild)
    Osmanlı matematik literatürü tarihi (2 Cild)
    Osmanlı tabii ve tatbiki bilimler literatürü tarihi (2 Cild)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Padişahların, nikâhlı hanımları, ikballeri, peykleri ile 4 kadın gözetmeksizin birlikte olmalarının hukuku nedir? Kur’an’dan âyet verebilir misiniz?
    Cevab: Câriyelerle evlenmenin ruhsatı, Nisa suresi: 3, 25; Mü’minûn suresi: 5-6. ayeti kerimeler ve Hazreti Peygamberin sünnetidir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlıların Türkleri aşağıladığı, Celalî isyanlarının bu aşağılamaya reaksiyon olarak çıktığı, Şiîlik ve Safevîliğin Türk kimliği ile daha yakın olduğu, Mısır’ın fethinden sonra Anadolu Türklerinin Arap asıllı ilim adamlarının hâkimiyetine girdiği söyleniyor. Doğru mudur?
    Cevab:

    Hâdiseler çarpıtılmaktadır. Celâlî isyanları tamamen ekonomik gayelerle çıkmıştır. Tımarları elinden alınan Türkmen asıllı sipahiler, yanlarına memnuniyetsiz bir kitleyi de alıp ayaklanmıştır. Bunları Şiî Safevîler de desteklemiştir. Türk kimliği ile bir alâkası yoktur. Çünki Anadolu Türkmenlerinin azı Şiî'dir, hepsi değildir. Safevîler bunlara menfaatler va'dederek İran'a çağırmıştır. Göçebe kimliklerini muhafaza etmeleri sebebiyle İslâmiyet kalblerinde tam yerleşmediği için bu çağrıya uymuşlardır. Safevîlerin de bir Türk kimliği yoktur. Osmanlılar kadar bile yoktur. Safevî ailesi Kürt asıllıdır. Azerbaycan'da yaşadıkları için elbettte Türkçe bilirlerdi. Üstelik Şah İsmail seyyidlik (yani Araplık) iddiasındadır. Görülüyor ki Safevîler Türk kimliğini savunmuş değiller ki Türkmenler bunları kendilerine ırk ve kültür olarak yakın görsünler. Yakın görmeleri tamamen menfaat içindir.

    Mısır'ın fethinden sonra Anadolu Türkmenleri yabancı ilim adamlarının hâkimiyetine girmemiştir. Osmanlı Devleti yıkılana kadar ulemâ, birkaç istisna hariç, hep Türk asıllıdır. Osmanlılar Türk asıllı olduğu gibi, Türk kültürünü, dilini, medeniyetini ve şuurunu da hep canlı tutmuştur. Türkçe bu sayede günümüze kadar temiz ve düzgün bir şekilde intikal etmiştir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: "Kızıl elmaya padişahım! Kızıl elmaya"... Bu sözü duyduğumda "Kızıl Elma"nın anlamının gerçekten ne olduğunu çok merak ettim. Çeşitli araştırmalar yaptım. Farklı söylemler var. Ama kesin bir bilgi yok. Belki de bulduğum cevaplar beni tatmin etmedi. "Kızıl Elma" dan kasıt nedir?
    Cevab: Türkler, öteden beri muharip bir milletti.
    Uzun harplere, seferlere, tabiî şartlara mukâvemetleri güçlüydü.
    Müslümanlığa girdikten sonra, yeni dinlerini gönülden benimsediler.
    Eski âdetlerinden buna uymayan hususları tamamen terk ettiler. Eski günleri de özlemediler.
    Bu hasletleri, onları İslâmiyetin bayrakdarı yaptı. İslâmiyet, Türklerin elinde geniş topraklara yayıldı. Avrupa içlerine, Çin ve Sibirya’ya dayandı.
    Buna, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi deniyor.
    Türkler, Hıristiyanlığın merkezi olan Roma’ya Kızıl Elma demişler ve fütuhatlarının nihaî hedefi olarak burasını tesbit etmişlerdi. Rivayete göre Roma'da Papalığın merkezi pozisyonundaki St. Petro kilisesinin mihrabında asılı kırmızı (altın) bir top, Kızıl Elma tabirinin doğmasına sebeptir. Viyana veya Budapeşte Sarayı'yla alâkalı da benzer bir menkibe anlatılırsa da, Hazret-i Peygamber'in müslümanlara İstanbul ve Roma'yı hedef gösteren hadis-i şerifleri nazara alınırsa Kızıl Elma'nın Roma olması daha makuldür. Şu kadar ki Kızıl Elma tamamen sembolik bir tabirdir. Türk fetihlerinin vizyonunu ifade eder. Türk fetihleri batıya doğrudur.
    Bu mevzuda çoğu hamâsî ve hissî şeyler söylenmiştir. Nihal Atsız'ın  Kızıl Elma başlıklı bir yazısı vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı sarayında padişahlar ve ailesi arasında musiki ( müzik ) yaygın mıydı? Padişahlar arasında beste yapan, ney çalanlar olduğu kaynaklarda geçiyor. Ayrıca müzikle tedavi yapıldığı söyleniyor. Musiki dinen caiz olmadığına göre bunu nasıl izah edilebilir?
    Cevab:

    Evvelemirde şunu söylemek gerekir ki musiki matematik ilminden çıkma bir ilimdir. Musiki bilmek başkadır; beste hazırlamak başkadır; musiki yapmak veya dinlemek başkadır. Ulemâ musikinin bazısını câiz görmüş; bazısını görmemiştir. Bunlar hakkında da ulemâ arasında görüş birliği her zaman bahis mevzuu olmamıştır. O halde musiki haramdır diyerek kesip atmak doğru değildir. Adam öldürmek büyük günah iken, kendini müdafaada câiz ve cihadda lâzım hâle geliyor.
    İmam Gazâlî Hazretleri İhyâ ve Kimyâ kitaplarında musikiyi uzun anlatıyor Buna göre musikinin hükmü üç şekilde ele alınmaktadır:
    1-Şarkının sözleri haram ise, söylemek ve dinlemek ittifakla haramdır.
    2-Söyleyen kadın ve dinleyen yabancı erkek ise, ittifakla haramdır.
    3-Dinlenen meclis fısk meclisi ise veya dinleyenler fâsık ise, ititfakla haramdır.
    4-Çalgıların hepsi hakkında açık ve kesin nass olmadığı için din âlimleri ihtilaf ettiler. Düğünde def çalmak câizdir. Ramazanda sahur veya iftarı ilân etmek için davul çalmak câizdir. Hac yolunda, cihada giderken, asker karşılarken, bayramlarda davul çalmak câizdir. Sürünün veya kervanın önünde kaval çalmak da câiz görülmüştür. Ney çalmak, bazı Şâfiî âlimlerine göre câizdir. Bando ve mehterde çalgı câizdir. Her çeşit düğünde, seferden dönüş gibi sevinç günlerinde, ezcümle arkadaşların ziyaretinde, arkadaşlarla karşılaşmakta, onlarla bir yemekte çalgı çalınması câizdir. (İhyâ’dan hülâsa tamam oldu.)
    Hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Kettânî'nin Terâtib kitabında yazdığı üzere, Hafız Ebu'l-Fadl Muhammed bin Tahir el-Makdisî gibi bazı ulemâ, çalgı âletlerini kuş veya su sesine benzetmiş; kadın sesi ve sözleri tahrik edici olmadıkça çalgı âletiyle musiki dinlemeyi mübah görmüştür. Kettânî, buna dair yirmi kadar kitabın ismini sayıyor. Bununla beraber fıkıh kitaplarında tercih edilen görüş, yukarıda İmam Gazâlî’nin naklettikleridir.
    İbni Hacer, Zevâcir’de diyor ki: Cüneyd-i Bağdadî, Ebu Tâlib-i Mekkî, Sühreverdî gibi zâtlar der ki, “Çalgı dinlemekte insanlar ya avamdır; avam, nefislerini öldürmedikleri için onla¬ra bunu dinlemek haramdır; ya da zâhidlerdir. Onların mücâhedeleri devam ettiği için, bunlara mubahtır. Yahut da âriflerdir; kalbleri uyanık olduğu için onların dinlemeleri de müstehabdır” demiş¬tir. Reşahat’ta anlatıldığı gibi, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin huzurunda çalgı çalındığı zaman, biz yapmayız; yapan tasavvufçuları da inkâr etmeyiz sözünde de buna işaret vardır.
    Netice itibariyle mehter, bando, kahramanlık türkülerini gerektiğinde ve zaman zaman dinlemek herkese câizdir. Çalgısız ve yabancı kadın sesi olmadan ve sözlerinde dinen mahzurlu bir husus bulunmadıkça şarkı dinlemek de câizdir. Bir erkeğin veya kadının kendi kendine veya kendi cinsi arasında eğlence için değil de, bayram gibi neşe zamanlarında veya sıkıntıyı gidermek veya düzgün konuşmak yahud kafiye öğrenmek maksadıyla çalgısız şarkı söylemesi âlimlerin çoğuna göre câizdir. Beste yapmak da câizdir. Beste ilahi bestesi de olabilir, mehter bestesi de olabilir, şarkı bestesi de olabilir.
    Osmanlı sarayında Enderun mektebindeki gençlere musiki dersi verildiği gibi, haremdeki cariyelerden de istidatlı olanlara musiki dersi verilirdi. Sarayda kızlar bandosu vardı. Bunlar bayramlarda, düğünlerde marşlar çalardı. Son zamanlarda piyano da kullanılmıştır. Piyano davul gibi vurmalı çalgılardandır. Vurmalı çalgıların muayyen zamanlarda çalınmasına izin veren âlimler olduğu yukarıda zikredilmiştir. Padişahlar pek çok meziyeti yanında, hat gibi sanatlarda da maharet göstermiştir. Bunlar arasında musiki ile uğraşıp beste yapanlar olduğu gibi, tamamen uzak duranlar da vardır. Beste yapabilmek musikiden haberdar olmak demektir ki bir insan için meziyettir. Bu da Osmanlı hükümdarları için bir üstünlüktür. Şiir yazabilmek de böyledir. Sarayda musiki dinlenmişse bile, bunun şimdiki insanlar gibi müptezelce yapılmadığına hüsnü zan etmek lâzımdır. Hâdü'd-Dâllîn kitabında da yazdığı üzere bazı âlimler hükümdar her an devlet işleriyle meşgul bulunduğundan sarayını harb meydanı hükmünde görmüş ve burada musiki dinlemeyi bando dinlemek gibi sayıp mahzurlu bulmamıştır. Nitekim hükümdarın vaziyeti, sıradan insanlar gibi değildir. Mamafih ulemanın ekserisi insanların suiistimal edeceklerini düşünerek musikinin mübah olanından bile uzak durulmasını tavsiye etmişlerdir.
    Musiki ile tedavi İslam dünyasında tatbik edildiği gibi, Selçuklu ve Osmanlılar da bilhassa akıl hastalarını su ve kuş sesinden başka musiki ile tedavi etmeye çalışmıştır. Nitekim Edirne Sultan Bayezid Dârüşşifâsında, İstanbul Toptaşı Bimârhânesinde (akıl hastahânesinde), Kayseri Gevher Nesibe Dârüşşifâsında, Edirne Sultan Bayezid Bimarhânesinde, Haleb Arguniyye Bimarhânesinde hep musiki ile tedavinin tatbik edildiği bilinmektedir. İbni Âbidin hazretleri der ki: “Allahü teâlâ haramda şifâ yaratmamıştır” hadis-i şerifi, bunda şifâ olduğu bilinmediği zamandır. Nitekim haramda şifâ müşahede edildiği zaman kullanmak câiz olur. Hastaya kan vermek bu hükme istinaden meşru olmuştur. Musikiye haram diyen ulemâ zaten eğlence vesilesi olduğu için men etmektedir. Tedavi için musikiden istifade etmenin eğlence olmadığı ortadadır. Musiki matematikten çıkma bir ilim olduğu için, makamların bazen kaybedilen muhakemeyi düzeltmeye yardımcı olduğu ilmen müşahede edilmiştir. Musiki ile tedavinin caiz olduğu İbni Hacer'in Zevâcir kitabında 451. kebîre bahsinde yazılıdır.
    Raks da bazen câizdir. Harb oyunları gibi. Mescid-i Nebevi'de Habeşliler raksetmişler, Hazret-i Peygamber de seyretmiştir. Demek ki harb oyunları, mehter gibi sulh zamanında da caiz olmaktadır. Çeçen, Çerkez dansları da buna katılabilir. Bunun dışındaki rakslar ulema arasında ihtilaflıdır. Tasavvufçularınki de cezbe hâlinde ise caiz görülmüş; değilse görülmemiştir. Bugün Mevlevi dervişi kisvesi altında gezenlerin çoğu gösteriş ve şov maksadıyla raks ediyor ki dinen çok mahzurlu bulunmuştur.
    Dindar insanlar fıkıh kitaplarındaki sahih kavillere uyarlar. İhtilaflı mevzularda farklı hareket edenlere de bir şey demezler. Nitekim Şahı Nakşibend hazretlerinin yanına ney ve saz getirdiklerinde, “Biz bunları dinlemeyiz. Dinleyen tasavvufçuları da inkâr etmeyiz” buyurdu. Padişahlar da insandır. Masum değildir. Yanlış bir şey, bunların işlemesiyle doğru olmaz. Şu kadar ki, hayırlı işleri daha çoktur.

    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: Oğuzların Kayı boyu "nuh, oğlu yafes, oğlu bulcas, oğlu zib-bakoy, oğlu kara han, oğlu oğuz, oğlu gök alp, oğlu tortumuş, oğlu bay temür, oğlu yasuv, oğlu kaz han, oğlu turak, oğlu ay-kutluğ, oğlu çemendur, oğlu yasak, oğlu tok temür, oğlu sunkur, oğlu bulgay, oğlu sakur, oğlu karaytu, oğlu tuğra, oğlu ay-kutluğ, oğlu bay temür, oğlu kızıl boğa, oğlu kaya-alp, oğlu süleyman şah, oğlu ertuğrul. " Türk''ün diğer adı Bulcas mıdır? Bu şecere doğru mudur? Diğer Oğuz boylarının bilinenlerinin ve soylularının şecereleri nasıldır?
    Cevab:  

    Osman Gazi’nin Ertuğrul Gazi’nin oğlu olduğu katidir. Bunun haricindeki isimlerde şüphe vardır. Hele Nuh Aleyhisselama kadar olan isimler müretteptir, düzmecedir. Muhtelif kaynaklarda farklı isimler verilmektedir.  Bazısında Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes’in oğlu Bulcas’ın iki oğlundan birisi Türk idi diyor.

    7 Kasım 2010 Pazar
  • Sual: Dinî açıdan son halife Sultan Vahideddin mi, yoksa Abdulmecid Efendi midir?
    Cevab: Halife devlet reisi demek olduğundan ve Abdülmecid Efendi'nin elinde idare etme ehliyeti bulunmadığından dinen son halife Sultan Vahideddin'dir.
    9 Kasım 2010 Salı
  • Sual: Enver Paşa'nın, Atatürkle olan çekişmesi olayının arkasında ne var? Atatürk, Enver Paşayı vatandaşlıktan çıkarmış mıdır?
    Cevab: Enver paşa çok zeki, kabiliyetli ve hırslı bir asker idi. Mustafa Kemal de öyleydi. Bu sebeple birbirleri ile çatıştılar. Enver Paşanın nail olduğu yüksek dereceler Mustafa Kemal paşanın hınç ve hırsını arttırdı. İttihatçıların Umumi Harbdeki mağlubiyeti üzerine teşkil edilen Ankara hareketi ile beklediği fırsatı ele geçirerek Enver Paşa’nın bile nail olamadığı bir pozisyonu elde etti. Enver Paşa Germanofil (Alman yanlısı) iken, Mustafa Kemal Anglofil (İngiliz yanlısı) bir politika takip edilmesine taraftardı. Enver paşanın vatandaşlıktan çıkarılması diye bir şey işitmedim. 1922’de vefat ettiğinde henüz Osmanlı Devleti devam ediyordu. Enver Paşa Osmanlı hükümeti tarafından idam cezasına çarptırılmış, fakat yurt dışına kaçtığı için bu ceza infaz edilmemişti. Bu sebeple vatandaşlıktan çıkarılmış olabilirse de işitmedim.
    16 Aralık 2010 Perşembe
  • Sual: Üç tarihçinin katıldığı bir televizyon programında Sultan II. Abdülhamid’in 12 tane zevcesi olduğu, böylece şer’î hukukun getirdiği 4 tahdidinin aşıldığı söylendi. Böyle bir şey mümkün olabilir mi?
    Cevab: Osmanlı padişahları hür kadınlarla değil, cariyeleriyle, yani kadın köleleri ile evlenirdi. Bunun için nikâh gerekmez, çünki kendi mülküdür. Bir sayı tahdidi de yoktur.
    Son devirlerde, aslı hür veya müdebber, yani âzâdı vasıyet edilmiş olma ihtimaline binâen veyahud meşru olarak taksim edilmemiş ganîmetten alındığı bilinen câriyeler için, zinâ tehlikesini bertaraf etmek üzere, efendinin kölesiyle nikâh kıymasının iyi olacağını ulemâ ifade etmiştir. Buna nikâh-ı tenezzühî denir.
    Osmanlı Devletinin son zamanlarında, Sultan Abdülmecid zamanında köle ticareti yasaklandığı için, saraya kâfi mikdarda câriye gelmez oldu. Bu sebeple saraya Kafkasyalı kavimlerden hür kızlar alınıp yetiştirilmeye başlandı. Bu kızlar harem hizmetlerinde bulunduğu gibi, müsait olanları padişah ve şehzâdelerle evlendirilirdi. Bunlarda şeriatın aradığı 4 tahdidine riayet edilmesi mecburî idi. 
    Sultan II. Abdülhamid’in kayıtlara göre 16 defa evlendiği görülüyor. Bunlardan bir kısmı câriyedir. Mamafih bunlarla nikâh-ı tenezzühî yapılmıştır. Bunların diğer kısmı Kafkasyalı hür kızlardır. Bunlarla normal nikâh akdedilmiş; şer’î hukukun 4 tahdidine de riayet olunmuştur. Padişahın hiçbir zaman 4’ten fazla zevcesi olmamıştır. Yeni bir hanımla evleneceği zaman, öncekilerden bir tanesini boşamaktadır. Bu kadın çocuğu varsa sarayda yaşamaya ve unvanlarını taşımaya devam etmektedir. Sultan Abdülhamid’in zevcelerinden Behice II. İkbal’in verdiği bu malumatı kendisini görüp bizzat işitenlerden dinledik.
    Bu izahat gayet makuldür. Çünki şer’î hukuka göre bir kadının boşandığını duymaması, boşamanın sıhhatine tesir etmez. Yani kadın boşandığını duymasa da boşama muteberdir; ancak kadın nafaka gibi zevcelik haklarını taşımaya devam eder. Netice itibariyle padişah, hukuk kaideleriyle muhataptır. Bir erkeğin 4 kadından fazla evlenmesi batıldır. Aynı zamanda suçtur. Böyle bir evlilik, resmî kayıtlara geçirilemez. Bu kadın mirasçı olamaz. Nafaka alamaz. Bu birleşmeden doğan çocuklar da hukuken tanınmaz. Şer’î hukuku ve saray geleneklerini iyi bilmeyenler, karşılaştıkları hâdiseler karşısında hayrete düşmekte ve bunları analiz edemeyerek esaslı hatalara kapılmaktadır.
    9 Haziran 2011 Perşembe
  • Sual: Güney illerimizdeki Zenci köylüleri Mısır’dan Osmanlı paşası işçi olarak mı getirdi?
    Cevab: Mısır hıdivi Abbas Paşanın Anadoluda köyleri vardı. Bu Zenci veya Sudanlıları buraya işçi olarak getirdi. Sonra buranın yerlisi oldular.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Dinimiz anne babaya hürmette kusur etmemeyi emrettiği halde, Yavuz Sultan Selim hangi sebeple babasına savaş açıp padişah olmak istemiştir?
    Cevab: Dini korumak ana-baba hakkından önce gelir. Yavuz Sultan Selim, Şiî tehlikesinin Anadolu halkını tehdit ettiğini ve babasının yumuşak siyasetinin menfi neticeler doğurduğunu yakından gördü. Bu bakımdan İslâm tarihindeki hizmeti çok büyüktür.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Osmanlı 1492'de İspanya'daki Yahudilere kucak açtığı halde, neden Müslümanlara kucak açmadı ve İspanya'yı uyarıp savaş açmadı?
    Cevab: Endülüs İspanyollar tarafından işgal edilince, Yahudileri vaftiz ve kılıç arasında muhayyer bıraktı. Müslümanlar ise ilk yıllarda böyle bir baskıya maruz kalmadı. Bunlardan İspanyolların hâkimiyetinde yaşamak istemeyenleri Osmanlı gemileri arzuları üzerine Kuzey Afrika’ya taşıdı. Yahudilerin ise gidecek yeri yoktu. Osmanlı Devleti, büyük bir ileri görüşlülük ile bu zamanın güçlü ticaret ve sermaye erbabını Osmanlı ülkesine getirdi. İstanbul, Selânik ve İzmir’e yerleştirdi. Bunların gelişi Osmanlı ticaret ve ekonomisine çok müsbet tesir etti. Osmanlıların bu vesileyle İspanya ile savaşması o zamanın şartlarında kolay değildi.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Matbaa, Türkiye'ye dinî sebeplerden dolayı mı geç geldi?
    Cevab: Matbaa geç gelmedi. Gayrı müslimlerin matbaası vardı. Müslümanlar, ekonomik ve estetik sebeplerden dolayı matbaaya itibar etmemiştir. Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Rûmî Efendi’nin matbaa hakkındaki müsbet fetvâsı Behcetü’l-Fetvâvâ’da mevcuttur. Demek ki meselenin dinle bir alâkası yoktur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Osmanlı da işkence var mıydı? Var ise, hangi suçlara ve nasıl tatbik olunurdu?
    Cevab: Osmanlı hukukunda, işkence yasaktır ve suçtur. Bu yolla elde edilen itiraf muteber değildir. Ancak bir suçu işlediği mahkemece sâbit olan kimse, suç ortağını veya kullandığı silahı göstermesi için zorlanabilir, dövülebilir. Ama suçunu itiraf etmesi için dövülemez. İdam cezası bile acı çektirilerek infaz olunamaz.
    29 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Geçen gün Topkapı Sarayı’nı gezerken, bir suale muhatap oldum. Altının günlük hayatta eşya olarak kullanılması dinen caiz olmamasına rağmen, Osmanlı saraylarında kap-kacak ve beşik gibi çeşitli eşyanın altından oluşunun hikmeti nedir?
    Cevab: Altın ve gümüş eşyayı kullanmak caiz değildir. Süs olarak bulundurmak caizdir. Saraydaki altın ve gümüş eşya kullanmak için değildir. Sanat eseri olarak yapılmış, ganimet alınmış veya hediye gelmiştir. İhtiyaç oldukça eritilip para basılmak üzere darphaneye gönderilmiştir. Altın ve gümüş kaplama veya işlemeli eşya altın ve gümüş hükmünde değildir. Hanedanın günlük hayatta kullandığı eşya sade ve dine uygundur. Sultan Hamid’in hususi yemek takımlarını görme imkânım oldu. Sade beyaz porselen tabaklar idi.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Çandarlı Halil Paşa İstanbul’un fethini önlemeğe çalışmış mıdır ve değilse neden idam edilmiştir?
    Cevab: Çandarlı Halil Paşa muktedir, hırslı ve mağrur bir vezir idi. Sultan Fatih'i tecrübesiz buluyordu. Bizans ile mücadeleyi erken görüyor, Avrupalıları üzerimize salacağından korkuyordu. Bu sebeple muhasarayı engellemek için elinden geleni yaptı. Sultan buna itibar etmedi, ama zamanını bekledi. Feth müyesser olunca, kendisini itham etti. Bizanslılarla münasebeti ortaya çıktı ve idam edildi. Bu hâdiseden sonra padişah devşirme asıllı vezirlere temâyül ve teveccüh gösterdi.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Sultan II. Abdülhamit'in cuma selâmlıklarında kendi yerine İsmet Bey'i görevlendirmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Sultan Hamid birkaç defa bronşit, zâtürree ve böbrek sancısı gibi ağır rahatsızlıklar geçirdi. Bu zamanlarda Cuma selâmlığına çıkmamasının, bazı mahzurlar doğuracağını ve yanlış düşüncelere yol açacağını düşünerek, çok itimat ettiği sütkardeşi ve Esvabçıbaşı İsmet Bey'i yerine geçirerek merasimleri ifa ettirdi. Hâdise bundan ibarettir.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Kapıkulu’ndaki ''kul'' kelimesi padişaha bağlılığın ifadesi midir? Yoksa mânâsı nedir?
    Cevab: Kapıkulu askerleri umumiyetle köle (kul) menşelidir. Harb esirlerinden veya devşirmelerden elde edilir. Aynı zamanda hizmet ettiği yüksek makamın kulu olması da eskiye ait bir nezâket kaidesidir. Kapı, yüksek makamı ifade eder.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Güneydoğudaki Emevîlerin Kürt devleti olduğu doğru mu?
    Cevab: Tarihte Kürdistan denilen bölgede küçük Kürt beylikleri vardı. Hamdânîler en büyük Kürt beyliklerindendir. Güneydoğudaki Emevîlerden kasıt bunlar olsa gerek. Yoksa Emevîler Arap idi. Bu beylikler kendi arzularıyla İslâm, sonra da Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Abbasî, Selçuklu ve Osmanlılar bunlara muhtariyet (otonomi) vermişti. Tanzimat’tan sonra bu otonomi kaldırılıp, mıntıka sıradan bir vilâyet hâline getirildi. Kürt meselesinin sebeplerinden birisi budur.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: İslâm hukukunda İslâm beldesinde başka bir dine ait ibâdethâne açılabilmesi mümkün müdür? Bu mevzuda Fatih Sultan Mehmed'in Ermeniler'e müsamaha gösterdiği söylenmektedir. Doğru mudur?
    Cevab: Gayrımüslimlerin bir yerde ibâdethâne açması sulh anlaşmasının hükümlerine tâbidir. O belde sulh ile değil de, savaş ile alınmışsa, gayrımüslimler kaideten yeni mabed açamazlar. Ama hükümdar izin verirse açabilirler. Osmanlılarda da böyle cereyan etmiştir. Sadece Ermenilere değil hepsine aynı statü tanınmıştır. Ermeniler Bizans zamanında mezhep farklılığı sebebiyle çok zahmet çekerdi. Osmanlılar bunların vaziyetini iyileştirmiştir.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Yıldırım Bayezid'in Emir Timur ile yaptığı Ankara Harbi sonrasında esir düşüp, bu hâle dayanamayarak yüzüğündeki zehiri içmek suretiyle intihar ettiği doğru mudur?
    Cevab: Yıldırım Sultan Bayezid, mağlubiyetin ıztırabına dayanamayarak kahrından vefat etmiştir. Bazı tarih kitaplarında geçen zehir içerek öldüğü iddiası bir yakıştırmadan ibarettir.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Musiki ile tedâvi câiz midir?
    Cevab: Musiki ile tedavi İslam dünyasında tatbik edildiği gibi, Selçuklu ve Osmanlılar da bilhassa akıl hastalarını su ve kuş sesinden başka musiki ile tedavi etmeye çalışmıştır. Nitekim Edirne Sultan Bayezid Dârüşşifâsında, İstanbul Toptaşı Bimârhânesinde (akıl hastahânesinde), Kayseri Gevher Nesibe Dârüşşifâsında, Edirne Sultan Bayezid Bimarhânesinde, Haleb Arguniyye Bimarhânesinde hep musiki ile tedavinin tatbik edildiği bilinmektedir. İbni Âbidin hazretleri der ki: “Allahü teâlâ haramda şifâ yaratmamıştır” hadis-i şerifi, bunda şifâ olduğu bilinmediği zamandır. Nitekim haramda şifâ müşahede edildiği zaman kullanmak câiz olur. Nitekim hastaya kan vermek bu hükme istinaden meşru olmuştur. Musikiye haram diyen ulemâ zaten eğlence vesilesi olduğu için men etmektedir. Tedavi için musikiden istifade etmenin eğlence olmadığı ortadadır. Musiki matematikten çıkma bir ilim olduğu için, makamların bazen kaybedilen muhakemeyi düzeltmeye yardımcı olduğu ilmen müşahede edilmiştir. Avrupa’da akıl hastalarının içine şeytan girdiği için yakıldığı bir devirde, bunların hasta kabul edilerek telkin ve başka metodlarla tedaviye çalışılması övgüye değer. Musiki ile tedavinin caiz olduğu İbni Hacer'in Zevâcir kitabında 451. kebîrede yazılıdır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: En uzun sadrazamlık yapan zât kimdir?
    Cevab: En uzun sadrazamlık yapan zât, Çandarlı Halil Paşa'dır. 1364-1387 arası 22 senedir. Ali Paşa 1387-1406 arası 19 sene sadrazamlık yapmıştır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: İrade-i seniyye ile ferman arasında ne fark vardır?
    Cevab: Her ikisi de aynı mânâya kullanılmıştır. İrade-i seniyye, padişahın iradesi demektir. Ferman ise bu iradenin yazıldığı resmî evrakın adıdır. Padişah, icraî kararlarını fermân, bitiğ, hükm-i şerif, irade-i seniyye gibi isimler taşıyan resmî vesikalar vâsıtasıyla ısdâr ederdi. Muhtelif dairelerden sadrâzamlığa gelen tezkireleri sadrâzam uygun bulursa mütâlaasıyla beraber padişaha arzederdi. Padişah da bu arzlara şifâhî ve bazen yazılı cevap vererek iradesini belirtirdi. Yazılı cevap bu mütâlaanın bulunduğu telhisin üzerine imzâsız olarak yazılırdı. Bazen de bir talep olmaksızın re’sen yazılan yazılara beyaz üzerine hatt-ı hümâyun denirdi. Bazen de divan tarafından hazırlanan fermânlara padişah işin ehemmiyetine göre el yazısı ile fermânın içindekileri teyid eden mûcebince amel oluna! gibi yazılar yazardı. Buna hatt-ı hümâyun ile müveşşah fermân denirdi. 1832 senesinden itibaren padişahlar hatt-ı hümâyun ile emir vermekten kaçınmışlar; bunlar sadrâzam tayini, şehzâde veya sultan doğumu gibi çok mahdut hallere inhisar etmiştir. Bu tarihten sonra arz (istizan) tezkiresi denilen sadrıâzam telhisleri, padişaha değil mâbeyn başkâtibine hitâben yazılmış; başkâtib bunu padişaha okuduktan sonra padişahın şifahî iradesini kendi ağzından muhatabına yazmaya başlamış; buna irade-i seniyye denilmiştir. İradeler yalnız sadrıâzamlara değil, alâkalı nâzırlara da tebliğ olunurdu. 1908’e kadar nâzırlar maruzatta bulunup irade-i seniyye tebellüğ edebilirdi; II. Meşrutiyet’ten sonra maruzat münhasıran sadrıâzam tarafından yapılır olmuştur.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Kanuni Sultan Süleyman, eniştesi Makbul İbrahim Paşa’yı neden idam ettirdi?
    Cevab: Makbul İbrahim Paşa, padişahtan gördüğü lütuf ve ihsanlar sebebiyle çok şımarmıştı. Makamını hazmedemedi. Padişah gibi davranmaya başladı. Herkesi kendisine hasım edindi. Haksız yere bir defterdarı idam ettirince, padişahın sabrı taştı. Kendisini idam ettirdi.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Bir insan “Ben her dine eşit mesafedeyim” derse ve bunu düşünse, tatbik etse kâfir olur mu?
    Cevab: Ben her dine eşit mesafedeyim sözünün mânâsı, niyete göre değişir. Her din mensubuna tolerans gösteririm mânâsı da çıkar; her din insanı ebedî saadete götürebilir mânâsı da çıkar. Osmanlılar birinci manada bu tabiri kullanmıştır. Sultan II. Mahmud’un bu mealde sözü meşhurdur.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Anadolu’daki Celâlî isyanlarının sebepleri arasında maddî sebepler var mıdır? Varsa aynı devirde Balkanlar ve Orta Avrupa’da Osmanlılara maddî sebeplerle isyan çıkmış mıdır?
    Cevab: Anadolu fakir bir mıntıka idi. Arazi verimli değildi. Halkı doyurmaya yetmiyordu. Nüfus artıyor, tımarlar aynı kalıyordu. Bazıları tımar vecibelerini yerine getiremiyor, bu sebeple ellerinden alınıyordu. Bunun üzerine dağa çıkıyorlardı. Etraflarına da memnuniyetsiz bir kitle topluyorlardı. Bunlara ilk isyancı Bozoklu Celal’in adına izafeten Celâlî denir. Celâlî isyanları cemiyette asayişi bozdu. Halk köyleri bırakıp şehirlere göçtü. Arazi iyice verimsizleşti. Ordu zayıfladı. Maliye zayıfladı. Adalet mekanizması bozuldu. Hâsılı böyle bir fâsid daire teşekkül etti. Balkanlarda bu devirde böyle isyanlar yoktur. Son devirde memurların ve komşu köylerin zulmü sebebiyle, başta Rusya olmak üzere komşu devletlerin tahriki ve milliyetçilik cereyanının da tesiriyle isyanlar vardır. Balkanlar daha zengindi. Hükümet buraya mecburen daha çok ehemmiyet vermiştir. Gayrımüslim çok olduğu için daha bir kontrollü idare vardı. İşe yarar gençleri de zaten devşiriliyordu.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Osmanlı sınırları içindeki Avrupa’ya gelirinden fazla yatırım yapmış mıdır?
    Cevab: Osmanlılar zamanında Rumeli (Balkanlar) daha zengindi. Anadolu ise fakirdi. Her eyaletin geliri önce kendisine harcanırdı. Artanı merkeze giderdi. Selânik, Bulgaristan, Manastır, Romanya, Dobruca çok zengindi. Mısır da zengindi. Hazineyi bunlar beslerdi. Diğer eyaletler ancak kendini idare edebilirdi. Tunus, Hicaz, Libya, Erzurum, Van vs fakir eyaletlerdi. Ama bir kısmı stratejik ehemmiyeti haizdi. Hicaz gibi bir kısmı da prestij için beslenirdi. Bu sebeple Osmanlılar zamanında Rumeli daha mamur idi.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Osmanlı'ya matbaanın geç gelme sebebi nedir?
    Cevab: Osmanlılarda matbaa Avrupa’dan evvel bile vardı. Bunları gayrımüslimler (daha ziyade Yahudi ve Ermeniler) işletirdi. Müslümanlar matbaaya kitap bastırmazdı. Buna gerek görmezdi. Hattatlar kitapları elle istinsah ederdi (çoğaltırdı). Böylece geniş bir kitle bu işten ekmek yerdi. Hem de estetik eserler ortaya çıkardı. Eskiler kitapta zarafete ehemmiyet verirdi. Matbaa mahsulü kitapta böyle bir estetik bulunmadığı malumdur. XVIII. asır başında Lale Devri’nde ilk müslüman matbaası kurulunca, hattatlar buna karşı çıktılar. Hatta bir tabuta hokka-kalem koyarak Bâbıâli’ye yürümek suretiyle nümayiş yaptılar. Ama kulak asan olmadı. Matbaa geldikten sonra basılan kitap sayısı ve okuma nisbeti artmadı. Hâlâ da böyledir. Biz okumayı değil, konuşmayı seven bir milletiz.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Fatih Sultan Mehmed’in gayrımüslim bir tabib tarafından zehirlenerek öldürüldüğü doğru mudur? Böyle ise padişah niçin Müslüman değil de,g ayrımüslim bir tabib kullanmıştır?
    Cevab: Franz Babinger Sultan Fatih’in Venedik tarafından zehirlendiğini söylüyor ve bunun o zamanki siyasî şartlar bakımından da makul olduğunu iddia ediyor. Bazı Osmanlı tarihçilerinin de bunu ima edecek tarzda ifadeleri vardır. Ancak kat’i değildir. Bugün de Sultan Fatih'in öldürülmüş olması, komploculuğa meyilli bazılarının hoşuna gidiyor ve eski düşmanlıkları körüklemeye yardımcı olarak kullanılıyor. Böyle bir kâtil doktorun saraya kadar girip yükselmesi pek makul gözükmüyor. Venedik vatandaşı olmak için padişahı öldürtmesi çok abestir. Zaten yüksek bir mevkiye gelmiştir, Venedik vatandaşı olup ne yapacaktır? Zaten padişahın vefatı üzerine askerler tarafından linç edildi. Hasta ölürse doktorları suçlamak âdettir. Padişahın böyle gizlice saraya sokulan bir doktor tarafından zehirlendiğini söylemek, aslında o zamanki padişah sarayının ve devletin emniyet zaafını iddia etmek demektir. Böyle bir hükümdarın öldürülmesi pek tabiî demektir. Sultan Fatih, eskiden beri mide rahatsızlığı çekiyordu. Muhtemelen mide kanseri idi. 50 yaş o zaman için genç sayılmaz.
    Padişahın tabibi Lârizâde, Türk idi. Yahudi tabib onun yardımcısı idi. O zamanlarda tabiblik, diğer sanatlar gibi gayrımüslimlere mahsus bir meslek idi. Müslümanlar devlet idaresi ve ilim gibi daha yüksek işlerle meşgul olurdu. Gayrımüslim tabib kullanmanın mahzuru olduğu da söylenemez.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Osmanlı padişahlarından halifelik ne zaman başlamıştır?
    Cevab: Halife devlet reisi demektir. Bu meyanda Osman Gazi de, Sultan Fatih de halifedir. Halifeliğin bir de bütün Müslümanların manevi birliğinin mümessili gibi bir mahiyeti vardır. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlılar bu sıfatı da taşıdı. Bu sıfatı iddia edecek bir makam kalmadı. Kahire’deki Abbasî halifesi de meşru halife değildi. Çünki iktidar Memlûk sultanlarının elinde idi. Gerçek halîfe onlar idi. İslâmiyet’te ruhanî liderlik yoktur. Halifeliğin Sultan Selim’e merasimle devredildiği rivayeti de zayıftır. Hakikat şudur ki, Sultan Selim, kılıcının hakkıyla İslâm dünyasının en güçlü hükümdarı olmuştur. Bu bakımdan bütün dünya tarafından halife olarak görülmüştür.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Yavuz Sultan Selim Han'a atfedilen Sanma Şahım ile başlayan dörtlükte bunu bir satranç oyunundan sonra yazdığı bahsedilir. Ne derece doğrudur?
    Cevab: Bu şiirin Sultan Selim'e ait olduğu belli değildir. Kaldı ki şiir tanzim bakımından zekice, ama edebî bakımdan düşük seviyededir. Sultan Selim'in Farsça divanı vardır. Türkçe şiir yazdığı bilinmiyor. Satranç hikâyesinin de aslı yoktur.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Hun Türkleri ile Ubıhlar aynı soydan mı geliyor?
    Cevab: Ubıhlar, İskit bakiyesidir. İskitler, hunlardan önceki Türklerdir. Ancak bu imparatorlukta sadece Türkler değil, başta İranlılar olmak üzere çok fazla halk yaşıyordu. Ubıhların İskit bakiyesi olduğu, hatta isimlerinin Ubıh-Çigit diye geçtiği, bunun da İskit bağını gösterdiği rivayet olunmaktadır. Çigit, Çak, Sekel, Yakut gibi isimler İskitlerle alâkalıdır. Yakut, Sak (İskit) kelimesinin Rusçasıdır. Yakutların İskit bakiyesi olduğunda şüphe yoktur. Romanya’da Çavuşesku’ya ayaklanan Sekellerin de böyle olması kuvvetle muhtemeldir. Hatta Hindistan’ın kuzeyinde Buda’nın çıktığı Çakya krallığının da İskitlerle bir alakası var. Buda’nın ismi Sidharta Çakyamuni idi. Ancak Ubıhların da diğerleri gibi dillerini unutarak Çerkezleşmesi çok tabiidir. Son Ubıhça bilen adam, yakın zamanda Manyas’ta vefat etti. Kafkasya mecmuasında Halil Erenoğlu’nun Kafkasya’da Türk İzleri adındaki yazısı ile, tarih ve Toplum mecmuasının ilk sayılarında Mustafa Celaleddin Paşa’nın neşredilen Türkoloji yazılarında buna dair bilgiler vardır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Şimdiki manavlar Malazgirt Meydan Zaferinden önce Bizans İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Hıristiyan dininde olup çoğu Peçenek boyundan olan Oğuz Türklerinin torunları mıdır?
    Cevab: Bir kısmı öyledir. Bir kısmı ise XIII ve XV. asırlar arasında Anadolu'ya gelip, yerleşik hayata geçen Oğuzlardır. Ekip biçtikleri için, göçebelere meyve ve sebze satar, bu sebeple manav diye adlandırılmıştır deniyor. Manav, İzmit ve Kastamonu arasından Antalya’ya kadar olan İçbatı Anadolu şeridinde yaşayan, medeni, sakin ve kendilerine mahsus şivenin sahibi Türkleri ifade eder. Yerli mânâsına kullanılıyor.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Piri Reis neden idam ettirilmiştir?
    Cevab: Piri Reis, Hind seferinden dönüşte, güçlü olmasına rağmen Hürmüz adasının fethini gerçekleştirememiş; üstelik donanmayı Basra körfezinde bırakmıştı. İstanbul’a donanmayı rüşvet alarak Portekizlilere kaptırdığı haberi gelmiş; düşmanları bunu istismar ederek şâyiayı büyütmüşler; Piri Reis de idam edilmiştir. Portekizlilerden aldığı muhtemelen devlet nâmına haraç idi. Kaldı ki Piri Reis çok zengindi. Donanmayı bırakması da bizim bilmediğimiz bir sebepten ileri gelmiş olabilir. Bu bakımdan tarihçiler Piri Reis’in idamının haksız olduğunu söyler. Ancak asırlar sonrasından bakıp, geçmiş için ahkâm kesmek zordur.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Osmanlılar'da 8 rakamı hususunda bir hassasiyet olduğunu görüyoruz. Meselâ câmiler 8 şey üzerine oturtuluyor. Fâtih ya da Süleymaniye külliyesinde yine 8 rakamlarını görüyoruz. 8'in bir hususiyeti var mıdır?
    Cevab: Osmanlılarda sekiz rakamı hususunda nasıl bir hassasiyet üzere olduğuna dair bir şey işitmedim. İslâm geleneğinde her rakamın bir hususiyeti bulunmaktadır. Meselâ sekiz cennet vardır.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Bir arkadaşım, Osmanlılar zamanında İstanbul hariç olmak üzere yeni fethedilen yerlerde câmiden önce dârülhadîs yapıldığını söyledi. Bu bilgi doğru mudur? Dârülhadîs’e, câmiden daha fazla değer verilmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Dârülhadîs, her ne kadar hadîs-i şerif ilmi öğretilen medrese mânâsına geliyor ise de, Osmanlılarda lisans üstü tedrisat yapan bir medresedir. İstanbul gibi büyük birkaç yerde vardır. İstanbul’dakini Sultan Kanuni yaptırmıştır. Arkadaşınızın sözü doğru değildir. Bir yer fethedildiği zaman, ilk Cuma günü Cuma namazı kılmak farzdır. Bunun için o şehirde derhal bir câmi yapılır. Mabed, bir şehrin kalbidir. Dârülhadîs binası olmasa da, tedrisat yapmak, ilim öğretmek mümkündür. Bir başka deyişle, ilim için binaya ihtiyaç yoktur. İbâdet için vardır.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Cem Sultan’ın torunlarının Hristiyan olarak hâlen Malta’da yaşadığı doğru mudur?
    Cevab: Sultan Fatih'in oğlu Şehzade Cem, 1495’te Napoli'de vefat etti. İki oğlundan Şehzade Oğuzhan babası sürgünde iken 1483’te idam edilmişti. Diğer oğlu Şehzade Murad babası sürgünde iken Rodos şövalyelerine sığınmıştı. Kanuni Sultan Süleyman, 1522’de Rodos’u fethettiğinde burada vaftiz edildiği söylenen Murad ve oğlu Cem’i idam ettirdi. Yıllar sonra (bundan on sene kadar evvel) Maltalı bir arkeolog cem Sultan’ın torunu olduğunu iddia etti. Rivayete göre İkinci Cem ölmemiş, Malta’ya kaçırılmış. Burada Nikola adıyla 1536’ya kadar yaşamış. Maltalı arkeolog Georges Said Zammit, o zamanlar hanedan reisi olan Osman Ertuğrul Efendi’ye müracaat etti. Şehzâde, kendisini hanedandan kabul edemeyeceğini, olmadığını da söyleyemeyeceğini bildirdi. Dedelerinin Papalık tarafından verilen soyluluk ünvanını kabul ettiğine göre Osmanlı ailesinden sayılamayacağını söyledi. Adamcağız Malta arşivlerinden iddiasını ispatlamaya uğraşıp duruyordu. Sonra ne oldu bilemem. Hâdise bundan ibarettir. Fransa’da iken, soyadının Djem olduğunu, Cem Sultan’ın Fransa’da mahpus bulunduğu şatonun sahibi dükün kızı ile gizli evliliğinden olmuş çocukların soyundan geldiğini iddia eden birisiyle tanışmıştım.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Şair Fuzuli hakkında malumat verebilir misiniz? Şiî veya âsi olduğuna dair bilgi var mıdır?
    Cevab: Şair Fuzuli, Caferî Şiasındandır. Ehl-i sünnet değildir. Fakat mutedildir. Hakkındaki bütün ciddi kaynaklarda bu açıkça geçer. Âsi olduğuna dair bir şey duymadım. Gerçi Ehl-i bidat olmak Allaha isyan olarak değerlendirilebilir. Bununla beraber Ehl-i sünnet arasında da içli şiirleri çok tutulmuş, divanı okunagelmiştir. Hakkında “İsmi gibi Fuzuli’dir” tabirini kullanan nice tasavvuf ehli, şiirlerinden zevk almıştır. Su kasidesi emsalsizdir.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Sultan II. Abdülhamid’in dinî hocası veya manevî şeyhi var mıydı? Varsa hangi tarikata mensup idi? Bir ara Seyyid Fehim Arvasî ile görüştüğünü işittim. Yoksa Nakşî miydi?
    Cevab: Sultan II. Abdülhamid'in Şâzelî Şeyhi Trabluslu Zâfir Efendi'ye mensup olduğu bilinen bir keyfiyettir. Zâfir Efendi’ye Yıldız aykınında bir tekke tahsis etmiştir. Şeyhin kabri de buradadır. Vefatından sonra Kâdirî şeyhi Halebli Ebulhüdâ Efendi'nin sohbetinde bulunmuştur. Daha evvel Nakşî meşâyihinden Gümüşhanevî Ziyaeddin Efendi'nin sohbetlerinde de bulunduğu malumdur. Seyyid Fehim Arvasî, hacca giderken İstanbul'a uğramış, padişah tarafından kabul edilip iltifat görmüş, kendisine İstanbul'da bir tekke bile teklif edilmiştir. Netice itibariyle Sultan II. Abdülhamid Şâzelî tarikatına mensup idi. Aynı zamanda Kadirî ve Nakşî meşrebli olduğu anlaşılıyor.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti zamanında "Deliler" diye bir ordu birliği olduğunu işittim. Bu doğru mudur? Varsa niçin bu ismi almışlar?
    Cevab: Osmanlı ordusunda öncü hizmetleri görmek üzere akıncı ocağı vardı. XVI. asır sonunda akıncı ocağı zaafa uğradığı için bunların fonksiyonunu Kırım tatarları yerine getirmeye başladı. Taşralarda da vâliler deli (delil) adıyla bir askerî sınıf teşkil etti. Bunlar valiye bağlı, gözüpek, gözünü budaktan esirgemeyen, güçlü kuvvetli askerlerdi. Aslı delil olmakla beraber, bu hususiyetlerinden dolayı halk bunlara deli adını vermiştir. Daha ziyade hudud mıntıkalarında bulunurdu. Bu teşkilâta alınacaklarda fevkalâde cesaret ve atılganlık arandığı gibi, iri yarı ve cüsseli olmalarına da dikkat edilirdi. Ocaklarını halîfe Hazret-i Ömer’e mensup addeden deliler, şehâdete ulaşmak için pervasızca düşmana saldırır ve bu halleriyle etrafa dehşet verdiklerinden umumiyetle muvaffak olurlardı.
    Tamamiyle Rumeli halkından olan deliler bu asırdan itibaren kısmen Türk ve kısmen de Boşnak, Sırp, Hırvat gibi müslüman olmuş cengâver kimselerden meydana gelirdi. Silâhları; eğri pala, kalkan, mızrak ve bozdoğan idi. Güçlü, kuvvetli atlara binen deliler, düşman üzerine korku uyandıracak kıyafete sahipti. Başlarına sırtlan ve Pars derisinden yapılmış ve üzerine kartal tüyü takılmış başlık, ayaklarına kurt ve ayı derisinden yapılmış şalvar, sırtlarına da yine ekseriyetle tüylü derilerden yapılmış elbiseler giyerlerdi. Delilerin elli ve altmışı bir bayrak olup, birkaç bayrak birleşince bir delibaşı emrine verilirdi. Deliler on altıncı yüzyılda Rumeli beylerbeyi ile Semendire ve Bosna sancakbeylerinin emirleri altında bulunurlardı. Fakat daha sonraları başka beylerbeyleri de deli kuvveti meydana getirmişlerdir. Osmanlı tarihindeki en meşhur deli kuvvetleri; on altıncı asrın ilk yarısı içinde Semendire sancak beyi Yahyâ Paşazade Bâli Bey ile Bosna sancakbeyi Gâzi Hüsrev Bey’in deli kuvvetleridir. Bunlardan Gâzi Hüsrev Bey'in emrinde on bin kişilik deli kuvveti mevcuttu. Deli teşkilâtı efradı maaşlı idi ve maaşları beylerbeyiler tarafından verilirdi. On sekizinci asrın ortalarına kadar mühim hizmetlerde bulunan deli askerî teşkilâtının bozulması diğer askeri sınıflara göre biraz daha geç olmuştur. On dokuzuncu asırda deli gruplarının Anadolu’da şekâvetleri görüldüğü için, teşkilâta, 1829 yılında Sultan İkinci Mahmûd son verdi.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti'nde işkence yapıldığı, bu işkencelerin türlü türlü olduğuna dair bazı kitaplardan nakiller yapılıyor. Bunların aslı var mıdır?
    Cevab: İslâm hukuku işkencenin her türlüsünü yasaklar. Hayvanlara bile eziyet câiz değildir. Güya Osmanlılardaki işkence resimlerini ecnebi seyyahlar muhayyilelerinden çizmiştir. Harem gibi. Aslı yoktur. Gerçi bir cemiyette salahiyet ve güçlerini suiistimal edenler, sadistler her zaman bulunur. Suçlunun cezası bellidir. Suçu itiraf ettirmek için işkence yapılmaz. Çünki işkence korkusundan yalan söyleyebilir. Bu itiraf da makbul olmaz. Ancak bazı hallerde suç sâbit olduktan sonra, meselâ silahı veya cesedi yahud suç ortağını göstermesi için suçluya dayak atılabilir. Dayak zaten aslî bir cezadır. İşkencenin ustası İtalyan ve İspanyollardır. Engizisyonun işkenceleri pek meşhurdur.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Osmanlılardaki maarif sistemini tam olarak nereden öğrenebilirim? Meselâ sibyan mektebinde kız erkek karışıkmış; peki diğerlerinde karışık mıydı?
    Cevab: Osman Nuri Ergin’in Türk Maarif Tarihi kitabı vardır. Üç büyük cilttir. Sadece sibyan ve ibtidaî mekteplerinde kız ve erkek çocuklar karışık tedrisat görür. Yine de sıralarda ayrı otururlardı. Rüşdiye ve idadî mekteplerinde (orta ve lise) kızlar için ya ayrı mektep veya ayrı sınıf vardır. Dâarülfünun’da (üniversitede) ise, sınıf veya anfi perde ile ortadan ikiye ayrılır; kızlar perdenin arka tarafında, erkekler ön tarafta ders dinler; anfinin ve mektebin farklı kapılarından girip çıkardı. Bâliğa kızın başka erkeklerle bir arada bulunması dinen câiz görülmediği için böyle yapılırdı.
    13 Şubat 2012 Pazartesi
  • Sual: Kanuni Sultan Süleyman Kanunnâmesi’nde 41, 46 ve 47. maddelerde işkenceden bahsediliyor. Buradaki işkence ifadesi bugün anladığımız mânâda işkence midir, yoksa farklı bir mânâda mı kullanılmıştır?
    Cevab: Suç işlediği hukuken sâbit olan kimseyi, meselâ hırsızı çaldığı malı veya suç ortağını göstermesi için kan çıkmadan dövmek câizdir. İkrar, itiraf elde etmek için dövmek câiz olmadığı gibi, hukuken muteber bir delil de değildir.
    13 Şubat 2012 Pazartesi
  • Sual: Gerçek ve sahte seyyidler nasıl ayrılır? Osmanlı Devleti’nin belki kendi bünyesinde bir kontrol mekanizması vardı. Ama Acemistan ya da diğer yerlerde bunun bir kontrolü var mıdır? Ya da seyyidlerin kendi kendilerine kurdukları bir mekanizma var mıydı?
    Cevab:

    Osmanlılarda seyyid olarak bilinenlerin ekserisi uydurmadır. Vergi ve askerlik muafiyetine kavuşmak maksadıyla mahkemeye müracaat edip iki şâhit dinleten herkese seyyidlik beratı verilmektedir. Hükümet, bunların gerçekten seyyid olabileceği ihtimalinden dolayı, bu şekilde müracaat edip, ispatlayan herkese vesika verilmesini tamim etmiştir.
    Her şehir ve kasabada seyyidler arasından tayin edilen ve nakibüleşraf denilen bir memur vardır. Bu zât, sahte seyyidlik iddiasında bulunanlara engel olmaya çalışır. Ama buna ne kadar muvaffak olabilmiştir, bilinmez. Seyyid Abdülhakim Efendi, bu havalide Geylânîler, Berzencîler ve Arvasîler gibi seyyidlikleri tevâtürle sâbit olan ve meşhur âlimler yetiştirdiği için her tarafta şöhret kazanmış olan aileler dışındakilerin seyyidliği şüphelidir buyurmuş.
    Bir de seyyid ünvanı ile alâkalı bir problem var. Bu ünvan Arapçada efendi manasına kullanılıyor. Osmanlı vesikalarında ileri gelen herkes için kullanılmaktadır. Arap ülkelerinde de böyledir. Bilhassa ulema böyle anılmaktadır. Bunun için isminin önünde her seyyid olanı, evlâd-ı resulden zannetmemelidir.
    Çok asırlar geçmiştir. Çok göçler olmuştur. Çok zulümler yaşanmıştır. İnsanlar kendisini saklamak zorunda kalmıştır. Ekseriya Hazret-i Hüseyn evladı Abbasîlerin, Moğolların ve ardından Safevîlerin zulmünden dolayı Anadolu ve Türkistan'a, Hazret-i Hasen evladı ise Abbasî tazyiki sebebiyle Mağrib'e hicret etmiş; burada kendilerini saklayarak yaşamak mecburiyetinde kalmıştır. Doğrusunu Allah bilir.

    17 Şubat 2012 Cuma
  • Sual: Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi’nde birkaç kez hırsızlığı zâhir olmuş kimse için, esir çalan ve dükkân açan (dükkâna delik açıp soyan) için katl cezası öngörülmüş. Mumcu ve Üçok da bu hükümlerin İslâm ceza hukukuna aykırı olduğunu iddia etmişler. Esir çalmak hadd grubuna giren hırsızlık suçunu teşkil eder mi?
    Cevab: Küçük hür çocuğun, yahut mecnûn hâlinde veya âmâ olsa bile kendisinin kim olduğunu anlatabilecek derecede büyük kölenin çalınması ile sirkat haddi (hırsızlık suçu) teşekkül etmez. Büyük köle zorla götürülürse gasb, hileyle götürülürse aldatma olup, çalma olmaz. Böyle kimseyi ta'ziren idam etmek câizdir.
    Bir kimse bir ev veya dükkânı delip oradan içeri girerek nisab mikdarı malı yola attıktan sonra çıkıp onu alsa eli kesilir. Çünkü bu gibi şeyler hırsızların âdet edindiği hilelerdendir. Delme, içeri girme, içerdeki malı dışarı atma sonra çıkıp onu almanın hepsi bir iş sayılır. Eğer attığı malı almasa yahut başkası alsa bu kimse malı zâyi edici ve telef edici sayılır, hırsız sayılmaz. Kendisine bu malı ödemek vâcib olur, eli kesilmez.
    Hükümdarın bir kaç defa hırsızlık yapan kimseyi, çocukları kaçırmayı adet haline getirenleri siyaseten öldürmesi caiz olur. Bunların hiç birisi İslâm ceza hukukuna aykırı değildir. Zira mevcut bir şer’î hükmü kaldırmış veya değiştirmiş değildir. Hükümdar, kendisine tanınan salahiyeti kullanmaktadır. (İbni Abidin)
    17 Şubat 2012 Cuma
  • Sual: İstanbul’daki Eshab-ı Kiram efendilerimizin kabirlerinin yerleri kat’î midir? Öyle ise hangilerinin kabirleri, hangilerinin makamları öğrenebilir miyiz?
    Cevab: Hiç birininki kat'î değildir. Sahabilerin de bulunduğu kuşatmalarda İstanbul fethedilemedi. Rumların elinde kaldı. Kabirlerinin belli olması zaten olacak iş değildir. Hepsi sonradan ehlullahın keşfi yoluyla bulundu. Bunlar da ya makamdır, ya kabirdir. Bir tek Eyyüp Sultan hazretlerinin burada medfun bulunduğu biliniyordu ve keşf ile ortaya çıkarıldı. Bu hususta gazetede bir yazım neşredilmiştir.
    17 Şubat 2012 Cuma
  • Sual: el-Ehadisu'l-Arbain fi Vucubi Ta'ati Emiri'l-Mü'minin. (Beirut: 1312/1893) isimli eseri Sultan Hamid toplatmış mıdır?
    Cevab: Sultan Hamid zamanında her türlü kitap Maarif Nezâreti'ndeki bir âlimler encümeninin tasdikinden geçmedikçe basılamazdı. Beyrut’taki Hıristiyan matbaalar veya İstanbul'daki Acem denilen İranlı matbaacıların ruhsatsız olarak bastığı dinî ve her çeşit kitap toplanır, hamam külhanında yakılırdı. Muhalifleri padişahın dinî eserleri yaktırdığını söyleyerek menfi propaganda yapmışlardır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Kavânîn ve düstur eserlerinin mahiyeti nedir?
    Cevab: Kavânîn, kanunlar demektir. Düstur, Osmanlı kanunlarının toplandığı bir kitaptır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Evlenmelerine izin verilmeyen ve tahsil müddetlerinde kadınlarla münasebet kurmaları yasak olan yeniçerilere, her fetih sonrası (klasik olarak 3 gün boyunca) fethedilen yerlerde tecavüz ve yağmanın serbest bırakıldığına dair bir rivayetin aslı var mıdır?
    Cevab: Yeniçeriler, otokontrole alıştırılan insanlardır. Aklı başında adamlar seksüel perhizden müteessir olmazlar. Seferde ganimet alınıp paylaşılan cariyelerle münasebet kurmaları caiz olduğu gibi, esir pazarlarından satın aldıkları cariyeler ile de kendilerini tatmin etmeleri mümkündür. Harbin kızıştığı zamanlarda, fethi kolaylaştırmak ve zaferi elde etmek için kumandan yağma va'd edebilir. Bunun dışında yağma yasaktır. Tecavüz ise mutlak yasaktır. Emsali de görülmemiştir.
    26 Mart 2012 Pazartesi
  • Sual: Bir zât, televizyondaki sohbetinde, Sultan Abdülmecid’in içki içtiğine dair Cevdet Paşa’nın şahadeti olduğunu söyledi. Aslı var mıdır?
    Cevab: Cevdet Paşa da bu hususta gördüğünü değil, işittiğini yazıyor. Hadis-i şerifte, “Bir kimseye yalan olarak her duyduğunu söylemek yetişir” buyuruluyor. Herkese hüsnü zan etmelidir. İyi bilinmeyen şeyin ardına düşmemelidir. Sultan Abdülmecid’in içki içtiğini gören bir kimsenin şahidliğine rastlamadık. Kendisi dindar ve yüksek meziyetlere sahip bir insandı. Böyle bir şahsiyet zaafı göstereceğine inanılamaz.
    30 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Divan- muhasebat azalarına 3 zilhicce 1281 tarihli nizamname ile tayin, istifa etmedikçe ve kanunen azilleri gerekmedikçe vazifeden alınamayacakları tanzim olunmuştur. Âzâlara tanınan bu teminat, daha önce başka bir müesseseye veya memura tanınmış mıdır?
    Cevab: 1250/1834 tarihinde kadıların istifa etmedikçe veya kendilerinden bir şikâyet olmadıkça vazifelerinden azledilemeyeceği esası getirilmiştir.
    30 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek adlı kitabının (42. Baskı) 58. sahifesinde, "Saraya sızdığı öğrenilen Hurufilere karşı Veziriazam Mahmud Paşa ve Edirne'de Üç Şerefeli Câmi'de müderrislik yapan müftü Fahreddin-i Acemî derhal harekete geçmişler; müftü hem Hurufîlerin yakılması için fetvâ vermiş; hem de bizzat diri diri ateşte yakılmalarını gerçekleştirmiştir" diye yazıyor. Osmanlı Hukuku'nda teorik veya pratik olarak yakarak cezalandırma mevcut mudur?
    Cevab: Zındıkların yakılacağına dair ictihadlar var ise de, makbul değildir. Nitekim Hazret-i Ali zındıkları yakmış; "Ateşle azap ancak Allaha mahsustur" hadis-i şerifini söyleyince, bunu işitseydim, yakmazdım buyurmuştur. Hurufîler yakılmamış, öldürülmüştür. Osmanlı klasik metinlerinde yakmak, zındığı öldürmek demektir. Çünki ölünce cehenneme gidecektir. Osmanlı hukuk tarihinde idam cezaları eşkiyalıkta asarak, bunun dışında en seri öldürme şekli olan başını keserek infaz olunuyor.
    8 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Şu andaki Osmanlı hanedanı mensuplarının görüntüleri tamamen yabancı memleket insanlarına benziyor. Siz çoğunu yakından tanıyorsunuz. Dinî inançları hassasiyetle devam ediyor mu? Ediyorsa bilhassa hanımlar neden böyle alafranga haldeler?
    Cevab: Evinden, ailesinden, sevdiklerinden, malından, memleketinden atılmış, gurbet ellerde sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmiş olan insanlardan daha fazla ne beklenebilir? Türkiye’de daha iyi şartlarda yaşayan hoca, hacı, âlim, veli çocukları ne haldeler? Hanedan mensuplarının imanı bütündür. Dine hürmetkârdır. Müslüman memleketinde yaşayanların gördüklerini, işittiklerini görüp işitselerdi, onlardan çok ileri giderlerdi. Dedelerinin hürmetine kendilerine tazim edilir. Yanlış işleri için de Allah ıslah ve affetsin denir.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: Anadilde eğitimin engellenmesinin insan haklarına aykırı olduğu söyleniyor. Bu hususta İslâmiyette, bilhassa tarihteki İslâm memleketlerinde ve çok milletli Osmanlı Devleti’nde vaziyet nedir?
    Cevab: İlim ve tahsil hayatı hususî şahıslara bırakılmıştır. Devlet bununla alâkadar olmaz ve olamaz. Herkes, kendi dinine, kültürüne, âdetine göre ve kendi lisanıyla ilim öğrenir ve öğretir. Herkes hususî hayatında da, resmî işlerde de kendi lisanını kullanır. Resmî lisan olmadığı gibi, anadille eğitim gibi bir mesele de İslâm devletlerinde ve Osmanlılarda mevzubahis değildir.
    22 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Zimmî kâfirlerin dârülislâmda fâizcilik yapması câiz midir? Osmanlı Devleti’nde Galata bankerleri tefecilik yapmıyorlar mıydı? Eğer yapıyorlarsa, devlet buna neden izin vermiştir?
    Cevab: Hayır. Dârülislâmdaki zimmîler ile Müslümanlar ahkâm bakımından aynıdır. Osmanlı zimmîlerinin tefecilik yapmaları yasaktı. Fakat bazıları hukukun inceliklerini kullanarak, hile-i şer’iye yaparak, bir yandan da borç verip kendilerine râm ettikleri devlet ricalini ayarlayarak el altından tefecilik yapmıştır. Ama resmiyette mümkün değildir. Nitekim meselâ mahkemeye alacakları için dâvâ açsalar, fâiz talebinde bulunamazlar. Mahkeme reddeder. Nitekim buna dair hüccetler mahkeme sicilinde mevcuttur. Fuhuş ve müslümana içki satışı da yasaktır ama umumhane ve meyhanelerin gizliden gizliye çalışmasını engellemek mümkün değildir.
    22 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Sultan II. Mahmud, yeni kurduğu Türk ordusunda, zekâlarının azlığından dolayı Çerkezler'in miralaylıktan (albaylıktan) daha yukarı terfi etmemeleri için ferman çıkarmış. Sultan II. Selim de, cinsî hayatta kadın rolü oynayarak Türk halkının ahlâkını bozuyorlar diye Arnavutlar'ın Anadolu’ya geçmelerini yasak etmiş. İsmail Hami bey’in kitaplarından okuduğum bu bilgiler doğru mudur? Şu halde Osmanlı Devleti’nde ırkçılık var mıdır?
    Cevab: Bir kere Sultan II. Mahmud zamanında Çerkezler kesif bir topluluk olarak gelmiş değildi. 1864'ten sonra Kafkasya’dan göç etmeye başladılar. Her millette zekî veya zekâsı kıt insan vardır. Umumileştirmek doğru değildir. Osmanlılar gibi geniş düşünceli ve yüksek meziyetli insanlar için böyle sakil bir şey düşünülemez bile. Kaldı ki son zamanlarda bile çok sayıda Çerkez paşa vardır. Çerkezler, sadakatleri ile tanınmış bir ırktır. Osmanlı Devleti, bu meziyetlerinden istifade etmiştir. Sarayda Sultan II. Mahmud’dan itibaren hep Kafkasyalı, bilhassa Çerkez hanımlar istihdam edilmiş ve hanedan evlilikleri bunlarla olmuştur.

    Arnavutlar, o zamanlar Kürtler gibi İstanbul'a sokulmazdı. Sebebi dağlık bir coğrafyada yaşadıkları için sert ve kavgacı bir tabiata sahip olmalarıdır. Sokulanlar da hususi izinle muayyen işler için (kaldırım yapmak gibi) sokulurdu. Adalı Rumlar da aynı şekildedir. Bahsedilen husus lokal bir hâdise ile alakalı olsa gerektir. Zaman içinde bu hükümler değişmiştir. Arnavutlardan çok sayıda devlet adamı ve zâbit yetişmiştir. Sultan II. Abdülhamid’in, Karakeçili ve Araplardan hususî muhafız alayı olduğu gibi, “ser verir sır vermez” dediği Arnavutlardan müteşekkil bir muhafız alayı vardı.

    Osmanlıda ırkçılık olması muhaldir. İmparatorluklarda ırkçılık olamaz. Kaldı ki Osmanlı Devleti Müslüman bir devlettir. İslâmiyet ırkçılığı reddeder. Irkçılık, imparatorlukları ve cemiyetleri yıkan bir hastalık gibidir. Nitekim Osmanlı Devleti, 1908’den sonra ırkçılık istikametinde idare olundu ve bu da yıkılmasına sebebiyet verdi.

    Merhum İsmail Hami Bey, büyük bir tarihçidir. Fakat kendisine yakışmayacak bir şekilde koyu bir ırkçılık zihnini örtmüştür. Osmanlı tarihinde çok müsbet rol oynayan nice devlet adamlarına, sırf Türk ırkından değil diye tahkir etmektedir. Kitapları temkinle okunmalıdır.
    24 Nisan 2012 Salı
  • Sual: Bir hocamız İslâmiyette saltanatın olmadığını, Osmanlıların, idareciliği babadan oğla devrederek yanlış yaptığını söylemişti. Ben O'na Hz. Ali'den sonra Hz. Hasan'ın halife olduğunu örnek vermiştim ama cevap verememişti. Acaba başka ne gibi örnekler verebilirim?
    Cevab: Halîfelerin yerlerine yetiştirdikleri ve nasihat verdikleri oğullarını veya güvendikleri başkalarını halîfe yapmaları İslâm hukukuna aykırı değildir. Nitekim Kur’an-ı kerîmde, Hazret-i Dâvud’un yerine oğlu Hazret-i Süleyman’ın hükümdar olduğu anlatılmaktadır. Halifenin yerine halifelik şartlarını taşıyan herhangi birini geçirmesi caizdir. Hazret-i Ömer böyle halife olmuştur. Yabancı birini yerine halife bırakmak caiz ise, aynı vasıfları taşıyan oğlunun veya ailesinden bir başkasının halife bırakılması da sahih olmak gerekir. Üstelik tarih göstermiştir ki, hükümdarın belli bir aileden olması, siyasî ihtilafların önüne geçmektedir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Bir hocamız Osmanlıların İslâmiyetteki şûrâ prensibini tatbik etmediğini iddia etti. Bu doğru mudur?
    Cevab: Divan-ı Hümayun ve şeyhülislâmdan fetvâ almak şûrâ demektir. Bu sözleri, kendisinin İslâmiyetten de, tarihten de haberi olmadığını; son zamanlardaki reformist Arap yazarlarının tesiri altında kaldığını gösteriyor.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’nin telfikçi usülle hazırlandığını belirtmişiniz. Fakat telfiğin caiz olmadığını biliyorum. Siz de bu şekilde hareket etmenin hatalı olacağını üstü kapalı da olsa ifade etmişsiniz. Devletin bu şekilde kanun hazırlaması câiz değil midir?
    Cevab: Bir meselede tek bir ictihadla amel etmek mecburidir. Aynı meselede birden fazla ictihadı karıştırmak, eğer ortaya çıkan netice dört mezhebden birine uymuyorsa, telfiktir ve batıldır. Uyuyorsa, zaruret varsa kerahatsiz, zaruret yoksa kerahatle sahihtir. “Mesâil-i müctehedün fiyhâda imâmülmüslimîn hazerâtı hangi kaville amel edilmesini emrederse o kavil ile amel olunur”. Yani müctehidler arasında ihtilaf edilmiş meselelerde, hükümdarın tercihi ile amel olunur. Bu bir kaidedir. Ancak bu, hususî hayata tesir edemez. Mahkemeler ve hükümet icraatları için bahis mevzuudur. Ve keyfî olmamalıdır; bir mecburiyetin eseri olmalıdır. Teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur. Yani halk üzerinde umumî menfaat gözetilerek tasarruf edilir. İnsanlar aile hukuku gibi hususi hayata dair işlere fazla karışılmasından hoşlanmaz. Neticede bu bir evliliktir. Bir şartı bir mezhebe, diğer bir şartı başka bir mezhebe göre tanzim edilirse, insanlar acaba zina mı ediyorum diye bile düşünebilir. Bu bakımdan Hukuk-ı Aile Kararnamesi şer’î hükümlere aykırı değildir. Ancak cemiyet böyle bir kanunu kabule hazır değildir. Nitekim Mecelle bile, Hanefî mezhebindeki zayıf kavillerden bazılarını ihtiva ettiği için tenkit edilmiştir. Eski ilim adamları ciddi, oturaklı ve muhafazakâr idi. Olur olmaz sebeplerle değişikliğe, gevşekliğe müsaade etmezdi. Kanun, bunu nazara almamıştır. Sosyoloji bilmemek alâmetidir.
    11 Mayıs 2012 Cuma
  • Sual: Osmanlı millet sistemi çerçevesinde bir Yahudi ile bir Rum arasındaki ticarî veya başka bir meselenin halline hangi mahkeme bakacaktır?
    Cevab: Osmanlı Devleti’nde, bir dâvânın tarafları aynı milletten Osmanlı vatandaşları ise, salahiyetli merci o kişilerin ruhanî mercii, yani piskopos veya hahamdır. Burada o kişilerin kendi dinlerinin hükümlerine göre dâvâya bakılır; Osmanlı makamları müdahale etmek şöyle dursun, verilen hükmü icra ve infaz eder. Taraflar sizin sorduğunuz şekilde ayrı milletten ise, o halde dâvâlının ruhanî mercii veya tarafların anlaştığı bir hakem salahiyetlidir. Taraflar bunda anlaşamazlarsa, dâvâya Osmanlı mahkemesi, bunların dinini de nazara alarak bakar. Taraflardan biri Müslüman ise, salahiyetli merci mecburen Osmanlı mahkemesidir ve şer’î hukuka göre bakılır. Gayrımüslimin dini de icabında nazara alınır. Tabiî bu, dâvânın hususî hukuka veya ahvâl-i şahsiye denilen şahıs, aile ve miras hukukuna dair olması hâlindedir. Dâvâ ceza veya vergi yahud arazi dâvâsı ise, mutlaka Osmanlı mahkemesi bakar. Taraflar ecnebi ise, salahiyetli merci konsolosluktur. Taraflar iki farkı devlet vatandaşı ecnebi ise, dâvâya dâvâlının konsolosluğunda bakılır. Taraflardan biri Osmanlı ise, Osmanlı mahkemesi salahiyetlidir.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde Trablusgarb'da Mâlikî mezhebinden Müslümanların dâvâlarına hangi mezhebe göre bakılmaktaydı?
    Cevab: Her yere Hanefî müftü ve kadısı tayin edilir. Başka mezhepler de yaygın ise, taraflar isterse, bu mezhepten bir âlim, nâib (vekil) tayin edilir. Tarafların hiç mahkemeye gitmeden, kendi mezheplerindeki bir hakeme de gitmeleri mümkündür.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Mısır'a giren Osmanlı askeri, harp esnasında Müslüman Mısır halkından esir alıp köle edebilir mi?
    Cevab: Kölelik, harbde esir alınan gayrımüslimler için bahis mevzuudur. Esir alınmadan evvel Müslüman olan, kölelikten, öldürülmekten ve fidye karşılığı iade edilmekten kurtulur. Esir alındıktan sonra Müslüman olan, öldürülmekten ve fidye karşılığı iade edilmekten kurtulur ise de, kölelikten kurtulamaz.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Sultan II. Abdülhamid devrinde şark vilâyetlerinde mektepler kurulduğunu biliyoruz. Bu devirde İngilizlerin Şâfiî Arapları, “Halifeler Kureyş’tendir” hadis-i şerifini kullanarak Osmanlı hilâfetine karşı kışkırtması tehlikesine binaen, padişahın Şarkta Hanefîleştirme siyasetini başlattığı iddiası doğru mudur?
    Cevab: Sultan Abdülhamid devrinde memleketin her yerinde halkın irfanını arttırmak ve devletin ihtiyacı olan memurları yetiştirmek maksadıyla mektepler kuruldu. Bunlar din mektepleri değildir. Dinî sahada medreseler hâlâ faaliyettedir. Şark’taki medreseler, yakın zamana kadar Şâfiî mezhebine göre tedrisata devam etmiştir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, bugün Şarkî Anadolu’da tek bir Şâfiî’nin bulunmaması gerekirdi. Bahsettiğiniz hadis-i şerifi kullanarak İngilizler Araplar arasında propaganda faaliyeti yürütmek istemişler; ama bizzat Arab âlimleri buna karşı çıkmıştır. Hem hadis-i şerif kışkırtıcılık bakımından mezhepler üstüdür. Yani gerekirse bir Hanefî veya Mâlikî’yi de kışkırtabilir. Üstelik Osmanlı ülkesindeki Müslümanların yarıdan fazlası Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe mensup iken, böyle bir teşebbüs akıl alacak iş değildir. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebi Ehl-i sünnetin dört koludur. İnançları aynıdır. Burada kasdedilen belki Şiîlerdir. Yahud şu olabilir: Hanefî mezhebinde halife fâsık bile olsa vazifeden alınamaz. Şâfiî mezhebinde alınır. Belki İngilizler bunu kullanmak istemiştir. Fakat Sultan Abdülhamid için fâsık vasıflandırmasına da doğrusu kimse inanmaz. Halifenin meşruluğu için mezheb mühim değildir. Bu iddialar, İslâm inanç sistemini ve mezhebler tarihini iyi bilmemekten kaynaklanıyor zannederim.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Mâide Suresi’nin 82. âyet-i kerimesinden anlaşıldığına göre müminlere karşı düşmanlıkta en şiddetli gidenler Yahudi ve Müşrikler; sevgi bakımından en yakın olanlar da “Biz Hıristiyanlarız” diyenlerdir; bunun sebebi de içlerinde keşiş rahiplerin olması ve büyüklük taslamamalarıdır. Halbuki tarih boyu Müslümanlar hep Hıristiyanlarla savaşmıştır. O halde bu hususta nasıl düşünmek gerekir?
    Cevab:

    Bu fıkhî hükümler çıkarılacak bir ahkâm ayeti değildir. Kıssa ve haber bildiren âyet-i kerimelerdendir. Her kıssa ve haber bildiren âyet-i kerimeden hüküm çıkarılamaz. Bu âyet-i kerimede, Asr-ı Saadet’te Yahudi ve Müşriklerin düşmanlıkta ileri gittikleri, Hıristiyanların ise öyle olmadığı anlatılıyor. Yahudilerin vaktiyle İsa aleyhisselama yaptığı gibi müslümanlara da düşmanlığına dikkat çekiliyor. Bu âyet-i kerimeyi, Müslümanlığa giriş olarak tefsir edenler de vardır. Nitekim Yahudilerden Müslümanlığa girenler nâdirdir. Ama Hıristiyanlar bakımından böyle değildir.
    Asr-ı Saadet’ten sonra, Siyonist harekete gelinceye kadar, asırlar boyu Yahudilerin Müslümanlara şuurlu düşmanlığına delâlet edecek bir misal yoktur. XX. asır başında faaliyet göstermeye başlayan Siyonistler, kendi dinlerinin hükümlerine de yabancılaşmış aşırı kavmiyetçi bir gruptur. Bunlar Arz-ı Mev’ud denilen ve Rabbin Musa aleyhisselâma va’dettiği mukaddes metinlerde bildirilen Filistin’de millî bir devlet kurmak istemişti. Buna en büyük engel de Osmanlı Devleti idi. Osmanlı Devletinin yıkılmasını, bu maksatla destekledi, hatta bizzat tertipledi. Sonra da burada yaşayan Müslümanlarla, İslâmiyete düşmanlıktan ziyade, dünyevî maksatlarla savaştılar ve savaşıyorlar.
    İslâm kaynaklarında, Yahudiler, inanç bakımından Müslümanlığa Hıristiyanlardan daha yakın görülmüştür. Her ne kadar iki peygamberi inkâr etmeleri sebebiyle küfrlerinin daha çok olduğunu söyleyen âlimler varsa da, şeriata bağlılıkları ve Hıristiyanlar gibi heykelleri tazim etmemeleri sebebiyle Hıristiyanlardan daha ehven görülmüştür.
    Yukarıda âyet-i kerimeden her yerde ve her zaman Yahudilerin müminlere şuurlu bir düşmanlık içinde olduğu/olacağı mânâsı çıkarılamaz. Bu âyet-i kerime antisemitizm için kullanılamaz. Âyet-i kerimeye “tarihîdir” de denemez. Nitekim kıyamete yakın Mehdi aleyhirrahmeye Yahudilerin karşı çıkacağı ve bunlarla muharebe edeceğine dair hadis-i şerifler vardır. Âyet-i kerime militan bir düşmanlığı tavsiye etmemektedir. Müminlerin, Müslüman olmayanları yakın dost edinmemeleri, onları âmir yapmamaları zaten başka âyet-i kerimelerle emredilmiştir. Buna mukabil İslâmiyet gayrımüslimlere düşmanlık yerine; onların kötü vasıflarını sevmemeyi buyurmuştur. Yahudi, Hristiyan ve başka gayrımüslimler arasında bu hüküm bakımından bir fark yoktur.

    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Osmanlı Hukuku adlı kitabınızda, hukukun eşitliği değil, adaleti temin için olduğunu söylemişsiniz. Sultan Fatih'in elini kestirttiği mimardan dolayı kadı tarafından elinin kestirilmesine hükmedilmesinde, adalet yerine eşitlik ağır basmıyor mu?
    Cevab: Yalnızca Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde geçen ve Sultan Fatih’i bir psikopat olarak tasvir eden bu menkıbe uydurmadır. İran mitolojisinden alınmadır. Din büyükleri ve Osmanlı padişahları hakkında, gûyâ onları yüceltmek için böyle saçma sapan yüzlerce menkıbe anlatılmakta; ne yazık ki insanlar da bunları ciddiye almaktadır. Kadı, her meselede padişahı muhakeme edemez. Çünki kadı, padişahın vekilidir. Kadı ancak hususî hukuka dair davalarda hükümdarı muhakeme edebilir. Had suçlarında muhakeme edip, mahkûmiyet veremez. Bu gibi dâvâlara, Divan-ı Mezâlim’de, Osmanlılarda Divan-ı Hümâyun’da hususî usul kaidelerine göre bakılır. Kısas, kasden öldürme ve yaralamada verilen cezadır. Burada bir siyaset cezası mevzubahistir.
    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Talebelerime tarih şuurunu aşılamak ve tarihlerini doğru öğrenmelerine vesile olmak için hangi yazarları ve kitaplarını tavsiye etmeliyim?
    Cevab: Talebenin yaş ve kültür seviyesine göre hareket edilir. İlk ve orta mektep talebelerine Yavuz Bahadıroğlu, Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi romancıların romanları tavsiye edilir. Topkapı Sarayı, Sultanahmed Camii gibi yerlere götürülür. Lise ve daha yukarı seviyedekilere Yılmaz Öztuna, Ahmed Şimşirgil gibi yazarların kitapları uygundur. Gazetedeki yazılarım tarih şuuru vermeye müteveccihtir.
    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Plevne Müdâfii Gazi Osman Paşa mason muydu?
    Cevab:

    Bazı kitaplarda veya neşredilen listelerde böyle geçiyor ise de, kendisi yüz küsur sene evvel vefat ettiğinden sormak imkânı yoktur. Mason cemiyetinin hususî sicillerine ulaşma imkânı da bulunmadığından, bu suale cevab vermek mümkün gözükmemektedir. Masonların ve benzeri cemiyetlerin, popülaritelerini arttırmak için meşhur şahısların kendi mensuplarından olduğunu iddia etmeleri öteden beri âdettir. Plevne'yi müdafaa edip yenilerek kaybeden Osman Paşa'nın Mason olduğuna dair ciddi bir delil yoktur. Dinine bağlı bir insan olarak tasvir edilmektedir.

    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Osmanlı devletinin ilk devri olan kuruluş safhasıyla, yükselişten sonra safhaları arasında “gazilikten saltanata” doğru bir gidiş olduğu doğru mudur?
    Cevab: Kuruluşta gazâ ruhu (ila-yı kelimetullah) esastır. Yıkılışına kadar da bur ruh az veya çok devam etmiştir. Ama dünya şartları değişmiştir. Yalnızca gazâ ruhuna dayalı beylik büyümüş; imparatorluk olmuştur. Halkının yarıdan fazlası gayrımüslimdir. Komşuları gayrımüslimdir. Elbette gazâ, hayatın tamamına hâkim olamaz. Gazânın sebebi de insanlarının saadetidir. Saltanat, bir sistemi, yeni nizamı ifade eder.
    9 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Bir İslam devletinde devlet reisi istediği kişiyi katlettirebilir mi? Bunun için muhakeme şart değil midir? Kendisinin muhakeme hakkı olduğu söylenirse, burada fiili bir muhakeme yaptırıp suçun şer’an sâbit olması lâzım değil midir? Osmanlı tatbikatında zaman zaman bu şartlara riayet edilmediğini biliyoruz. Eğer bunlar meşru ise, kişi emniyeti nasıl sağlanır? Ve klasik tabiriyle “hükümdarın iki dudağı arasında” sözü haklı olmaz mı?
    Cevab: İslâm hukukunda üç çeşit suç ve ceza vardır: 1-Zina, zina iftirası, hırsızlık, yol kesme ve sarhoşluktan ibaret had suçları; 2-Adam öldürme ve müessir fiilden ibaret cinayet suçları; 3-Bunun dışında kalan ta’zir suçları. İlk iki grubun şartları ve suç sabit olunca verilecek cezalar bellidir, değişmez. Ta’zir suçlarının cezaları ise çok çeşitlidir. Ta’zir katl ile de olur. Yaşaması cemiyet için zararlı kişiler, ta’ziren öldürülebilir. Buna karar verecek ulülemrdir. Bu kadı da olabilir, veziriazam da olabilir, halife de olabilir. Suç zaten sâbit olmuştur. Fiilî muhakemeye gerek yoktur. Siyaseten katl zaten çok istisnaidir. Osmanlılarda ekseriya basit bir fiili bile icabında çok büyük zarara sebebiyet verebilen askerîler için tatbik olunmuştur. Suç işlemeyene ceza yoktur.
    9 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti zamanında nasıl memur olunurdu? Bir de ilkokul ve liselerde nasıl öğretmen olunurdu?
    Cevab: Çok teferruatlı bir mevzuya kısaca cevap vermenin imkânsızlığını takdir edersiniz. Osmanlılarda klasik devirde medresenin bugünki liseye denk gelen kısmını bitiren imam olur. Bu kişi aynı zamanda sibyan mektebinde (ilkmektepte) muallimlik de yapar. Medresenin yüksek kısmını bitiren, lise seviyesindeki kısımlarında; lisans üstü seviyedekini bitiren, yüksek seviyedekine müderris olur. Tanzimattan sonra mektepler açıldı. Buraya muallim yetiştirmek üzere muallim mektepleri açıldı.
    Klasik devirde memur olmak için ya medrese tahsilliler alınır; ya da çekirdekten yetiştirilirdi. Bunun için çocuk bir devlet dairesine (kalemine) çırak girer; şakird olur; kalfa olur, usta olur, katib olur. Tanzimattan sonra memur yetiştiren liseler açıldı. Mülkiye ve hukuk mektebi mezunları istihdam edilmeye başlandı. Çırak usulü de devam etti. Devlet adamı olmak için klasik devirde ekseriya saraydaki enderun mektebinin mezunu olmak aranır. Tanzimattan sonra mülkiye mektebi kuruldu.
    Hakim olmak için medresenin yüksek derecesini bitirmek gerekir. Tanzimattan sonra mekteb-i hukuk kuruldu. Her devirde hiç tahsili olmayan kimse de kabiliyeti ve şansı yardımıyla her memuriyete alınabilirdi. Sadece müderris ve hakim olamaz.
    22 Haziran 2012 Cuma
  • Sual: Piyasada İngiliz Casusu'nun İtirafları adında bir kitap dolaşıyor. Bunun orijinalinin bulunmadığı, Hüseyin Hilmi Işık tarafından kurgulanıp yazıldığı söyleniyor. Doğrusu nedir?
    Cevab:

    İngiliz Casusunun İtirafları adıyla Türkiye'de neşredilen kitap, Suudi Arabistan'da Vehhabiliğin doğuşunda İngiliz gizli servisinin rolünü anlatan bir hatıra kitabıdır. Bu hatıralar, ilk önce Alman gazetesi Spiegel’de, sonra da meşhur bir Fransız gazetesinde tefrika edilmiştir. Lübnanlı bir doktor tarafından Arapça'ya tercüme edildi. Hüseyin Hilmi Işık'ın 1990'da neşrettiği nüsha, bundan tercüme edilmiş ve ilâvelerle zenginleştirilmiştir. Kitabın ortaya çıkışı, 1990'dan çok öncelere dayanır. Bilahare Arapça'dan Farsça'ya, “Memoirs of Hempher, The British Spy to the Middle East” adıyla İngilizce'ye ve diğer dillere tercüme edilmiştir. Vehhabî mezhebi mensuplarının ve Suudi Arabistan’ın kendileri aleyhindeki neşriyata karşı çıkmaları gayet tabiîdir. Kitabın orijinalitesinin isbatı şu an için mümkün olmasa bile, anlatılan hâdiselerin tarihî ve aktüel gerçeklere uygunluğu bakımından söylenecek söz yoktur.

    13 Temmuz 2012 Cuma
  • Sual: Fatih Sultan Mehmed’i büyüten annesi Mara Despina Hatun’un evliliği sırasında Hıristiyanlığı bırakmayıp, daha sonra da Sırbistan’a dönerek manastıra kapandığı doğru mudur? Benim bildiğim herkes saraya girmeden önce müslüman oluyordu...
    Cevab: Sultan II. Murad ile Sırb kralının kızı Mara’nın evliliği, daha önceki Osmanlı padişahlarında olduğu gibi siyasî maksatlarla idi. Mara kendi dininde kalmıştır. Hiç Müslüman olmamış, kocası ölünce, kendi isteğiyle memleketine giderek manastıra kapanmıştır. Mara cariye değil, Sırp kralının kızı idi. Müslüman bir erkeğin ehl-i kitab bir kadın ile evlenmesi câizdir. Mara Despina Hatun, Fatih Sultan Mehmed’in annesi değil, üvey annesi idi. Sultan Fatih tahta çıkınca kendisine hürmet etmiş ve Edirne’de kalırsa hizmetinde bulunacağını va’detmişti. Zevcinin üzüntüsünü tutan Mara Despina ise memleketine dönüp dünyadan el etek çekmeyi tercih etti. Bunun üzerine Sultan Fatih kendisine vefatına kadar kullanmak üzere bir gelir tahsis etti ve vâlidem diye başlayan bir mektup yazdı. Bu sebeple bazı tarihçiler bu kadının Sultan Fatih’in annesi olduğu vehmine kapılmıştır. Türk-İslâm geleneğinde üvey anneye vâlide diye tazimkârâne hitab etmek vardır. Hatta bazı kısa görüşlüler Sultan Fatih gibi büyük bir hükümdarın Müslümanlar ve Türkler arasından çıkabileceğine ihtimal vermeyip, onu ancak Hıristiyan bir annenin yetiştirebileceğini söylemiştir. Sultan Fatih’in annesi Halime Hümâ Hatun, büyük ihtimalle İsfendiyar Beyinin kızı idi.
    28 Temmuz 2012 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde XIX. asırda sahtekârlık suçları üzerine bir çalışma yapıyorum. Elbette bu suçlar XIX. asırda ilk defa ortaya çıkan vakalar değil. Fakat bu asra bakıldığında Osmanlı cemiyetinde suç nisbetinin arttığını ve suç yelpazesinde de bir çeşitlenme olduğunu görüyoruz. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Hukuk sistemi yeterince caydırıcı değil miydi? Devlet bunları engelleyebilmek için ne gibi adımlar atmıştır?
    Cevab: Bahsettiğiniz mevzular suçun psikolojik ve sosyolojik muhtevasıyla alakalıdır. XIX. asır Osmanlı Devleti’nde bir kırılma devresidir. Gayrımüslim unsurlar ihtilâl yaparak istiklâllerini elde etmiş; asırlık İslâm toprakları elden çıkmış; devlet milletlerarası platformda her dilediğini yapacak ve yaptıracak imkânlardan mahrum kalmıştı. Cemiyet düzeni esaslı bozulmuş; malî çöküntü, başta adalet mekanizması olmak üzere her şeyi altüst etmişti. Sosyal hayatta da buna muvazi bir çöküntü yaşanmaktaydı. Tımar kaldırıldıktan sonra köyler boşalmış, şehirler fakir ve ümitsiz kalabalıklarla dolmuştu. Bitmek bilmeyen harbler ve iktisadî sıkıntılar cemiyeti seyyal ve kozmopolit bir hâle getirmişti. Bu da suç nisbetinde ve çeşitlerinde değişiklik ve artmaya yol açtı. O zamana kadar ekseri adam öldürme, dövme ve hakaret gibi ihtiras suçlarına rastlanırken, bu asırda hırsızlık, gasp, eşkıyalık, kalpazanlık suçları ekseriyet kazandı. Yine de bu hususta istatistikî bir tedkikat yapmadan kat’iyetle konuşmaktan kaçınmak lâzımdır.

    Hukuk sisteminin caydırıcı olmaktan çıktığını söylemek kolay değildir. Ancak adlî rüşvet, adam kayırma, geniş topraklarda izini kaybettirme gibi sebepler üzerinde durulabilir. Devlet, eski adaletnamelere benzer fermanlar ve kanunnamelerin halefi yeni ceza kanunları neşretti. Yine de bu hususta muasırlarına, mesela Rusya’ya, hatta Avusturya’ya göre çok da geride kaldığı söylenemez.

    Hadisenin iktisat tarihi ile alakalı kısmını da göz ardı etmemek lazımdır. Para ayarındaki değişiklikler, para kıtlığı, yed-i vahid usulü, ihracat yasağı, gümrük muafiyeti veya yüksekliği gibi hususlar da sahtekarlık üzerinde tesir icra etmiştir.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: 1883 yılının Ocak ayında Selânik vilâyetindeki miras işlerine asliye mahkemesi mi bakıyordu?
    Cevab: O tarihte ahvâl-i şahsiye denilen evlenme, boşanma, nesep, velâyet, ehliyet ve miras ile kısas ve diyet dâvâlarına tek hâkimli şer'iyye mahkemesi bakardı. Asliye mahkemeleri cumhuriyetten sonra kuruldu. Bahsettiğiniz mahkeme ilâmı sahtedir. Damga pulu bile sonraki tarihlidir. Metinde bir mahkeme kâtibinin asla yapamayacağı imlâ hataları vardır. Üstelik yazı, mahkeme ilâmlarında kullanılan yazı değildir. Mahkemenin, o zamanlar gayrı resmî olarak faaliyet gösteren umumhânelerden birisine resmî müzekkere yazıp cevab alması da çok gülünçtür.
    2 Eylül 2012 Pazar
  • Sual: Sizce Lozan bir zafer mi, hezimet mi?
    Cevab: Şahsa ve bakış açısına göre değişir. Kemalistler için zafer, muhafazakârlar için hezimet sayılır.
    2 Eylül 2012 Pazar
  • Sual: Son devir Osmanlı âlimlerinden Mustafa Sabri Efendi'nin, Anadolu’daki Yunan Harbi esnasında Türkiye'nin sadece İngiliz himayesine girerek kurtulabileceğini savunduğunu, Anadolu hareketine karşı çıkmış biri olduğunu söyleyenler var. Bu husustaki hakikatler nelerdir?
    Cevab: Mustafa Sabri Efendi, mütareke devrinin şeyhülislâmlarından ve önde gelen siyasetçilerinden. Sadrazam vekilliği bile yapmıştır. Bu devirde memleketin içinde bulunduğu fena vaziyetten kurtulması için çeşitli hal tarzları düşünen ve müdafaa edenler olmuştur. Sultan Vahideddin ve İstanbul hükümetleri, zamanın en güçlü devleti olan İngiltere ile iyi geçinerek zaman kazanmayı ve hâdiseler yatışınca müsait bir sulh anlaşması yapmayı istiyordu. Bunun için zaman kazanmak ve elde koz tutabilmek üzere Anadolu hareketini tertiplediler. İstanbul, İngiliz işgalinde idi. Bu şehri kaybetmek, istiklâli kaybetmek demekti. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarından bazısı bile, zaman zaman memlekette İngiliz vesayetini veya Amerikan mandasını müdafaa etmiştir. İstanbul’daki meşru hükûmetin temsilcisi olarak Mustafa Sabri Efendi’nin Anadolu’da merkezî hükûmetin politikalarına aykırı hareket eden, vergi ve asker toplayan, mahkeme kurup ceza veren, üstelik memleketi felâkete sürükleyen İttihadcıların da hulûl ettiği bir hareketi tasvib etmemesi tabiîdir. Mevkıf adındaki hatıralarında ve Hilafetin Kaldırılmasının Arkaplanı adıyla neşredilen makalelerinde bunu etraflı anlatmaktadır.
    20 Ekim 2012 Cumartesi
  • Sual: Necib Fazıl meal olarak, Kanuni devrinde iki büyük hata olduğunu, bunlardan birinin şeyhülislâmların padişah tayiniyle o mevkiye getirilmesi olduğunu, bunun da bir daha Zembilli, Ebussuud gibi sadece hakikatten yana şeyhülislâmların gelmesinin önünü tıkadığını söylüyor. Bu hususta ne dersiniz?
    Cevab: Şeyhülislam, Osmanlılarda pâyitaht müftüsüdür. Bütün müftüler ve diğer bütün memurlar her zaman padişahın tayiniyle gelmiştir. Bu hükümdarın hakkı ve vazifesidir. Memur olmayan, yani hazineden maaş almayan âlimler, elbette ki böyle bir tayine ihtiyaç duymadan faaliyet gösterir. Sonra bu ayarda şeyhülislâm gelmemesinin sebebi bu değildir. Kanuni gibi padişah da gelmemiştir. Çünki devir değişmiş, devlet zaafa düşmüştür. Bu da bütün aksamda kendisini göstermiştir. Kaldı ki Necip Fazıl bir tarihçi değildir. Şairliği ve polemik yazarlığı güçlü olduğu için, tarihî meselelerdeki değerlendirmeleri bazen isabetli olmamıştır. Bu mevzularda sözü sened sayılmaz.
    20 Ekim 2012 Cumartesi
  • Sual: Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, Yunus Emre'yi tekfir etmiş midir?
    Cevab: Hayır. Yunus Emre’nin şathiyelerini okuyan dervişlerin men edilip cezalandırılmasını söylemiştir.
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: Sultan IV. Murad’ın şair Nef’î’yi idam ettirmesi, şer’en câiz midir?
    Cevab: Nef'i, herkesi hicveden şiirleriyle meşhurdur. Hicv, dinen men edilmiştir. Kendisi hicv yazmaması hususunda defalarca ikaz edildiği halde, dinlememiş; bu sebeple ta’ziren idam edilmiştir. Din, hükümdara cemiyet için zararlı ve ıslahı mümkün olmayan kimseleri idam etme salahiyetini vermiştir. Buna siyaseten katl denir.
    6 Aralık 2012 Perşembe
  • Sual: Kanuni Sultan Süleyman zamanında çıkarılmış bir kanunnâmede içki ithalatı tanzim ediliyor. İçki imali, satışı ve içilmesi dinen yasak olduğu halde, böyle bir şeye neden yer verilmiş olabilir?
    Cevab: İslâm devletinde yaşayan gayrımüslimler içki imal edebilir, içebilir, satabilir. Devlet de bundan vergi alabilir.
    15 Aralık 2012 Cumartesi
  • Sual: Osmanlılarda padişahın ve padişahtan davacı olanların davalarına bakacak mahkeme hangisidir?
    Cevab: Padişahla alâkalı davalar, normalde kendi beldesinin kadısının salahiyet sahasına girer. Ama İslâm tarihinin ilk devirlerinden kalma bir geleneğe göre, hükümdar bu iş için hususî mahkemeler kurar. Divan-ı mezâlim denen bu mahkemede muayyen zamanlarda hükümdar davacı sıfatıyla bulunur. Halk buraya müracaat eder. Zira sıradan mahkemeler, bu gibi yüksek rütbeli kişilere ait davalara bakmakta zorlanır; mazlumların hakkını elde etmesi mümkün olmayabilir. Osmanlılarda divan-ı mezâlimin yerini Divan-ı Hümayun almıştır.
    15 Aralık 2012 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde tatbik edilen devşirme müessesesi İslâm hukukuna uygun mudur?
    Cevab: İslâm hukukunda hür insanların köleleştirilmesi câiz değildir. Köle statüsü, ya savaşta elde edilen esirler, yahud daha evvel meşru bir şekilde köleleştirilmiş kişilerin çocukları için bahis mevzuu olur. Savaşta elde edilen esirler köle yapılırsa, bunun beşte biri devlete, beşte dördü gâzilere aittir. Beşte birin beşte biri de padişaha aittir. Meşru bir şekilde köleleştirilmiş olan kimseyi, hür bir kimse satın alarak köle sahibi olabilir. Osmanlılar, savaşta devletin hissesine düşen beşte birden zekâ ve fizikî meziyetlerine bakarak devlet adamı ve asker yetiştirmiştir. Buna pençik sistemi denir. Pençik, Farsça beşte bir demektir. Pençik oğlanları sıkı bir terbiye ile yetiştirilir. Fetihlerin yavaşladığı bir ara, pençik oğlanları bu iş için yetmemiş; bunun için devşirme sistemi getirilmiştir. Buna göre gayrımüslim vatandaşların yüksek meziyetlere sahip çocukları, devlet adamı ve asker olarak yetiştirilmek üzere devlet tarafından alınır. Aileleri para ve vergi muafiyeti ile razı edilir. Böylece önlerine parlak talihli bir istikbal yolu açılır. Bunların statüsü, pençik oğlanları ile aynıdır.
    Tamamen devletin ihtiyacından doğan devşirme müessesesinin hukuka uygun olup olmadığı hususunda çeşitli görüşler serdedilmiştir:
    Albert Howe Lybyer ve buna uyarak Basilike Papoulia, devşirmelerin köle statüsünde bulunduğunu söyler; bu tatbikatın kardeş katli gibi şeriata aykırı, ama devletin menfaati için yapılan amme hukuku tasarrufu olduğuna işaret eder. Ménage, Hoca Sadeddin Efendi ve İbni Kemal'in devşirmeyi şeriatla bağdaştırdıklarından bahseder. Devşirme oğlanların Enderun tahsilini bitirip çırak edilmeleri, azat mânâsına gelmediğini, köle statüsünün devam ettiğini Lybyer, Repp ve Menage söyler. Papoulia, ise "kapıya çıkmayı" azat edilmek olarak kabul eder.
    İslâm devleti bir yeri savaşla fethederse, esir ettiği halkı ya köleleştirir, ya da zimmî statüsü tanır. Hakan Erdem, devletin sonradan bu obsiyonunu değiştirerek, bazılarını tekrar köle statüsüne sokabileceğini müdafaa eder. Nitekim Osmanlıların devşirme aldığı aileleri vergiden muaf tutması bunun göstergesidir. Zira kölelerden vergi alınmaz. Ancak zimmî statüsü bir anlaşma ile verilir; sonradan zimmîlerin isyanı gibi bir sebep olmadan tek taraflı feshedilemez. Üstelik devletin vergiden muaf tuttuğu başka zimmîler de vardır. Bir amme hizmetinin karşılığı olarak teb’aya vergi muafiyeti tanımak rastlanan bir şeydir.
    Claude Cahen, devşirme sistemini, kendi teb’asını muntazam ve müesseseleşmiş bir şekilde toplamaya dair kendine has bir Osmanlı tatbikatı olarak görür.
    Gümeç Karamuk, devşirmelerin köle değil, hür insanlar olduğunu iddia eder; devşirme tatbikatının, mutlak bir hükümdarın otoritesine dayanarak teb’asını hizmetine yerleştirmesinden ibaret olduğunu söyler.
    Devşirmeleri köle statüsünde sayanlardan Paul Wittek, Osmanlıların devşirme usulünü, Şâfiî mezhebinden istifâde yoluyla tatbik ettiklerini söyler. Bu mezhebde, kendileri veya ataları Müslümanlığın doğuşundan sonra diğer semâvî bir dine girenler, ehl-i zimmet statüsünde sayılmazlar. Nitekim Osmanlılarda Sırp, Hırvat, Bulgar, Rum, Arnavud, Rus ve Hıristiyan Boşnaklar gibi İslâmiyetin zuhurundan sonra Hıristiyan olmuş halkların çocukları devşirme olarak alınır; bunun aksi olduğu kat’iyetle belli bulunan Yahudi ve Ermenilerin çocukları devşirilmezdi. Devşirmelerin köle statüsünde olduğu anlaşılmaktadır. Wittek’in bu husustaki görüşü de daha makul ve meseleyi izaha daha elverişlidir.
    8 Ocak 2013 Salı
  • Sual: Bildiğim kadarıyla Osmanlı Devleti Hanefî mezhebinde idi. Peki ceza hukukunda veya başka işlerde, diğer üç mezhebe mensup olan ahalisine nasıl muamele ediyordu?
    Cevab: Mahkemede kadı efendinin mezhebi tatbik edilir. O da Osmanlı Devleti’nde Hanefî mezhebidir. Taraflar hangi mezhebde olursa olsun, kadı Hanefî mezhebinin esahh kavillerine göre hüküm verir. Taraflar isterse, mahkemeye gitmeyip, kendi mezheblerinden hakeme müracaat edebilir. Bu hakem, tarafların mezhebini tatbik edebilir.
    17 Nisan 2013 Çarşamba
  • Sual: Sultan II. Abdülhamid'in denge siyaseti malumdur. Ama bu siyasette Almanlara yakınlık göstermek gerekli miydi? Bu yakınlaşma İngilizleri Osmanlı Devleti’ne karşı soğutmuş olabilir mi?
    Cevab: Sultan Hamid, İngiliz, Fransız, Alman ve Rus bloklarına eşit mesafede yakınlık göstermiş, İngilizlerle ve Ruslarla hep iyi geçinmiş, onlara karşı koz olarak Almanlarla yakınlık kurmuştu. Sultan Mahmud da İngilizleri hizaya getirmek için Ruslara yanaşırdı. İttihatçılar bunun dozunu ayarlayamadı. İngilizlerin yüz çevirmesine sebep oldu. Bu yakınlıkların dozu ayarlanamazsa, zararlı olabilir. Adnan Menderes’in Amerika’ya karşı Rusya’ya yakınlaşması, İngiltere’ye karşı Irak’ın Arab birliği politikasını desteklemesi, iktidarına ve canına mâl oldu. Kıbrıs’ta Makarios’un Amerika’ya karşı nisbet olarak Rusya’ya yanaşması, 1974’te Nikos Sampson darbesine ve Kıbrıs’ın işgaline sebebiyet verdi.
    23 Nisan 2013 Salı
  • Sual: Osmanlı câmilerine neden sahabilerin veya büyük zâtların isimleri konulmamıştır? Bunun mahzuru var mıdır?
    Cevab: Osmanlılarda hiç bir câminin ismi yoktur. Halk arasında bir isim söylenmiş; o câminin ismi olmuştur. Bu da umumiyetle yaptıranın ismidir. Gecekondu mahallelerinde mimarî estetikten mahrum zavallı binalara Hazret-i Ebubekir Câmisi yazıyorlar. Saygısızlık değilse bile, küçük düşme bahis mevzuu oluyor.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Osmanlı devrinden TC’ye kalan ilim ve fen mirası nedir? Bugün mesela neden bir ilacın ismi Türkçe değildir?
    Cevab: Bugünki manada ilmin teknolojiye sistematik olarak aktarımı 19. asrın başlarındadır. Aslında Osmanlı zannedilenin aksine, Dünya'daki teknolojik ilerlemeleri takip etmekle birlikte katkılar da yapıyordu. Mesela Emin Paşa tarafından fransızca olarak 1840 senesinde neşredilen roket teknolojine dair kitaptan günümüzdeki çoğu bilim tarihçilerinin bile haberi yoktur desem yanlış olmaz. Bu kitap, Osmanlıcaya da tercüme edilmiştir. Diğer bir misal, İsmail Gelenbevî'nin (v. 1791) bilhassa mantık üzerine yazdığı kitap ve risaleler, asrındakilerin fevkinde olduğu yakın zamanda yapılan çalışmalarda ortaya koyulmuştur. (Khaled El-Rouayheb, Relational Syllogisms and the History of Arabic Logic, 900-1900, Boston: Brill, 2010). IRCICA tarafından cildlerce neşredilmiş, Osmanlı ilimler tarihine dair bibliyografik eserlerde, binlerce ilim adamı ve eserlerinin tanıtımı yapılmaktadır.
    Bu miras neden, günümüz Türkiyesine aktarıl(a)madı? Avrupa'yı gezmiş insanlar, 500-600 sene evvel kurulmuş ve isimleri Katolik üniversitesi olarak geçen eğitim müesseseleri görmüşlerdir. Avrupa, ciddî bir reformasyon hareketi yaşamış olmasına rağmen, müesseselerini ayakta tutmuştur. Bu da devamlılığı temin etmiştir. Osmanlı'nın son zamanlarında da medreselere paralel olarak yeni eğitim müesseseleri kurulmuş; bunların eğitici kadrolarının mühim bir kısmı yine medreselerden temin edilmişti. Sene 1930'a geldiğinde, Üniversite Reformu adında, Türkiye'de geçmiş miras ile irtibatı bir nebze kurabilecek ilim adamları üniversitelerden atılmıştır.
    Aslında, bilim ve teknoloji hayatımızı tamamen işgal ettiğinden, neredeyse herşeyi bilim ve teknolojiye indirgeyerek izah etmeye çalışıyoruz. Halbuki insanı insan yapan konuşup düşünmesidir. İhtiyaç duyduğunuz zaman, bir aleti veya silahı hızlı bir şekilde yapabilirsiniz. Ancak ictimai bir meselenin analizini veya ciddi hukuk problemini çözemezsiniz. Çünki bunlar oturmuş çok ciddi ilmi bir altyapı isterler. Bundan dolayıdır ki Osmanlı ilim hayatında da, dil, hikmet ve hukuk üzerinde yoğun çalışmalar yapılmıştır. Günümüz dünyasının en büyük ihtiyacı, meselelere derinlemesine nüfuz edecek mütefekkir/filozoflardır. Mevcut mirasımız devamedegelseydi, ülkemiz hem hukuk hem de felsefe sahasında belki parmakla gösterilen ve dünyaya ışık tutan bir mevkide olacaktı. Çünki, hukuk ve felsefe güçlü bir geleneğe dayanmaksızın, gelişemez.
    20 Haziran 2013 Perşembe
  • Sual: Şimdi çalınan Mehter marşları ve sözleri, Osmanlılar zamanından kalma mıdır?
    Cevab: Mehter, Yeniçeri Ocağı ile beraber 1826'da kaldırıldı. Meşrutiyet devrinde tekrar kuruldu. Cumhuriyet devrinde tekrar kaldırıldı. 1952'de tekrar kuruldu. 1826’dan eski marşların çoğunun notası bulunamadı. Her iki devirde de yeni marşlar bestelendi. Şimdi çalınanların ekserisi bunlardır. Hücum Marşı, Amed Nesim-i Subh-Dem gibi parçalar eskidir. Ayrıca bando/mızıka için bestelenen marşlar da mehter repertuarındadır. Cumhuriyetten sonra eski marşlardaki bazı ifadeler değiştirildi. Askerlerin Hazır Silah diye başlayan Devlet Marşı’ndaki “Sultan Aziz” kelimesi, “Türk milleti”; Ordumuz Etti Yemin diye başlayan Ordu Marşı’ndaki “Osmanlı” kelimesi, “Şanlı Türk”; Sivastopol Önünde’deki “Arab Binbaşı” terkibi, “Yaman Binbaşı”; Artar Cihadla şanımız diye başlayan marştaki “Osmanlıyız” kelimesi, “Pek Şanlıyız”; İzzeddin Hümâî beyin meşhur marşındaki “Kafkasya Dağlarında Çiçekler Açar” mısraı; “İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar”; “Yaşa Ey Şanlı Ordu Sen Binler Yaşa” mısraı da “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” şeklinde değiştirildi.
    13 Temmuz 2013 Cumartesi
  • Sual: Şeyh Edebâlî’nin vasiyetnâmesi sahih midir?
    Cevab: Merhum Tarık Buğra'nın Osmancık adlı romanında geçen, düzülmüş bir vasiyettir; aslı yoktur.
    25 Temmuz 2013 Perşembe
  • Sual: Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya vakfiyesinde câmiyi vakıf olmaktan çıkaran kimseye beddua ettiği doğru mudur?
    Cevab: Evet. Bu ifade bütün vakfiyelerde klişe olarak geçer. Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir. Yani vakfeden şartı, âyet ve hadîs hükmü gibidir. Kimse değiştiremez.
    25 Temmuz 2013 Perşembe
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin son asrındaki suç nisbeti ile alakalı istatistikler var mıdır?
    Cevab: Bu ciddi bir ilmî tedkikat mevzuudur. Devlet İstatistik Enstitüsü neşriyatı arasında Osmanlı Devletinde son asırdaki ceza istatistikleri var. Ecnebi devletleri de kendi neşriyatından takip etmek gerekir.
    28 Temmuz 2013 Pazar
  • Sual: Evliyalar hakkında tertiplenmiş bir ansiklopedide Malkara’da medfun Pir Ali Efendi’den bahsediliyor. Kaynak olarak Şakâyık-ı Nu’maniyye Zeyli ve Sicil-i Osmanî veriliyor. Çok aramamıza rağmen bu kabri bulamadık. Belediye ve vakıflara müracaat ettiğimizde, kayıtlarında böyle bir kabrin olmadığı cevabı verildi. Ne yapmak lâzım?
    Cevab: Anadolu’nun çok yerinde, bu gibi zâtların kabrinin bulunduğu kaynaklarda geçer; ama yılların tahribatı sebebiyle haylisi yerinde bulunamamaktadır. Zelzeleler, yangınlar, hükümet tasarrufları sebebiyle kabirler, hatta mezarlıklar kaybolmuştur. Bu hususta maksada kavuşmak çok zordur.
    28 Temmuz 2013 Pazar
  • Sual: Ruslar 1552'de Kazan'ı istila edip oradaki müslümanları katlettiği zaman, en güçlü çağını yaşayan Osmanlı Devleti niçin buna bir reaksiyon göstermemiştir?
    Cevab: Osmanlı hükümeti, Don-Volga kanalını açarak bunu engellemeye çalıştılar. Ama mesafe uzaklığı, mevsimin müsaadesizliği, maddî imkânsızlıklar mâni oldu. Kanuni sultan Süleyman zamanı, hem devletin en güçlü çağıdır; hem de çözülmenin başladığı zamandır. Uzun seferler, geniş fetihler sebebiyle bütçe ilk o zaman açık vermiştir. Hükümetin daha ehemmiyetli meşguliyetleri vardı.
    19 Eylül 2013 Perşembe
  • Sual: Zilhicce hilâli, ilk gün başka ülkede görülüp de, kendi memleketimizde görülemezse, Zilhicce ayı bir gün sonra mı başlar?
    Cevab:

    Hesab da, rüyet de ayın başlaması için birer kriterdir. Kamerî aylar, ayın dünya etrafında bir defa dolaşıp yeniden doğuşu ile başlar. Oruç, kurban ve hac, kamerî ayın başlamasına göre ifa edilen ibadetlerdir. Kamerî ay doğar; ama o beldede görülmeyebilir. Bu sebeple dolunaydan itibaren 14 gece sayılıp 29. gece hilâl güneş batarken garb semasında gözetlenir. Görülürse, yeni ay başlar; herhangi bir sebeple görülmezse, içinde bulunulan ay 30 güne tamamlanır. Buna tekmil-i selâsin denir ve hadîs-i şerif ile emrolunmuştur. Yeni ay hesaba göre o gün doğsa bile, ay otuza tamamlanır ve ertesi gün yeni ayın 1’i olur. Bu sene olduğu gibi, bir ay hesaba göre başka, rü’yete göre başka gün başlayabilir. İbâdetlerde ise, esah kavle göre hesab değil, rü’yet esastır. Osmanlılar zamanında kamerî aylar hesab ile değil, rü’yet ile başladığından, çoğu zaman bu tekmil-i selâsin muamelesi yapılır ve bu, hükümet ve taşrada kadılar marifetiyle ilan edilirdi. Bu bakımdan Osmanlı vilâyetlerinin birinde Zilhicce ayı başlamışken, diğerinde daha 30 Zilka'de hüküm sürüyor olabilirdi. Hatta bu sebeple tarihî hâdiselerin çoğu milâdî güne çevrilirken bir gün kayma olabilmektedir. Zilka’de ayının 29.unu 30’a bağlayan gece Türkiye ve Hicaz’da Zilhicce hilâli görülemediği için, eğer Osmanlı Devleti zamanında olsaydı, bu sene (hicrî 1434) Zilka’de 30’a tamamlanıp, ertesi günü (yani 7 Ekim 2013 Pazartesi günü) Zilhicce’nin 1’i sayılıp, Kurban Bayramı da 16 Ekim Çarşamba günü başlayacaktı. Zilka’de 30 gün olsaydı; 29. gece hilâl görülemediği için, zaten 30’a tamamlanacak ve ertesi günü hilâl gözetlenmeyecekti. Zira kamerî aylar 31 gün olamaz.

    Ramazan hilâli, dünyanın her hangi bir yerinde şer’î esaslara muvafık bir şekilde görülürse, Hanefî mezhebine göre diğer beldelerde de Ramazan ayı başlamış olur. Şâfiî’de her belde kendi gördüğü ile amel eder. Osmanlılar zamanında Bursa veya Edirne’de hilâlin görüldüğü sonradan sâbit olur ve haber alınırsa, İstanbul’da da Ramazan ayı o gün başlamış sayılırdı. Zilhicce hilâli ise böyle değildir. Bunda her beldede ayrı ayrı şer’î esaslara göre görülmüş olması aranır. Bir beldede görülünce, esah kavle göre, başka beldede de Zilhicce ayının başlaması lâzım gelmez. Rü’yet yapılamadığı için kamerî ayın şer’î bir şekilde başlamadığı memleketlerde, kurbanların ihtiyaten ertesi günü kesilmesi, Ramazan’dan sonra da iki gün ihtiyaten oruç tutulması ile mesele hallolmaktadır.

    14 Ekim 2013 Pazartesi
  • Sual: Yavuz Sultan Selim bir sefer sırasında bir papaza “Babamın devri mi daha iyiydi, yoksa benim devrim mi? diye soruyor. Papazın “Sizin devriniz daha iyidir” cevabına istinaden, “Sen bu cevabınla, her yıl bir öncekinden kötü gelir mealindeki hadis-i şerifi inkâr ettin” diyerek papazı idam ettirmesi hâdisesi doğru mudur?
    Cevab: Menkıbenin aslı öyledir: Şark seferine giderken konuştuğu papaz, “Babanızın devri iyidir” diyor. Padişah da “Sizin devriniz iyidir, deseydin, kafanı keserdim” demiş. Yani, dalkavukluk ettiğini anlardım, halbuki yıl yıldan kötü gelir, demek istemiş. Menkıbedir, tarihî bir hâdise değildir.
    26 Ekim 2013 Cumartesi
  • Sual: Osmanlıca tıb kitaplarında ilaçların mikdarları bildirilirken kullanılan dirhemin, bugünkü karşılığı nedir?
    Cevab: Dirhem-i şer'i 70 arpa ağırlığı, yani 3,36 gramdır. Necasette ise dirhem-i örfi olan 4,8 grama itibar edilir.
    26 Ekim 2013 Cumartesi
  • Sual: Osmanlılar umumiyetle Batıya sefer yapmıştır. Orta Asya'ya sefer yapıp, Türk boylarını bir araya toplayamaz mıydı?
    Cevab: Osmanlı Devleti, İslâmiyeti yaymak ve korumak için mücadele etmiştir, Turancılık için değil. Kaldı ki o zaman için Orta Asya’daki Türkleri birleştirmesi kolay bir iş değildi. Osmanlı misyonu için bir faydası da yoktu. Ama Asya’daki Müslümanlara ve Türk boylarına icabında yardım etmiştir.
    26 Ekim 2013 Cumartesi
  • Sual: Divan-ı mezâlimde tatbik edilen muhakeme ve tahkikat usulleri, niçin normal kadı mahkemelerinde câri değildi? Şeriat bu usullere izin veriyorsa, bunların kadı mahkemelerinde tatbik edilmemesi adaletin tecellisi bakımından bir kusur değil midir?
    Cevab: İki çeşit delil sistemi vardır. Bazı davalarda kanunî delil aranır. Bu deliller sâbit olmadıkça, o davaya bakılıp karar verilemez. Mesela zina suçunun sabit olması için ya dört defa ayrı ayrı suçun ikrarı veya dört hür, erkek, Müslüman ve âdil şahidin şahidliği lâzımdır. Bu, kanunî delildir. Burada hâkimin o hâdise hakkında bilgisi bile delil sayılmaz. Bir de vicdanî delil sistemi vardır. Burada hâkim mevcut her çeşit delil, karine ve emareyi takdir edip vicdanî bir karar verir. Kadı mahkemelerinde, ekseriya kanunî delil sistemi arayan davalara bakılır. Her dava kanunî delil istemez, vicdanî delil kâfidir. Divan-ı Mezâlimlerde bu vicdanî delil arayan davalara bakılır. Hazret-i Peygamber ve Sahâbe’nin tatbikatı böyle olmuştur. Bu bir kusur değil, üstünlük sayılabilir. Bu şekilde İslâm hukuku, zamanın ve zeminin değişikliğine kolayla adapte olabilmiştir. Osmanlılarda Tanzimat’tan sonra nizamiye mahkemeleri kurulurken, divan-ı mezâlimler örnek alınmış ve bu mahkemelerin bir nevi kurucusu sayılan Ahmed Cevdet paşa, Celâleddin Devânî’nin Divan-ı Def-i Mezâlim adlı risâlesini Farsça’dan Türkçe’ye tercüme edip, meşruluk temeli olarak takdim etmiştir.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Sultan II. Mahmud''un yaptığı kıyafet inkılâbında, ulemâ fese karşı çıkmış mıydı?
    Cevab: Ulema hep padişahın yanında olmuştur. Fes, İslâmiyete aykırı bir serpuş değildir.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: İslâmiyette câmi yıkmaya cevaz verilmiş midir?
    Cevab: Umumun menfaati için yıkılıp, parası ile yeni bir vakıf kurulur. Câmi harab olmuşsa veya cemaati kalmamışsa yahud buradan yol geçmesi gerekiyorsa, câmi yıkılabilir. Osmanlı tarihinde az da olsa misalleri vardır.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Uydurukça kelimelerin Osmanlıca asıllarını öğrenebileceğimiz bir lügat veya bir site tavsiye edebilir misiniz?
    Cevab: Kadir Mısıroğlu'nun Bin Uydurma Kelimeyi Boykot adında bir kitabı var. Bir de Osmanlıcadan-Türkçeye Kılavuz adında 1932 tarihli bir el kitabı var. Belki eski kitap satan yerlerde bulunabilir.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Şeyhülislâm Ebussuud Efendi fetvalarında, “Bir Müslüman, başka birine hâşâ cima' lafzı ile dinine, imanına ve ağzına söğse, kâfirdir, katli helâldir” diyor. Günümüz âlimleri te’vil ediyor; ama bu büyük âlim neden te’vile gerek duymamıştır?
    Cevab: Bu sözünde, kasıt varsa, söyleyen kişi imandan çıkar, tevbe etmezse, mürted olduğu için katli gerekir. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi zamanında İslâm cemiyeti ve devleti vardı. Müslümanlar dinini biliyordu. Bu sebeple o zaman te’vile ihtiyaç yoktu. Şimdi te’vil edilir; kasdının dine, imana söğmek olmadığı, kişiye hakaret olduğuna yorulur. Ama söğen kişi, kasdın açıklarsa, o zaman başkadır.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Harem hakkında hangi eserleri tavsiye edersiniz?
    Cevab: Harem hakkında çok kitap vardır. Bir kısmı ehil olmayan kimseler tarafından sansasyon maksadıyla yazılmış gayrı ciddi kitaplardır. İlmî olarak Leyla Saz’ın, Ayşe Osmanoğlu’nun, Safiye Ünüvar’ın, Ahmed Akgündüz’ün, Cengiz Göncü’nün kitapları ilk etapta aklıma gelen kıymetli eserlerdir.
    30 Aralık 2013 Pazartesi
  • Sual: Safiye Ünüvar Saray Hatıralarım kitabında Sultan Reşad ile alakalı şunu söylüyor: "Fukaraya dağıttığı paraları, kâğıt para olarak değil, gümüş para olarak verirdi." Bunun dinî bir sebebi var mıdır?
    Cevab: Din, para olarak, altın ve gümüşe itibar eder. Kâğıt ve metal para kullanmak, kolaylık için câizdir. ama ibadetler, altın ve gümüşe göre hesaplanır. Kâğıt paranın değeri muntazam değildir. Halk, kâğıt paraya itibar etmezdi. Bu sebeple bazı ulema, zekâtın kâğıt para olarak verilmesini câiz görmemiştir.
    30 Aralık 2013 Pazartesi
  • Sual: Nuri Demirağ hakkında malumat verir misiniz?
    Cevab: Nuri Demirağ işadamı idi. 1945'te Milli Kalkınma Partisi’ni kurdu. Böylece Çok Partili Devre şeklen de olsa geçildi. İstihbarat ile alakası olduğu, bu partiyi de danışıklı dövüş olarak İnönünün arzusu üzerine kurduğu söylenir. Milletvekilidir. Hakkında çok malumat bulunabilir.
    30 Aralık 2013 Pazartesi
  • Sual: Birgivî'nin Tarikatü’l-Muhamediyye isimli eseri elime geçti. Kendisinin aklî ilimlere karşı uzlaşmaz bir tavrı olduğunu; mantık hâricindeki aklî ilimlere bid'at dediğini gördüm. Kâtib Çelebi tarafından da bu nedenle tenkit edilmiş. Halbuki kendisi bir Hanefî âlimidir, müsbet ilimlere karşı daha toleranslı olması gerekmez miydi?
    Cevab: Ben öyle bir intibâ edinmedim. Birgivî, Tarika kitabında ilimleri, emrolunan, yasaklanan ve mendub ilimler olmak üzere üç kısma ayırır. İlm-i nücûm, ilm-i kelâm ve ilm-i hikmeti, yasaklanan ilimler kategorisinde ele alır ve der ki: “Zeki, dindar, çalışkan kimselerden bâtıl yollara kayma korkusu olmayanların, kelâm ilmini öğrenmesi ve öğretmesi münasiptir”. İlm-i nücûmdan yasak olan şeylerin, gök cisimlerinin hareketlerinden, geleceğe dair mana çıkarmak olduğunu söyler. Felsefecilerin, her sözünü değil; din hakkında söylediklerini reddeder. Hâdiseye İmam Gazâlî’de olduğu gibi avam-havas bilgisi açısından yaklaşıyor ve bu sözleri, muayyen kimseler için söylüyor olsa gerektir. Nitekim temel dinî ilimlerden mahrum sıradan bir kimse, müspet ilimlerle çok alâkadar olursa, imanı tehlikeye düşebilir. Din câhillerinin, müsbet ilim öğrenmesi, insanların umumuna zarar verecek bir husus olarak görülmüştür. Sadece Birgivî değil, çok İslâm âlimleri, ilmin ehline verilmesi gerektiği, ehli olmayan kimsenin elinde ilmin zararlı olduğunu söyler. Pozitif ilimlere menfi bakılmış olsa, asırlarca medreselerde okutulup, ortaya nice faydalı eserler konur muydu? Âlimler ilmi maksat değil, insanlara dünya ve âhirette fayda verecek bir vâsıta olarak görür.
    2 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Sultan II. Mahmud ile Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın karşı karşıya gelme sebebini merak ediyorum?
    Cevab: Kavalalı Mehmed Ali Paşa, liyakatli ve muhteris bir vâli idi. Sadrazam Hüsrev Paşa, kendisini aşağılayınca, Fransızların tahrikine kapılıp isyana kalkıştı.
    9 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Tarihte Köroğlu diye bir kahraman yaşamış mıdır?
    Cevab: Muhtemelen yaşamıştır. Mahallî idareciler tarafından zulme uğradığı; bu zâlim idareciyi bertaraf etmek üzere hükümet ile işbirliği yaptığı söylenir.
    9 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Bir internet sitesinde, sizin Taksim Câmii yazınıza da atıf yapılarak, Sultan Vahideddin’in Taksim Câmiini ve daha nice câmileri sattığı yazıyor. Doğru mudur?
    Cevab: Bu iddialar, o zamanki gazetelerde yer almıştır. İşgal sırasında müttefikler İstanbul’da diledikleri yerleri işgal ettiler. Taksim Kışlası da bunlardan biri idi. Fransızlar burayı işgal edip, Taksim Câmii’ni de tabiatıyla câmi olmaktan çıkardılar. Bu işgaller, umumiyetle güya satın alma şeklinde lanse ediliyordu. Hükümdara ait sarayların bile el konulduğu işgal altındaki bir şehirde, hükümetin farklı davranması beklenemez. Üstelik bu satışların gerçekleştiğine dair gazete yazısından başka resmî vesika da yoktur. Lehdarı (istifade eden kimse) kalmayan vakıf eseri, en yakın başka bir vakıf eserine tahsis edilir. Bu, bir şer’î hukuk kaidesidir. Bu vakıf câmi ise, yani cemaati kalmayan câmi, yaptıranın veya vârislerinin mülkiyetine döner. Taksim Câmii’ni yaptıran Sultan Abdülmecid olduğuna göre, Sultan Vahideddin, oğlu olmak itibariyle zaten bu padişahın vârisidir. Câmi, hazine malıyla yapılmışsa; hazineye döner ki buna da tasarruf salahiyeti yine padişahtadır. Vatanı işgalcilerden kurtardığı iddiasındaki Tek Parti’nin iktidarında, bir işgal bahis mevzuu olmadığı halde, ecnebi işgalcilerden daha hoyrat davranılarak pek çok câmi, câmi olmaktan çıkarılıp, satılmış; vakıf eserlerinin ve gelirlerinin çoğuna el konulmuştur. Bunu nasıl izah etmek lâzım?
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: Sultan II. Mahmud’un portresini devlet dairelerine astırması hakikat midir? Öyle ise bunun şer’î izahı nedir?
    Cevab: Canlı resminin yapılıp hürmet makamına asılması şer’î prensiplere aykırıdır. Sultan II. Mahmud devri, siyasî bakımdan çok karışık bir devrin üzerine bina edilmiştir. Bir şeyin o zaman vâki olması, caiz olduğunu da göstermez. Şu kadar ki, canlı resminin asılması hususunda ihtilaf vardır. Ulemadan gölgesiz (minyatür) resme veya o hâliyle yaşamayacak portre resmine cevaz verenler vardır.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: İslâm hukukunda adam öldürme suçundan dolayı kısas değil de diyete mahkûm olana veya mağdurun vârisleri tarafından affedilen kimseye, ayrıca mahkemenin ceza vermesi meşru mudur?
    Cevab: Katl suçundan diyete mahkûm olan veya affedilen kimseye, mahkeme ta’zir cezası verebilir. Buna salahiyeti vardır. Osmanlılarda ta’zir cezaları öteden beri padişah kanunnameleri ile tanzim edilir. Hemen hepsinde de bu gibi kimselere ayrıca verilecek ta’zir cezalarından bahsolunur. Şu halde, Osmanlılarda kadılar, bu ta’zir cezasını vermeye mecburdur. Kanunnamede olmasaydı, kadı faile ta’zir cezası verip vermemekte muhayyerdir. Bu ceza kanunnamelerinden bilinen en eskisi Sultan Fatih’e aittir. Şu halde Osmanlılarda Fatih’den beri kadılar, diyet cezasına mahkûm olan veya affedilen faile ayrıca bir ta’zir cezası vermektedir. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar bu usul devam etmiş; yeni kurulan nizamiye mahkemeleri, adam öldürme gibi ceza davalarında şer’iyye mahkemelerinin hükmü verilene kadar beklemiştir.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: Rıza Nur, müslüman mıdır?
    Cevab: Kitaplarından anlaşıldığına göre, itikadı yoktur. Ancak oğulluğu Nihal Atsız, babasının son zamanlarında tövbekâr olup câmi câmi dolaştığını, namaz kıldığını söylerdi.
    28 Nisan 2014 Pazartesi
  • Sual: Makbul İbrahim Paşa’nın bahçesine heykeller diktirdiği gerçek midir?
    Cevab: O heykeller ganimet olarak geldi; bir müddet saray bahçesinde hürmet mevkiinde olmayarak durdu; sonra kaldırıldı.
    28 Nisan 2014 Pazartesi
  • Sual: Said Halim Paşa nasıl bir şahsiyettir? Bir yazar, “Kendisinin İttihatçılarla tek alakası, vatana hizmet içindir; fikirleri zerre uyuşmazdı” diyor.
    Cevab: Said Halim Paşa, İttihatçıdır ve Sultan Hamid düşmanıdır. Dindar bir müslümandır; fakat modernisttir. Fikirleri makbul değildir. Osmanlı Devleti’ne ve millete zarar vermiş bir şahsiyettir. Onun sadrazamlığı zamanında Cihan Harbi’ne girilmiş; hatta rivayete göre sadrazamın bundan haberi bile olmamıştır. Her iki halde de büyük kabahattir. İttihatçılığı vatana hizmet için değil; Mısır’a hidiv olmak içindi. Buhranlarımız gibi dinî mahiyette eserler yazmıştır. Buna rağmen tanıyanlar, gururlu, tutuk ve sıradan bir şahsiyet olduğunu; zengin bir Mısır prensi olmaktan başka meziyetinin bulunmadığını söylüyorlar. Sadece onu değil, Akif gibi diğer İttihatçıları da aklamak için bugün olmadık çarelere müracaat edenler vardır.
    3 Mayıs 2014 Cumartesi
  • Sual: Sultan Vahideddin hakkında hangi kitapları okumamı tavsiye edersiniz?
    Cevab: Ali Fuad Türkgeldi’nin Görüp İşittiklerim; Tarık Mümtaz Göztepe’nin Sultan Vahidden Mütâreke Gayyasında ve Sultan Vahideddin Sürgün Cehenneminde; Kadir Mısıroğlu’nun Sultan Vahideddin, Sarıklı Mücahidler ve Hilâfet; Murat Bardakçı’nın Şahbaba; Rümeysa Aredba’nın San Remo Günleri ve benim sitemdeki yazıları tavsiye ederim.
    3 Mayıs 2014 Cumartesi
  • Sual: Osmanlılarda gayrımüslimlerden alınan vergilerin nisbeti müslümanlardan fazla mıdır?
    Cevab: Şer'en gayrımüslimden alınan vergi, aynı sahada müslümandan alınan vergiden daha az olamaz; fazla olabilir. Bu fazlalık; zimmet anlaşması ile tayin edilir. Osmanlılarda aynı nisbettedir.
    27 Mayıs 2014 Salı
  • Sual: Sultan Abdülhamid’in hal’inden önce tahttan indirileceğini sezip, devletin Avrupa bankalarındaki gizli hesaplarında yatan paraları alıp yeni bir hafiye teşkilatı oluşturup, 4 üst düzey hafiyeyi Avrupa’ya gönderdiği doğru mudur? Eğer doğru ise şu an bu teşkilat aktif midir?
    Cevab: Hayal mahsulüdür.
    21 Haziran 2014 Cumartesi
  • Sual: Osmanlılardaki 'besleme' müessesesi ne manaya gelmektedir?
    Cevab: Fakir kimsesiz çocuklar alınıp büyütülür, sonra evlendirilir veya işe konur. Buna besleme denir. Ancak evlatlık olarak birini üzerine kaydedip çocuğu ilan etmek İslâm hukukunda caiz değildir.
    27 Temmuz 2014 Pazar
  • Sual: İslâm kanunlarının tatbik edildiği memleketlerde gayrımüslimler ibâdethâne açabilirler mi? Ebussuud Efendi'nin “mevcut olanlarla iktifa ederler'' diyerek buna cevaz vermediği doğru mudur?
    Cevab: Müslümanların sulh yolu ile fethettiği yerdeki gayrımüslim mâbedleri anlaşmaya tâbidir. Müslümanların silahla fethettiği veya kurduğu şehirlerde mevcut mâbedler yıkılmaz; ama Müslümanlara ait olur; hükümdar dilerse, gayrımüslimlerin burada ibadet etmesine izin verebilir. Yeni mâbed açmaları da hükümdarın iznine tâbidir. Şeyhülislâmın fetvâsı, kâideyi bildirmektedir.
    20 Ağustos 2014 Çarşamba
  • Sual: Adına hutbe okutmak ne demektir?
    Cevab: Hutbede, zamanın padişahının ismi zikredilir ve ona hayır dua edilir. Bu bir hâkimiyet alâmetidir.
    20 Ekim 2014 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı'nın ilk devirlerinde mirasın yasak olduğu, devletin buna el koyduğu doğru mudur?
    Cevab: Osmanlı Devleti, bir şer’î devlettir. İslâmiyette miras, kimsenin iptal edemeyeceği ve el koyamayacağı bir haktır. Bunu söyleyen, cezâlandırılan devlet adamlarının mallarının müsâdere edilmesini veya köle asıllı devlet adamlarının öldüğü zaman mirasının devlete kalışını böyle zannetmiş olsa gerek.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Modern câmiaya mensup kişilerin cenazeleri niçin Teşvikiye Câmii’nden kaldırılıyor? Câmide masonik işaretlerin olduğu doğru mudur?
    Cevab: Bilemeyiz. Buraya yakın oturdukları için olsa gerek. Teşvikiye Câmii’ni Sultan Abdülmecid yaptırmıştır. Şehrin, buraya doğru genişlemesini teşvik maksadıyla yeni semtler kurmuş; bu ve başka câmileri yaptırmıştır. Böyle mübalağalı şeylere itibar etmemelidir.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Sultan II. Mehmed’in, saraya freskler yaptırdığı ve II. Bayezid'in bunları dine aykırı bularak attırdığı doğru mudur?
    Cevab: Canlı resmi yapmak ve yaptırmak dinen yasaklandığına göre, böyle birşey mümkün olmasa gerektir. Belki manzara resimleri yaptırılmış olabilir. Zamanımızda Sultan Fatih’i, hakikî hüviyetinden farklı bir şahsiyet olarak lanse etme gayreti vardır. Ayasofya’daki fresklerin bile kazındığını Osmanlı kronikleri bildiriyor. Sultan Bayezid’in kazıttığı, Bizans’tan kalma freskler olsa gerek.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Türklerin bazı milletlerin müslümanlığına vesile olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar hangi halklardır?
    Cevab: Hind Müslümanları, Afganlar, Çinli Düngenler, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, Patriyot denilen Rum müslümanları, Torbeş denilen Makedon müslümanları, Çerkesler, Abazalar, Gürcüler, Lazlar, Hemşinli halkı ve (bazı) Kürtlerdir. Bunun dışındaki milletlerden müslüman olanlar, Türkler veya yakındaki müslüman topluluklar içinde erimiştir.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Ayasofya Câminin Atatürk tarafından müzeye çevrildiğini biliyoruz. Ama imam kadrosu duruyormuş. Eğer müzeye çevrildiyse imam kadrosu neden duruyor?
    Cevab: Ayasofya’nın arkasındaki Hünkâr Mahfeli 1979'dan beri camidir. Beş vakit namaz kılınır. Buranın kadrolu imamı mevcuttur.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan Diriliş filminde, mütesettir bir kadın olmaması dikkatimizi çekti. Osmanlı öncesinde Türk cemiyetlerinde tesettür bu kadar yaygın değil miydi?
    Cevab: Filmlerde ve romanlarda anlatılan şeylerin gerçek olması gerekmez. Türkler, Müslüman olduktan sonra, bu yeni dini gönülden benimsemişler; eski örf ve âdetlerinden bu dine aykırı ne varsa terk etmişlerdir. Hiç bir Türk cemiyetinde Müslüman kadınlar dışarıda başı açık dolaşmamıştır. Hatta Türkler müslüman olmadan evvel bile, kadınların başlarının ihtişamlı başlıklarla örtülü olduğunu, eski hikâye, destan ve resimlerden anlaşılmaktadır. Göçebe topluluklarda dinî bilgi ve dindarlık zayıf olabilir. Bir de göçebelerde, yaşanan sıkı ve hareketli kır hayatı sebebiyle kaç-göç (tesettür değil) şehirdeki gibi sıkı olmayabilir.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Mızraklı İlmihal’den başka hem ilmihal malumatı için, hem de Osmanlıcayı terakki için tavsiye edebileceğiniz kitaplar nelerdir?
    Cevab: Dürr-i Yektâ.
    12 Mart 2015 Perşembe
  • Sual: Kritovoulos isimli bir tarihçi, İstanbul’un fethinden sonra şehrin yağmalandığını söylüyor. Doğru mudur?
    Cevab: Savaşla fethedilen şehirler, önceden kumandan tarafından va’d edilmişse yağmalanabilir. Şer’î hukukta meşrudur. İstanbul'un da üç gün böyle yağmalandığına dair rivayet vardır. Şu halde gayrı meşru bir halden bahsedilemez. 
    12 Mart 2015 Perşembe
  • Sual: Dolmabahçe Sarayı'nın ismi nereden gelmektedir?
    Cevab: Deniz doldurularak yapıldığı için bu ismi almıştır. Daha önce burada bir has bahçe var idi.
    27 Mart 2015 Cuma
  • Sual: Selçuklu ve Osmanlılarda mumyalama iç organlar çıkarılıp ilaçlanıp tekrar koyulmak suretiyle mi yapılıyor? Bu, şer'an caiz midir?
    Cevab: Eski Türk geleneği icabı, cesed çürümesin veya geç çürüsün diye hususi ot, ilaç ve tütsülerle tahnit edilir. Bu caiz ve ölünün geç çürümesi için tedbir almak dinen mustehabdır. İç uzuvların çıkarılıp bedenin saman ile doldurulduğu Mısır mumyalamasından farklıdır.
    29 Mayıs 2015 Cuma
  • Sual: “Fatih Sultan Mehmet Han vefat ettiğinde taht kavgası vardı. Cenazesi odada unutuldu. 19 gün öyle kaldı. Cesed çürümüş ve kokmuştu. Yanına gitmeye kimse yanaşmadı” diyorlar. Doğru mudur?
    Cevab: Cenaze unutulmadı. Padişah cenazesi unutulacak bir cenaze değildir. Ama sıradan biri gibi de defnedilemeyeceği âşikârdır. O zamanın seyahat şartlarında yeni padişahın payitahta gelmesi beklendi.
    29 Mayıs 2015 Cuma
  • Sual: Avrupa'nın aydınlanma devrinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yeri neydi? O devirlerde Avrupa’nın tavırları Osmanlı’ya nasıl tesir etti? Avrupa’nın Osmanlı merakı o devirlerde yerini aydınlanma düşüncesine mi bıraklıştı, yoksa halen benzemeye mi çalışıyorlardı? Doğu Avrupa (Rusya dahil) aydınlanmaya nasıl karşılık verdi?
    Cevab: Eğer bu sualde kullanılan kelimeler bilerek kullanıldı ise, cümleler şu şekilde okunabilir: Avrupa'daki “Age of Enlightenment”da, yani 1650-1780 arasındaki zamanda Osmanlılar ne yapıyordu? Normal bir hayat sürüyordu. Bu devirde Avrupa'da vuku bulan değişikliklerin Osmanlı’ya tesiri oldu mu? Elbette. Bu devirde Avrupa, hala Osmanlı'ya benzemeye mi çalışıyordu? Hayır. Hiç bir zaman böyle bir şeyden söz edilemez. Osmanlıların klasik devirdeki bazı üstünlükleri, Avrupalılar için model teşkil etmiş ve kısmen adapte etmeye çalışmışlardır. Osmanlı elçilerinin gelişiyle, Avrupa’da bazı modaların çıkması (kahve, türban, çubuk vs) ,başka bir mevzudur. Şark, egzotikliği ile her zaman Garb’a tesir etmiştir. Yoksa Aydınlanma düşüncesinin tesiriyle kendine baska idoller mi bulmuştu? Apayrı bir kültür ve dünya görüşü olup, umumi bir model olarak aldığı söylenemez. Lokal hususlarda olabilir. Zira Orta ve Yeniçağ Devletleri birbirine benzer. Bunlar etraflı okumaları gerektiren meselelerdir.
    29 Mayıs 2015 Cuma
  • Sual: Bazı Osmanlı tarihçileri ve ilahiyatçılar, Osmanlıların Matüridiliğinin kâğıt üzerinde olduğunu, aslında koyu bir Eş’arî tatbikatının bulunduğunu; bilhassa Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Eş’arî Arap ulemasının nüfuzunun arttığını; bu sebeple de pozitif bilimlerin gelişmediğini söylüyorlar. Ne dersiniz?
    Cevab: Osmanlı Devleti’nde, Arap memleketlerinin fethinden önce de yetişen âlimlerin çoğunun ilim silsilesi Eşarî âlimlerine uzanır. Arap beldelerinin fethinden sonra Eş’arî mezhebinden âlimler yetişmiştir. Ama Hanefîler, ezcümle Osmanlılar Mâtürîdîdir. İlk mektepte ‘Rabbin kim, dinin ne..’ diye sorulduğu zaman her çocuk ‘itikatta mezhebim Ebu Mansur Mâturidîdir’ der. Eş’arîlik, Ehl-i sünnetin hak bir mezhebidir. İslâm imparatorluğunun yayıldığı ve İslâm medeniyetinin dünyayı aydınlattığı zamanlarda, Eş’ariyye mezhebi hâkimdi. Eş’arîliğin kader inancının, Cebiyye’ye biraz akın olması sebebiyle bu iddialar ortaya atılıyor ise de, asılsız ve mantıksızdır. Eş’arîliğin kabul edilip edilmediğinden evvel, Eş’arîliğin pozitif bilimlere mâni olduğu ön kabulünü münakaşa etmek gerekir. Bu, ilk müsteşriklerin ortaya attığı ve artık arkasında bunların yerli temsilcilerinden başkasının durmadığı bir iddiadir. Mesele, Eş’arî mezhebine mensub olan İmam Gazâlî'nin eserlerinin ilk müsteşrikler tarafından hatalı değerlendirilmesine dayanmaktadır. Ulema, başından beri ilimleri bir tasnife tâbi tutmuş; bazı ilimlerin, altyapısı bulunmayan sıradan kişilere zararlı olabileceğine dair ikazlarda bulunmuştur. Yoksa bu ilimlerin reddi kastedilmemiştir. Meselâ İmam Gazali, Tehâfütü’l-Felâsife eserinde şunları yazmaktadır: ‘Biz bu tür bilgilerin [pozitif ilimler] iptali üzerinde tafsilatlı olarak durmayacağız; çünkü bu hiçbir fayda temin etmez. Kim ki bunu iptal etmek için münazaraya girişmenin dinin gereği olduğunu düşünürse, dine karşı suç işlemiş ve onu zaafa uğratmış olur. Zira [astronomiye dair] bu meseleler, hiçbir şüpheye yer bırakmayan geometri ve matematik ispatlara dayanmaktadır’. Bunlar, yabancı eserlerde de artık açıkça ifade edilmektedir (George Saliba, Islamic Science and the Making of the European Renaissance, MIT Press, 2007). Ayrıca bilim tarihi üzerindeki son çalışmalardan, Eş’arî mezhebinin pozitif bilimlerin gerilemesinden ziyade ilerlemesine yardımcı olduğu anlaşılmaktadır. Mesela Eş’arî kelâmcısı Bakıllânî'nin kelâma dair kitabı uzerinde yapılan bir çalışmada (George Saliba, “The Ash'arites and the science of the stars”, Editör Richard G. Hovannisian, Georges Sabagh, Religion and culture in medieval Islam, Cambridge, 1999, s. 79-92.), astrolojinin bir bilim olmadığı, astronomiden ayrılması gerektiği ifade edilmektedir. Bu, astronominin pozitif bir bilim olması yolunda mühim bir adımdır. Ayrıca Osmanlı Devleti’ndeki âlimlerin kaleme aldıkları kitapları kısaca takdim eden literatür eserleri (IRCICA Osmanlı Matematik Literatürü Tarihi, 2 cild; Osmanlı Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü Tarihi, 2 cild ve Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, 2 cild) dikkate alındığında, bütün ilimlere dair yazılan binlerce eserin neden kaleme alındığı nasıl izah edilebilir? Bu eserlerin çoğu yazma hâlinde kütüphanelerin tozlu raflarında beklemektedir. Medreselerin müfredatları da tedkik edildiğinde, kapatılana kadar pozitif bilimlerin müfredatta olduğu rahatlıkla müşahede edilebilir.
    16 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Turan ideali, milliyetçi cereyanlar neticesinde mi çıkmıştır; yoksa çok daha öncesinde var mıydı?
    Cevab: Osmanlılar, her zaman Türkistan ve Türklük meseleleriyle gerçekçi bir şekilde alâkadar olmuşlardır. Sultan II. Selim ve Sokullu Mehmet Paşa zamanında Don-Volga kanalı açılmaya teşebbüs edildi. Açılsaydı, Kafkasya ve Türkistan'la bir temas kurulabilirdi. Bunun dışında bugünkü mânâda Turancılık ideali, 20. asrın başında ortaya çıkmıştır. Büyük ölçüde İttihat ve Terakki mensuplarının meydana getirdiği ütopik bir ideolojidir. Türk milliyetçiliği, daha ayağa yere basan, gerçekçi ve Müslüman Türk mirasını ön planda tutan bir idealdir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Sultan Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü doğru mudur? Buna dair yabancı kaynaklarda ne yazıyor?
    Cevab: Dukas, Babinger, Barbaro böyle söylüyor.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Tarih ilminde hangi sahada çalışmak daha faidelidir?
    Cevab: Tarihin her sahası buna müsaittir. Yakın tarih daha musaittir. Zira daha nâfizdir; ama sisli kısmı fazladır.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Kafes sistemi, son padişaha kadar devam etti mi?
    Cevab: Veliahdın, sarayda yaşadığı ve bazılarının “kafes sistemi” dediği usul, devletin sonuna kadar devam etti. Ancak veliahdın halka karışması ve fazla ortada gözükmesi pek tasvip edilmezdi. Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında, veliahd nisbî bir serbestlik içinde yaşadılar. Meşrutiyet'ten itibaren veliahd, halka karışabilmekle beraber, Dolmabahçe Sarayı’nın veliahd dairesinde ve kendi sayfiyesinde oturdu.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Sultan Abdülmecid müsrif bir padişah mıdır?
    Cevab: Hayır; ancak cömert idi.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: İstanbul'un fethi ile alâkalı bir hadis var mıdır?
    Cevab: “Kostantiniyye elbette bir gün fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandan ve onun askeri de ne iyi askerdir” meâlindeki hadis-i şerif Ahmed bin Hanbel’in Müsned kitabında ve Hâkim'in Müstedrek'inde mevcuttur.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: İstanbul’un fethinden sonra, 3 gün yağmanın serbest bırakıldıığı doğru mudur?
    Cevab: Savaş ile fethedilen şehirlerdeki bütün mal ve esirler ganimettir. Yani beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra, savaşa bilfiil katılanlara taksim edilir. Savaş kızıştığı zaman, kumandan, askere yağma va’dedebilir. Bu takdirde askerin yağma ettiği, ganimet sayılmaz, mülkü olur. İstanbul’un fethi sırasında muharebeler kızışınca, Sultan Fatih’in böyle bir tamimde bulunduğuna dair rivayet mevcuttur. Savaş hukukuna aykırı bir muamele değildir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Bazı modern yazarlar Kayı boyunun ve ilk Osmanlıların Şiî olduğunu söylüyor. Doğru mudur?
    Cevab: Kayı boyu ve ezcümle Osmanlı hânedanı Sünnî-Hanefî’dir. Mensupları arasında üç tane Osman ve iki tane Bayezid bulunan bir aile Şiî olur mu?
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Osmanlı cemiyetinde homoseksüel münasebetlerin hoş karşılandığına dair bazı yazılar ve televizyon programlarına rastlıyoruz. Bu mevzuda ne dersiniz?
    Cevab: Anlatılanların hepsi mübalağadır. İslam devleti, insanların hususi hayatına karışmaz. Aleniyete dökülürse takip eder ve gerekirse cezalandırır. Hazret-i Peygamber zamanında bile zina ve livata vardır. Osmanlı cemiyetinde bu gibi vak’aların varlığından bugün bahsedilmesi, yaygın değil, nâdir olduğundandır.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Bir gazete yazarı "Para Vakıfları" ile alakalı yazısında Ebussuud Efendi’nin fâize cevaz verdiğini söyledi. Aslı var mıdır?
    Cevab: Osmanlı Hukuku kitabımda, bunun Kur'an-ı kerimde men edilen ribâ olmadığını, muamele satışı semeni olduğunu beyan ettim. Fâiz, Osmanlılar zamanında hem şirket kâr payı, hem muamele satışı semeni, hem de haram olan ribâ için kullanılmaktadır. Fıkıh malumatı bilmeden Osmanlı tarihini anlamak mümkün olmuyor.
    1 Eylül 2015 Salı
  • Sual: Bir gazete yazarı "Batılılaşma Mikrobu" başlıklı yazısında, "Abdülhamid dindar ve İslâmcılık siyaseti izleyen bir hükümdardı. Fakat medreseyi yüzüstü bırakıp modern hukuk fakültesini açtıran, orada geleneksel fıkhın yanında Avrupa kanunlarını ve Roma hukukunu okutturan odur. Fıkıh hükümlerinin aksine, şahitlikte kadın­erkek ve Müslüman olan­olmayan eşitliğini getiren usul kanunlarında onun imzası vardır. Şer'iye mahkemelerine dokunmadan seküler nizamiye mahkemelerini ülkeye yayan da odur. Niye? İhtiyaç olduğu için ve bu ihtiyacı geleneksel fıkıh ve medrese karşılayamadığı için." Bu ifadeye ne söylenebilir?
    Cevab: Benim Osmanlı Mahkemeleri kitabımda tafsilat veriliyor. Evet, hukuk fakültesini açtı, çünki gayrı müslim vatandaşlardan hâkim ve memurlar vardı. Bunlar ise medreseye alınmıyordu. Hukuk nosyonu kazanmaları gerekiyordu. Hukuk mektebini ilk kuran Sultan Abdülaziz’dir. Hukuk fakültesi de en az medrese kadar şer'îdir. Şer'î devletin bütün müesseseleri şer'îdir. Fakülte müfredatı fıkıh dersleriyle doludur. Usul kanunlarında şahitlik meselesi ise Mecelle’ye atıf yapıyor. Yani şeriata göredir. Bunun hiç bilinmediği anlaşılıyor. Nizamiye mahkemeleri 1840'da kuruldu. Şer'î olduklarını, yani şeriata aykırı olmadıklarını Ahmed Cevdet Paşa yazdığı bir risâlede izah etti. Mahkeme sistematizasyonunun şeriatla alakası yoktur. Hükümdar dilediği gibi mahkeme kurar. Önce ve onun zamanında fıkıh tam aksamıyla tatbik edilmiştir.
    1 Eylül 2015 Salı
  • Sual: Enver Paşa İslâmcı mıydı?
    Cevab: Samimi inancı bakımından diğer İttihatçıların çoğundan ayrılsa bile hayır. İttihatçılar, politika icabı bütün ideolojileri kullanmışlardır.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde, bilhassa 16. asır ve sonrasında müderris alımlarında adam kayırmacılık yaşanmış mıdır? 
    Cevab: Her zaman her yerde bu mümkündür. Ama müderrislik için belli vasıflar aranır. Bu vasıflara sahip bulunmayan kimsenin fiilen müderrisliğe tayini ve bu vazifeyi yapması padişahın oğlu bile olsa mümkün değildir. Beşik ulemalığı adıyla, talebeye burs ve pâyesiz tayin adıyla fahri profesörlük gibi vasıflandırılabilecek tatbikat vardır. Ama bunlar kaideyi bozmaz. İlmiye sınıfı Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar meslek haysiyetini ve kalitesini iyi-kötü muhafaza etmeye çalışmıştır. Bu bahis fıkıh kitaplarında da ele alınmıştır. Meselâ İbn Abidin'de müderrisliğe dair şunlar yazılmaktadır: "Devlet reisinin nâehil birini müderris tayin etmesi sahih değildir. Çünki devlet reisinin işleri amme menfaati ile kayıtlıdır." ve "Müderris olan kişi, tedrise ehil değilse, müderrisler için tahsis edilen maaştan birşey alması ve yemesi caiz olmaz."
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Bir tarihçi, Fatih devrinin hiç bir kaynağında Peygamber Efendimizin İstanbul'un fethiyle alâkalı meşhur hadîsinin geçmediğini; hatta yabancı memleketlere gönderilen fetihnâmelerde de bu hadîse atıf yapılmadığını; bu hadîsin Fâtih ile alâkalandırılmasının çok sonraları olduğunu söylüyor. Ne dersiniz?
    Cevab: Müsnedü Ahmed bin Hanbel’de ve Hâkim’in Müstedrek’inde geçen bir hadîs-i şeriften haberdar olmamaları mümkün değildir. Tevâzuları sebebiyle anmamış olabilirler. Tarihçiler, beş asır öncesine ait bir meselede her vesikayı görmüş olamaz.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Osmanlı ordusundaki dinî tatbikat ile alâkalı kaynak sıkıntısı çekiyorum. Yardımcı olabilir misiniz?
    Cevab: Benim alay müftüleri ve tabur imamları ile alâkalı yazıma bakabilirsiniz. Ayrıca zamanımızda sayıları gittikçe artan matbu asker günlükleri ve hatıratlara bakabilirsiniz.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Fıkıh kitaplarında, "Müslümanların mahallesinde ev satın alan zimmînin, bu evi bir müslümana satması emrolunur. Câmi civarındaki evlerini zimmîlere kiraya veren müslümana, bunlardan alıp, namaz kılanlara vermesi emrolunur" diye yazıyor. Bu hükümler Osmanlı'da, hele İstanbul gibi birkaç yüzbin nüfuslu büyük şehirlerde tatbik edilebilmiş midir?
    Cevab: Tamamı müslümanlarla meskûn ve müslümanlar tarafından kurulmuş Eyüp gibi mahallelerde, gayrımüslimin ev almasına müsaade edilmez. Taraf-ı sultanîden izin verilmiş ise, kimse itiraz edemez. Fıkıh kitaplarındaki ifade, prensibe işaret ediyor. Osmanlılarda sadece Eyüp Sultan'da ve Mekke ile Medine'de bu hüküm tatbik edilmiştir.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya değil, o zamanki İttihatçılara karşı ayaklandığını söylemiştiniz. Buna rağmen Şerif, niye İngilizlerle birlik olup Fahreddin Paşa’ya saldırdı?
    Cevab: Savaş böyle bir şeydir. Şerif Hüseyn Paşa, emellerine kavuşmak için İngiltere ile müttefik idi. Ancak neticede İngiltere kendisine oyun oynadı. Fahri Paşa, İttihatçılardan aldığı emirleri sürdürmekte inad edip, hükümetin teslim ol emrini dinlemeyerek Medine'yi Şerif’e teslim etmedi. Bu sebeple İbnüssuud’un ve İngilizlerin elini güçlendirmiş oldu.
    17 Eylül 2015 Perşembe
  • Sual: Eminönü’ndeki Yeni Câmi’yi Mahpeyker Kösem Valide Sultan mı, Safiye Valide Sultan mı başlattı?
    Cevab: Eminönü’ndeki Yeni Vâlide Câmii’ni Hadikatü’l-Cevâmi Mahpeyker Kösem sultan başlattı diyorsa da yanlıştır. Doğrusu Safiye Vâlide Sultan başlattı. Vefatıyla inşaat yarım kaldı. Yıllar sonra Hadice Terhan Vâlide Sultan tamamladı. Mahpeyker Sultan, Üsküdar’daki Çinili Câmii yaptırdı.
    28 Eylül 2015 Pazartesi
  • Sual: Osmanlılar zamanında İslâmiyeti seçenlerin az olmasının sebebi nedir?
    Cevab: Osmanlılar zamanında çok sayıda topluluk müslüman oldu. Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Patriyotlar, Torbeşler, Hemşinliler, Çerkesler, Abazalar, Gürcüler ve Lazlar ile Kürtlerin büyük bir kısmı bu devirde müslüman olmuştur.
    13 Ocak 2016 Çarşamba
  • Sual: Sultan Hamid devrinde niçin Mızraklı İlmihal, Kısas-ı Enbiya, Mukaddime, Evliya Çelebinin meşhur Seyahatnâmesi gibi dinî hüviyetli ve muteber kitaplar, sansüre uğramış veya yasak edilmiştir?
    Cevab: Acem matbaalarının ruhsatsız olarak bastığı kaçak kitaplar, içlerinde fahiş baskı hataları olduğu için yasaklanmış ve yakılmıştır.
    13 Ocak 2016 Çarşamba
  • Sual: Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanının İslâmî perspektiften vaziyeti nedir?
    Cevab: Kendisi Mısır’da Osmanlı hâkimiyetinin tesisi için çalıştı. Fakat sonra kendi nüfuzu ile otonom hâle geldi. Mısır’ın hassasiyeti sebebiyle Bâbıâli bu emrivâkiyi kabul etti. Yunan isyanında çok hizmeti geçti. Maksadının sadrazamlık olduğu söylenir. Kendisini çekemeyen bazı devlet ricâlinin istiskali sebebiyle gücendi. Fransızlar kendisini kışkırttı. Kütahya’ya kadar geldi. Kendisine Suriye vâliliği de verildi. İslâm hukuku zaviyesinden bâgî (isyancı) hükmündedir. Fakat Mısır ve İslâmiyete hizmeti pek çoktur. Sonra yerine geçenlerde, bunun meziyetlerine pek rastlanmamaktadır.
    21 Ocak 2016 Perşembe
  • Sual: Osmanlı şeyhülislâmlarının, ezcümle Ebussuud Efendi’nin Şia’yı tekfir eden fetvâsı var mıdır?
    Cevab: Şia mezhebi fırka fırkadır. İçlerinde müslümanlık dairesinde kalanlar da vardır. Hazret-i Ebu Bekr’in sahabiliğini veya Hazret-i Âişe’nin ismetini inkâr ederek dinden çıkanı da vardır. Allahü teâlânın Hazret-i Ali’ye hulul ederek Ali diye göründüğüne veya Cebrail aleyhissselamın peygamberliği yanlışlıkla Hazret-i Ali yerine ona çok benzediği için Hazret-i Muhammed’e getirdiğine inanarak zındıkaya düşenleri de vardır. Binaenaleyh Şia’nın bazı fırkaları ehl-i bid’at, bazıları mürted ve bazıları mülhiddir. Bazı Şia fırkaları da tarih içinde ortadan kalkmış ve bugüne intikal etmemiştir.
    15 Şubat 2016 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti, nüfusunun azlığı sebebiyle tedbir almamış mıdır?
    Cevab: Savaşlar, isyanlar, sâri hastalıklar ve göçler, nüfusun artmasına imkân vermemiştir. O zaman için devletin alabileceği ne gibi bir tedbir olabilir ki? İskân siyaseti ile nüfusun dengeli dağılmasını temine çalışmıştır.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerine ait daha detaylı bilgilere ulaşamamamızın sebebi nedir?
    Cevab: Emir Timur’un işgali sırasında, Bursa’nın ateşe verilmesi, devlet arşivinin de yanmasına sebep olmuştur. Bu, en mühim âmillerden birisidir.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Hürrem Sultan’ın resimleri gerçek midir? Eğer gerçekse niye başı açıktır?
    Cevab: Gerçek olup olmadığını bilemeyiz. Hayal mahsulü olmak ihtimali fazladır. Müslüman kadınlar evlerinde başı açık oturabilirler.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Tarihçiler, Osmanlı padişahlarının ani kararlarla kişilerin infazına hükmettiklerini anlatıyor. Padişahların hakikaten böyle salahiyetleri var mı?
    Cevab: İslâm hukukunda, hükümdarların siyaseten katl salahiyeti vardır. Din, millet ve vatan için zararlı olan kimseleri cezalandırabilir; hatta öldürebilir. Buna ta’zir bi’l-katl de denir. Osmanlı padişahları da bu salahiyeti kullanmıştır. Bunu kullanırken zaman zaman ölçü kaçmış, meşru dairenin sınırından çıkılmış, yani hak ettiğinden fazla ceza verilmiş olabilir. Ama zamanımızda bu gibi hadiseler sebeplerinden ayrılarak ve mübalağa edilerek anlatılmaktadır.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Sultan II. Abdülhamid'i doğru anlamak cihetinden hangi kitapları tavsiye edersiniz?
    Cevab: Sultan Hamid hakkında taraftar ve muhaliflerin çok eseri vardır. Çoğu sübjektiftir. Bu mevzuda çok kitap okuyup bir sentez yapmalıdır. Yılmaz Öztuna’nın Türkiye Tarihi’nin 12. Cildi; İsmail Hami Danişmend’in kronolojisinin 4. cildi; İbnüleminin Son Sadrazamlar kitabındaki alakalı bahis; Ayşe ve Şadiye Sultanların hatıraları ile "Behice Sultan'la Altı Ay" okunabilir. Sonra bu mevzuda yazılmış hususi kitaplara geçebilirsiniz.
    18 Nisan 2016 Pazartesi
  • Sual: Osmanlılar zamanında umumhane var mıydı? Var ise bir İslâm devletinde böyle bir şey nasıl olabilir?
    Cevab: Resmen izin yoktur. Ama gizli kapaklı olarak her zaman her yerde olabilir. Her devirde ve her yerde günah işleniyor.
    18 Nisan 2016 Pazartesi
  • Sual: Şeyhülislamlar niçin Divan-ı Hümâyun toplantılarına katılmamıştır? 
    Cevab: Şeyhülislâmlık icraî değil, istişarî bir makamdır da ondan. Lüzumlu görüldüğü zaman, fikrinden istifade etmek için çağırılırdı.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Son halife Abdülmecid Efendi'nin padişahların içki ve esrar içtiğine dair bir mektup yazdığı, televizyonda söylendi. Bunu nasıl tefsir etmelidir?
    Cevab: Vesika doğru bile olsa, Abdülmecid Efendi bunları bilemez. Bununla asırlar önce yaşamış muhterem zatlara sui zan edilemez.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Osmanlıca rik’a metin okumalarımızı ve diğer hatlarda okumamızı kuvvetlendirmek için tavsiyeniz var mıdır?
    Cevab: Bir şeyi iyi yapmak, çok yapmakla olur.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: İpek, erkek için haram iken, Osmanlı padişahlarının savaşlarda giydiği doğru mudur?
    Cevab: Harbde düşmana heybetli görünmek için ipekli giyinmek, bıyıklarını ve tırnaklarını haddinden fazla uzatmak caizdir.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Osmanlılarda kadın doktor var mıyıd? Var ise nasıl yetişiyordu?
    Cevab: Ebe vardır. Bütün doktorlar gibi usta çırak münasebetiyle yetişiyordu.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Yeniçerilerin evlenememesi, yanlış bir hüküm değil midir?
    Cevab: Askerlik disiplin gerektirir. Ailesi ve çocuğu olan bunu tam manasıyla yapamaz. Üstelik yeniçeriler kışlada yatıp kalkan profesyonel askerlerdir. Subay olana kadar evlenemezler. 25 yaşından sonra evlenebilirler. Yeniçeriler çok sıkı bir terbiye ile yetiştirilir. Seksüel arzulara kapılmak bir zaaftır. Bu gibi zaafları kontrol altında tutmak üzere yetiştirilirler.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Sultan Abdülhamid devrinde hiç toprak kaybedilmediği doğru mudur?
    Cevab: Sultan Hamid'in saltanatının ilk yıllarında iktidar Mithat Paşa ve avanesinin elindeyken 1877 Osmanlı Rus Savaşı çıktı. Mağlubiyetle biten bu harb neticesinde imzalanan anlaşmalarla, çok toprak kaybedildi. Bunlarda Sultan Abdülhamid'in bir rolü yoktur. 1878’de iktidarı eline aldı. 1908’e kadar tek elden memleketi idare etti. Onun zamanında savaş ve toprak kaybı olmamıştır.
    12 Haziran 2016 Pazar
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında dışardan borç aldığı, bununla saray yaptırdığı ve bu sebeple ekonominin bozulduğu iddiası doğru mudur?
    Cevab: Borç, Kırım Harbi’nin masraflarını karşılamak için alınmıştır. Dolmabahçe Sarayı ihtiyaç için yapılmıştır. Saray, devletin idare edildiği yerdir. Buna harcanan para ise memleket ekonomisi içinde kalmıştır. Ama bu dış borcun memlekete zarar verdiği ve yıkılmasında rol oynayan âmillerden olduğu doğrudur.
    12 Haziran 2016 Pazar
  • Sual: Bir yazınızda İslâm hukukuna en uygun idare şeklinin meşrutiyet olduğunu yazmışsınız. O devrin neşriyatından da anladığımız üzere Mustafa Sabri Efendi, Elmalılı Hamdi, Said Nursi, Manastırlı İsmail Hakkı gibi simalar da bu fikirdedir. Şu halde Halife Sultan II. Abdülhamid neden meşrutiyete karşı idi?
    Cevab: Hakkında kitap yazılacak bir meseleye burada cevap vermenin kolay olmadığını takdir edersiniz. Bunların istediği meşrutiyet farklıdır. Avrupaî bir meşrutiyettir. Parlamentonun, hükümdarın salahiyetlerini tahdit ettiği bir konstütüsyonel monarşidir. İslâm hukukuna uygun olan meşrutiyet bu değildir. Halife, şer’î kanunlar ve maslahat prensibi çerçevesinde icraatta bulunursa, buna meşrutiyet denir. Sultan Abdülhamid devri gerçek manada bir meşrutiyet idi. Sultan Abdülhamid meşrutiyete karşı değildi. Kanun-i Esasî’yi ilan eden padişah odur. Ama sonra bunun memlekette yürümediğini, din ve millet düşmanlarının oyunlarına alet olduğunu gördü ve bundan uzak durdu. Bu şahsiyetlerin, o zamanın icaplarını idrak etmeleri, kabiliyetleri nisbetinde olabilmiştir. Bazısı cumhuriyeti bile müdafaa etmiştir.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Hilâfetin kaldırılmasının ardında İngilizlerin olduğunun delili nedir?
    Cevab: Bu sualin şak diye bir cevabı yoktur. İngilizlerin rolünün işte bu vesika diye bir delili yoktur ve olması da beklenemez. İşin arka planını anlamak icap eder. Ağa Han'ın kim olduğu, İngilizlerin Wilfrid Blunt gibi casuslarla ve Efganî gibi ajanlarla halifeliği Türklerden almak istemelerini bilmek lâzımdır. İngilizlerin XIX.asırdaki Ortadoğu politikasının esasını bunun teşkil ettiğini görmek gerekir. İngiliz Derviş kitabını tavsiye edebilirim.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Girit'e giden Türkler hangi boydandır?
    Cevab: En son fethedilen Osmanlı toprağı olan Girit’e çok az Türk yerleşmiştir. Onlar da memurdur. Gerisi yerli Rumlar ile bunlar arasında Müslümanlığı kabul edenlerdir.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Padişahların kendilerini "Allahın yeryüzündeki gölgesi" olarak görmeleri mahzurlu mudur?
    Cevab: “Sultan, yeryüzünde Allah'ın gölgesidir; mazlumlar ona sığınır” hadis-i şeriftir. Osmanlı padişahlarının, şimdiki basit Müslümanlar kadar bile dinden haberi yok muydu?
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Osmanlı padişahlarının genç yaşta tahta geçmesi, devletin çöküşüne sebep olan âmillerden sayılabilir mi?
    Cevab: Monarşilerde, devletin dirliği ve milletin birliği adına, küçük çocuğun tahta geçmesi mümkündür. Bunun çok misalleri vardır. İslâm hukukunda da böyledir. Velîsi veya vekili devleti idare eder. Sistem oturduktan sonra tahtta kimin oturduğu mühim değildir. Padişah, saltanat sürer; ama hükümet etmez. Devleti, devlet adamları, vezirler idare eder. Mamafih Osmanlı tarihinde genç yaşta tahta geçen padişah sayısı azdır.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Sultan 1. Mustafa Han için aklî dengesi yerinde değil idi diyorlar. Aslı var mıdır?
    Cevab: Hayır. O zamanki tarihlerde, dervişmeşrep ve cezbe hâli galipti diyor. Tasavvufla meşguliyet bazen başkalarında dengesiz gibi idrake dilen hareketlere sebep olabiliyor. Belki de beyninde ur vardı; mental bir rahatsızlığı olması da mümkündür. Ama böyle olsaydı, ulema onu padişah yapmazdı.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Osmanlıların cizye vergisi için gayrimüslimlerin Müslüman olmasına engel olduğu ifadesi doğru mudur?
    Cevab: Gayrı Müslimlerden cizye almak ve onları Müslüman olmaya zorlamamak, Kur’an-ı kerimin emridir. Buna rağmen Osmanlılar vesilesiyle çok sayıda insan kitle hâlinde Müslüman olmuştur.
    28 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Sultan Fatih ressama poz vermiş midir?
    Cevab: İstanbul’un imarı için gelen Mimar Bellini görüp, padişahı zihninden çizmiştir.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: Sultan II.Abdülhamid’in zamanında rakı fabrikasının açılmasına izin verildiği doğru mudur?
    Cevab: Gayrımüslimlerin içki içmesi, imal etmesi ve alıp-satması caizdir. Bunların açılmasına da hükümet izin verir.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: Osmanlılarda şehzâdelerin sakal uzatması yasak mıydı?
    Cevab: Böyle bir yasak yoktur. Ancak bir an’aneden bahsedilmektedir. Usul değildir. Nitekim Şehzâde Mustafa’nın sakallı minyatürü vardır. Osmanlı tarihinde böyle yakıştırmalar çoktur. Biri de şehzâdelerin çocuk yapma yasağıdır ki, aslı yoktur. Osmanlı cemiyetinde hemen herkes sakallıdır. Sakal bırakmadıkları doğru ise, siyaseten veya edebendir.
    12 Haziran 2017 Pazartesi
  • Sual: Fas, Osmanlı hilâfetini kabul etmiş midir?
    Cevab: XVI.asırda bir ara evet.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Osmanlı’da ilm-i sima diye bir ilim var mıdır? Bu ilim sayesinde mesela birinin yalan söylediği anlaşılabilir mi?
    Cevab: İlm-i sima, insanın fizikî görünüşünden, karakterinin anlaşıldığı bir ilimdir. Ehli tarafından bakıldığı zaman, o kişinin hangi karaktere sahip olduğu anlaşılır. Müslüman memleketlerinde mahkemelerin davaları çözerken ve devlet ofislerinin memur alırken itibar ettiği bir ilimdir. Manifetname’deki meşhur şiir, ilm-i sima literatürünün şaheserlerindendir. Bunun yalan veya doğru söylemekle bir alakası yoktur.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Kardeş katli meselesinde zamanın âlimlerinin padişahdan çekinerek tesir altında fetvâ vermiş olması beklenmez mi?
    Cevab: Teorik olarak mümkündür. Ancak bu fetvanın dayandığı esasları biliyoruz. Bu sebeple tesir altında kalarak verilmiş bir hüküm olduğunu söyleyemeyiz. Kaldı ki Osmanlı uleması, muayyen bir sınıf dayanışması içindedir. Bürokratlara benzemezler. Umumiyetle hep adaleti ve ilmin haysiyetini gözetmiş; hükümdarlara bile doğruyu söylemekten çekinmemiştir.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: İslamiyet canlı resmini yasakladığı halde, bilhassa Osmanlılarda minyatür sanatı üzerine çok eser görüyoruz. Bu da bir çeşit resim değil midir?
    Cevab: Gölgesi olmadığı için minyatüre cevaz verilmiştir. Zaten tazim veya eğlence için değil; vesika için yapılmıştır. Bu sayede pek çok tarihî hâdiseye ışık tutulmuştur.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Mecelle, ceza hukukunda da kabil-i tatbik bir kanun mudur?
    Cevab: Mecelle, borçlar, eşya ve usul hukukuna dair hükümler ihtiva eder. Osmanlı Ceza Kanunnamesi ayrıdır. Ancak Mecelle’nin ilk 100 maddesi, küllî kaideler, yani İslâm hukukunun umumi prensipleri olup, bunların bazısı, ceza hukukunda da kabil-i tatbiktir. “Beraet-i zimmet asıldır” gibi.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Sultan Abdülhamid’in hacda görüldüğü doğru mudur?
    Cevab: Sultan Abdülhamid ve hiç bir Osmanlı padişahı hacca gitmemiştir. Hac, padişahlara farz değildir. Vekil gönderirler. Bir hatıratta böyle yazıyorsa da, rüya olsa gerektir.
    14 Ağustos 2017 Pazartesi
  • Sual: Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ile Mısır’da Kadri Paşa’nın eserleri muhteva cihetinden birbirini tamamlayıcısı mıdır?
    Cevab: Ayrı birer teşebbüstür. Mecelle, eşya, borçlar ve usul hukukuna dairdir. Kadri Paşa’nın iki eserinden biri, ahval-i şahsiyye (şahıs, aile ve miras); diğeri ise borçlar hukukuna dairdir. Kadri Paşanın eserleri kanunlaşamamıştır.
    28 Aralık 2017 Perşembe
  • Sual: Sultan Fatih’e bir darbe olsaydı, bebek yaştaki kardeşi Şehzade Ahmed  mi padişah olacaktı? O zaman devleti kim idare edecekti?
    Cevab: Evet. Bütün monarşilerde çocuğun, hatta bebeğin hükümdarlığı mümkündür. Devleti vekili, yani vezir idare eder.
    3 Ocak 2018 Çarşamba
  • Sual: Mehmed isminin Muhammed ismi ile alakası var mıdır?
    Cevab: Halk arasında Muhammed ismi için hürmeten ve ses uyumu sebebiyle Mehemmed denir. Bu şekilde eski metinlerde harekelenmiş ibareler de vardır. Zamanla kolaylık itibarıyla Mehmed’e dönüşmüştür. Sultan Fatih için, Mehemmed ismi kullanıldığını biliyoruz.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: Naima’nın naklettiği bir rivayette, Sultan IV. Murad’ın Nef’î’nin Sihâm-ı Kaza adlı eserini okurken taht yakınına yıldırım düştüğü ve bunu uğursuzluk olarak telakki edip Nef’î’ye hicvi yasakladığı yazıyor. İslâmiyette uğursuzluk olmadığını bilmemesi imkânsız değil mi?
    Cevab: Her uğursuzluk tabiri, aynı manaya gelmiyor. Eşyada uğursuzluk olduğuna inanmak İslâmiyet'e aykırıdır. Yoksa yapılan bir günahın belaya sebep olacağına veya olduğuna inanmaya da uğursuzluk denir. Malda, eşyada bir şekilde bereket olmamasına da uğursuzluk denir. Bu itikat, dine aykırı değildir.
  • Sual: İmparatorluk devrinde içkiden vergi alınmış mıdır? Alındıysa bu dine uygun mudur?
    Cevab: Sadece alkollü içkiden değil, hınzırdan da vergi alınmıştır. Osmanlı tebaasının yarısı gayrimüslimdir. Gayrimüslimlerin içki içmesi, satması, imal etmesi caizdir; devlet de bunlardan vergi alır.
    29 Haziran 2018 Cuma
  • Sual: Ehl-i Sünnet bir İslâm Devletinde bir Şiî’nin müt’a nikâhı yapmasına izin verilir mi?
    Cevab: Müt’a nikâhı sahih değildir. Şiîler müslüman sayıldığı için, şer’î mahkemelerin adlî salahiyet sahası içine girerler.  Nitekim Osmanlı Devleti zamanında Şiî ve Hâricîler, böyle muamele görmüştür. Ancak hususi hayatında ne yaptığına kimse karışmaz. Müt’a nikâhı yapmışsa, resmen evli kabul edilmez.
    12 Ağustos 2018 Pazar
  • Sual: Osmanlı padişahları kendi başlarına bir emir verip idam etme salahiyetine sahip midir?
    Cevab: Şer’î hukuk, hükümdara ve hâkime siyaset cezası vermeyi salahiyet olarak tanımıştır. Bu ceza, ölüm bile olabilir. Padişah, dine ve millete zararlı olan bir kimseyi cezalandırılabilir; idam ettirebilir. Buna siyaseten katil veya ta’zir bil katl derler.Padişah, kazâ/yargı ve bütün hâkimleri tayin etme salahiyetine sahiptir. Başkadı mevkiindedir.
    5 Nisan 2019 Cuma
  • Sual: Sultan Fatih’in Fahreddin-i Acemi’nin fetvasıyla Hurufîler’i yaktırdığı doğru mu? 
    Cevab: İslâmiyette yakarak idam caiz değildir. Buradaki ihrak-ı binnar (ateşle yakma) tabiri mecazdır. Mülhid olduğu için, ölünce, doğrudan cehenneme gideceği inancını ifade eder .
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: 1400 yıllık İslam tarihinde sahabeler dışındaki diğer bütün hükümdarlara baktığımız zaman sizce dine en fazla hizmet eden hangisidir?
    Cevab: Osmanlılar elbette.
    15 Şubat 2020 Cumartesi
  • Sual: Osmanlılar zamanında ateistler hangi mahkemeye gidiyordu?
    Cevab: Osmanlı mahkemesine. Hıristiyan ve Yahudiler, belli davalarda kendi ruhanilerine gidebilir.
    1 Nisan 2020 Çarşamba
  • Sual: Kanun-ı Esasî’de anayasanın hükümlerinin her iki meclisin ayrı ayrı vereceği üçte iki ekseriyet ve padişahın tasdikiyle değiştirilebileceğiyle alakalı bir madde var. Yani bu maddeye göre anayasadaki “Devletin dini İslâmdır” maddesi bile değiştirilebilir mi?
    Cevab: Bu değiştirebilecek bir madde değildir. Değiştirseler de, kanunlar şer’î olduğu müddetçe, devletin dini İslâmdır. Zira bir devletin şer’î olması için anayasasında böyle bir hüküm yazması icap etmez.
    6 Nisan 2020 Pazartesi
  • Sual: Padişahın hususi serveti ölünce kime geçer?
    Cevab: Padişahın hususi serveti ölünce şer’î vârislerine intikal eder.
    3 Mayıs 2020 Pazar
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • TR
  • EN
© 2019
  • Anasayfa
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder