Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • Aktüel
    • Akademik
    • English
    • Arabic
    • Diğer Diller
  • Programlar
    • Televizyon
    • Radyo
    • Youtube
  • Yazışmalar
    • Tüm Sualler
    • Sual Başlıkları
    • Sual Gönder
  • Biyografi
  • Kitaplar
  • Makaleler
    • - Aktüel
    • - Akademik
    • - English
    • - Arabic
    • - Diğer Diller
  • Programlar
    • - Televizyon
    • - Radyo
    • - Youtube
  • Yazışmalar
    • - Tüm Sualler
    • - Sual Başlıkları
    • - Sual Gönder

Sual Başlıkları

“Tarih”

için arama neticeleri gösteriliyor
  • Sual: Fıkıh kitaplarında 4. asırdan sonra müctehid kalmadığı ve ictihadın kesildiği yazmaktadır. İnsanların ihtiyaçları arttıkça yeni meseleler ortaya çıktığına göre, bunlar nasıl halledilebilir?
    Cevab: Dördüncü asırdan sonra, mutlak müctehid kalmamış ise de, mezhebde müctehid kalmadığı söylenemez. Böyle olmayan İslâm hukukçuları bile, tarih boyunca kendilerinden çözümü istenilen meselelerde, kendilerinden önceki ulemânın kitaplarındaki benzer meselelere kıyas yaparak fetvâ verebilmişlerdir. Gerek nasslarda, gerekse eski fıkıh metinlerindeki ibâreler, yeni buluşlar ışığında yeniden tefsire tabi tutularak, ortaya çıkan meselelerin İslâm hukukuna uygun bir şekilde halledilmesi mümkündür. Nitekim büyük Hanefî hukukçusu Kemal İbnü’l-Hümâm (861/1456), imamın namazda gereğinden fazla bağırarak okumasının namazı bozacağını söylemiş; bunu da namazda ağlamaya kıyas etmiştir. İbn Nüceym ise, dörtyüz yılından sonra kıyas kesildiği için kimsenin bir meseleyi diğer bir meseleye kıyas etmeye hakkı olmadığını söyleyerek İbnü’l-Hümâm’a itiraz etmiştir. İbn Âbidîn, bunun kıyas değil, müctehidin sözünün tazammun yoluyla delâlet ettiği mânâyı açıklamaktan ibaret olduğunu söyleyerek İbnü’l-Hümâm’ı desteklemiştir. Selef-i sâlihîn denilen ilk devrin müctehid âlimleri, kıyâmete kadar meydana çıkacak her meselenin hükmünü verebilmek için, umumî usuller, metodlar, prensipler kurmuştur. Kur’an-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde adı bildirilen şeyler, bu usulleri kurmaya yarayan temel ölçülerdir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Halifeler Kureyş’tendir mealinde bir hadîs-i şerif bulunduğuna göre, Osmanlı padişahlarının halifelikleri sahih olmuyor mu?
    Cevab:

    Bazı İslâm hukuku kaynaklarında devlet başkanının (halîfenin) Kureyş kabîlesinden olma şartı zikredilir. Bu da, Hazret-i Peygamber'in “İmamlar, halîfeler Kureyştendir” hadîsine dayanır. Ancak, Iraklı Ebû Bekr Bakıllânî (403/1012) ve Buharalı Sadrü’ş-şeria es-Sânî (747/1346) gibi sonra gelen hukukçular, halîfenin Kureyşîliğinin artık şart olmadığı görüşündedirler. Büyük tarihçi ve hukukçu, Mısır’da Mâlikî kâdısı İbn Haldun’un (808/1405) Mukaddime’sinde, bu husus güzel izah edilmiştir. Nitekim halîfenin Kureyşîliğini şart görmeyenler, bunu Kureyş'in asabiyyetiyle açıklar ve o zaman için en şerefli kabîlenin Kureyş olduğunu, halkın bunlardan başkasına itaat etmeyeceğini, halka söz geçirmeye ancak Kureyş'in muktedir olduğunu söylerler. Nitekim Hazret-i Ömer'in “Halk Kureyş'den başkasına boyun eğmez” sözünde de bu husus îfâde edilmiştir. Çünki halîfenin en mühim hususiyeti, kudret sahibi olmasıdır. İslâm hukukçularının bir kısmı da, zikredilen prensibi, halîfeliğe lâyık kimseler arasında Kureyşli de varsa, onun öne alınması şeklinde anlarlar. Bazı hukukçular ise bu prensibin sadece Hulefâ-yı râşidîn için söz konusu olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber “Başınızda Habeşli bir köle bile olsa onu dinleyiniz ve itaat ediniz” buyurmuştur. Zaten Sahâbe ve Ehl-i beyt, Hazret-i Peygamber'in vefatından sonra dünya yüzüne dağılarak İslâmiyeti yaymaya çalıştığı için, bir süre sonra neseben Kureyşli olanların tesbiti de zorlaşmıştı. Hulefâ-yı râşidîn, Emevî ve Abbasî halîfelerinde bu şart gerçekleşmiş; bundan sonra gerçekleşmesi ise neredeyse muhal bir hale gelmişti. Bu prensip, yirminci asır başlarında, Osmanlı hânedânının halîfeliğinin gayrı meşruluğunu ileri sürerek, halîfenin dünya müslümanları üzerindeki nüfuzunu yok etmek isteyen emperyalistler tarafından propaganda maksadıyla sıkça gündeme getirilmiştir. Osmanlı hükûmetinin bunu fazla ciddiye almadığı anlaşılıyor. Bu arada ulemâ, halîfelik için Kureyşîliğin şart olmadığını bir kere daha ifâde etmişler; hatta Arap ulemâsından Osmanlı hânedânının Ehl-i beyt-i nebevîden olduğunu, dolayısıyla Kureyşîliğini müdâfaa eden zâtlar çıkmıştır. Çelebi Sultan Mehmed'in annesi Devletşah Hâtûn, Germiyan âilesindendir. Bunun da annesi Mutahhara Hâtûn, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in kızıdır. İşte Sultan I. Mehmed ve kardeşlerinin çelebi ünvanıyla anılması da buradan gelmektedir, çünki Mevlânâ soyundan gelenlere çelebi denir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî de Sıddıkî olup, Hazret-i Ebû Bekr'in 12. kuşaktan torunudur. Ayrıca anne ve nine cihetlerinden soyu, İbrâhim bin Edhem yoluyla Hazret-i Ömer’e; İmam Serahsî yoluyla da Hazret-i Fâtıma’ya, böylece Hazret-i Peygamber’e ulaşıyor. Buna rağmen, hânedânın, tarih boyunca bu hususiyetini ön plana çıkarma ihtiyacı duymadığı da rahatlıkla söylenebilir. Çünki ulemâ, artık hilâfet için Kureyşîliği bir şart olarak görmemektedir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İslâm ülkesinde tek bir halife olması lâzım gelirken tarihte çeşitli İslâm devletleri var olmuş ve bunlar halifeyi hükümdar olarak tanımamıştır. Bu meşru mudur?
    Cevab: Aynı zaman içinde tek bir halîfenin halîfeliği meşru iken, zamanla sınırların genişlemesi ile çeşitli beldelerde emîrü’l-mü’minîn veya halîfe adıyla müteaddit hükümdarlar ortaya çıkmıştır. Bu hâdise ilk defa Abbasî halîfesi Râdî zamanında (325/937) vuku’a gelmiştir: Bağdad’da Râdî, Endülüs’de Abdurrahman ve Kayruvan’da Mehdî emîrü’l-mü’minîn olarak tanınmışlardır. Bunun üzerine ulemâ, hilâfetin tek bir şahsa münhasır olmadığını söylemiş; her beldenin hükümdarının meşru olarak başa gelmesi ve hilâfet için aranan şartları hâiz olması durumunda, meşru halîfe sayılacağına fetvâ vermiştir. İki halîfenin bir arada bulunmasının memnuiyyetinin, aynı zamandaki bir hükümete, bir beldeye mahsus olduğunu beyan etmişlerdir. İslâmiyette halîfelik, papalık gibi ruhânî bir makam değildir; yalnızca devlet başkanlığıdır. Ancak müslümanlar İslâm tarihindeki geleneğe uyarak Bağdad’daki (Moğol istilâsından sonra da Mısır’daki) halîfenin manevî otoritesini tanımışlar, hakikatte devlet idaresi görünüşte halîfeye bağlı hükümdarlar tarafından icra edilmiştir. Zamanla (XVIII. asırdan itibaren) Müslümanların yaşadığı bazı toprakların gayrımüslimlerin eline geçmesiyle, Osmanlı padişahı bu topraklarda yaşayan Müslümanların dinî ve dünyevî menfaatlerini koruma fırsatı hâsıl etmek için, tamamen pratik mülahazalarla, onlar üzerinde halîfelikten gelen bir manevî/ruhânî otorite iddiasında bulundu ve bunu dünya devletlerine de kabul ettirdi. Böylece o zamana kadar ancak kendi toprakları üzerinde yaşayan halkın dünyevî otoritesi bulunan halîfe, bu topraklar dışındaki Müslümanlar üzerinde, Papa’nın kendi devleti dışındaki Katolikler üzerindeki otoritesine benzer bir şekilde ruhânî bir mevki iktisap etmiş oldu.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Halifenin seçimle gelmesi gerekirken, Emevîlerden itibaren bu usul terk edilmiştir. Bunun meşru bir mesnedi var mıdır?
    Cevab:

    İslâm hukukunda devlet başkanı (halîfe) “ehlü’l hall ve’l akd” denilen yüksek seçmenler heyetinin seçimi (bi’ati) ile veya halîfenin istihlâfı, yani yerine veliahd göstermesi yoluyla başa gelir. Hukukçular, cebren, zor kullanarak başa geçen bir kimsenin halîfeliğini, eğer halîfelik şartlarını taşıyorsa, zaruret ve maslahat sebebiyle meşru görmüşlerdir. Aksi takdirde devletin dirliği ve milletin birliği bozulacaktır. Hulefâ-yı râşidîn devrinde, Asr-ı saadete yakınlığı itibariyle, insanlar din ve ahlâk prensiplerine hürmetkâr idiler. Adaletten ayrılmaz, hukuka kendiliklerinden itaat ederlerdi. Ancak bu devrin sonunda vuku bulan feci hâdiseler, bilhassa üç râşid halîfenin katledilmesi, artık insanların ancak zor kullanarak yola getirilebileceğini göstermiştir.
    Şah Veliyyullah Dehlevî diyor ki: Nitekim Hazret-i Peygamber’in üç türlü vazifesi vardı: Birincisi, Kur’an-ı kerîm ahkâmını bütün insanlara tebliğ etmek, bildirmek idi. İkincisi, Kur’an-ı kerîmin manevî ahkâmını, yani Allah’ın zâtına ve sıfatlarına ait marifetleri, yalnız ümmetinin yüksek olanlarının kalblerine yerleştirmektir. Buna ihsan (irşad, tasavvuf) denir. Üçüncüsü, Kur’an-ı kerîmin  ahkâmını, vaaz ve nasihat ile yapmayan müslümanlara, kuvvet kullanarak, zor ile yaptırmaktır. Buna saltanat denir. Hazret-i Peygamber’den sonra gelen dört halîfeden her biri, bu üç vazifeyi tam olarak başardı. Hazret-i Hasan’ın halifeliği zamanında, fitneler çoğaldı. İslâmiyyet üç kıt’aya yayıldı. Resûlullah’ın nuru, yeryüzünden uzaklaştı. Sahâbe-i kirâmın sayısı azaldı. İnsanlar artık baştakilere gönülden itaat etmemeye başladı. Böylece bu üç vazifeyi, bir kişi yapamaz oldu. Bu üç vazîfe, başka başka üç sınıfa ayrıldı. Usul ve fürû’ ahkâmını tebliğ vazifesi, din imamlarına, yani müctehidlere verildi. Bu müctehidlerden iman bilgilerini bildirenlere mütekellimîn; fıkıh bilgilerini bildirenlere fukahâ denildi. İkinci vazife, Ehl-i beytin oniki imamına ve tasavvuf büyüklerine verildi. Üçüncü vazife, yani dinin ahkâmını kuvvet, satvet ve saltanat ile yaptırmak işi, meliklere ve sultanlara, yani hükûmetlere verildi. Böylelikle hilâfet saltanata dönüşmüş oldu. Bu halifelere melik-i adûd denildi. Bunlara mecâzen halîfe denilmiştir (İzâlet’ül-hafâ). Melik-i adûdun ne demek olduğu Ömer Nasuhi Bilmen’in Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları adlı kitabında güzel izah edilmiştir.
    Hilâfetin saltanata dönüşeceğine, çeşitli hadîslerde de işaret vardır. Nitekim bunlardan “Benden sonra hilâfet otuz senedir, sonra melikler gelir” hadîsi meşhurdur. Bu söz, Hicret’in otuzuncu senesinden sonra fitnenin zuhur edeceğine, insanların adaletten ayrılacağına, onların zorla yola getirilebileceğine delâlet eder. Halîfeliğin saltanata dönüşmesi, sulh ve sükûnun sağlanmasından sonra yeni fetihler ve medeniyetin inkişafını temin ettiği için İslâm tarihinde çok müspet bir rol oynamıştır. Öyle ki, İslâm devleti, maddî bakımdan, Dört Halîfeler devrinden bile çok daha yüksek bir seviyeye gelmiştir. Bunun için hukukçular, zorla başa geçen kimse, halîfelik sıfatlarını taşıyorsa meşru halîfedir; taşımıyorsa da cemiyetin büyük zarara uğramaması için kendisine ısyan  edilmez, hükmünü vermişlerdir. Çünki zulmünden dolayı sultana isyan, her iki taraftan da çok kan dökülmesine ve sultanın zulmünden daha çok zarara sebep olur (Berika). Kaldı ki zorla başa geçen kimse, halîfelik için lüzumlu olan ilk ve en önemli şart olan kudreti hâiz olduğundan, eğer halîfelik için gereken, müslüman, erkek ve vücud tamamiyetini hâiz olmak gibi asgarî şartları da taşıyorsa ve bilahare ehl-i hal ve akd tarafından kendisine bi’at da edilmişse, artık ittifakla meşru halîfe hâline gelir. Kur’an-ı kerîmde Tâlût kıssası anlatılırken, hükümdar olmak için asgarî şartlar, “kudret ve siyaset ilmi” olarak tayin edilmiştir (Bakara 247). Müfessirler: “Hükümdarlık, kumandanlık için esas olan şartlar bu ikisidir, yani bilgi ve güçtür; peygamberlik veya irsen intikal şart değildir” diyor (Cessâs). Mecelle’deki şu maddeler bu prensibe delâlet eder: “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur” (m. 29) [İki kötülükle karşı karşıya kalındığında ehven olanı tercih olunur]; “Def’-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır” (m. 30) [Kötülüklerin giderilmesi, menfaatlerin celbedilmesinden önce gelir]; “Zarar-ı âmmı def için, zarar-ı has ihtiyar olunur” (m. 26) [Umumî zararı gidermek için, hususî zarar tercih edilir]; “Zarar-ı eşed zarar-ı ehaf ile izâle olunur” (m. 27) [Şiddetli bir zarar, daha hafif bir zararla giderilir]; “İki fesad teâruz ettikde ehaffi irtikâb ile a'zamının çaresine bakılır” (m. 28) [İki kötülük karşı karşıya geldiğinde, hafif olanı işlenerek büyük olanının giderilmesine çalışılır].
    İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde, halîfeliğin saltanata dönüşmesinin hangi zaruret ve ihtiyaçlar altında gerçekleştiğini güzel anlatmaktadır. Bununla beraber, modernistlerden ılımlı gibi görünenlerin bile alâmeti neredeyse İslâm dünyasındaki inhitatı, başlıca hilâfetin saltanata dönüşmesi ve mezhebler hukukunun hâkimiyeti ile izah etmek olmuştur. Halbuki İranlı Şiî bir yazar Seyyid Hüseyn Nasr bile, dört halîfeden sonra Emevîlerin umumiyetle dünyevî yöneticilere benzediğini söyledikten sonra, “Bunlarla modern bir tiran arasındaki fark, günümüzde pekçok ülkede bizzat İslâm ahkâmını yıkma girişiminde bulunulurken, Emevîler devrinde yine de İslâm hukukunun tatbik edilmiş olmasıdır” diyor.
    Emevî halîfeleri, yaygın propagandanın hilâfına, bir-ikisi hâriç, kötü kimseler değillerdi. İçlerinde II. Muaviye, Abdülmelik, Ömer bin Abdülaziz gibi âlim ve müttekileri ekseriyetteydi. Hânedânın kurucusu ise, Hazret-i Peygamber’in kayınbiraderi ve vahy kâtipliği yapmış olan bir sahâbîdir. Bunların idaresiyle İslâm ülkeleri her cihetten maddî ve manevî terakkîler göstermişti. Vatandaşlar sulh ve refah içerisinde idiler. İstanbul ilk defa bunların zamanında kuşatılmış ve Hazret-i Peygamber’in “Kayser’in şehrine ilk sefer eden ordu mağfiret olunmuştur” hadîsinin müjdesine kavuşulmuştur (Buhârî). Bilhassa İspanya, daha önceleri Gotlar elinde vahşi bir belde iken, Endülüs Emevî sultanlarının emri altında, en güzel şekilde imar edilmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmıştı. İlim, sanat, ticaret, ziraat ve güzel ahlâka çok ehemmiyyet verilmişti.  Avrupa’ya ilim ve estetik kıvılcımı, ilk defa buradan sıçramıştır. Evet, Emevîler arasında sefih bir hayat sürenler vardı. Ama bunların da millete bir zararları olmamış; ancak kendi nefislerine zulmetmişlerdir. İslâm hukukçuları bunların zamanında serbestçe ilmî faaliyette bulunarak fıkhı meydana getirdiler. Abbasî tarihçileri, zamanlarının hükümetine yaranmak için, Emevîlerin hatalarını şişirmiş, hatta bunları kötülemek için hadîs bile uydurmuşlardır. Bazı Osmanlı tarihleri de, zaman yakınlığı ve sınır komşuluğu bakımından Abbasî tarihlerinden tercüme edilmiş ve onların tesiri altında kalmış olduğundan, aynı yanlışlıkları tekrarlamıştır. Şurası muhakkaktır ki, Abbasîler, Ehl-i beyte karşı düşmanlıkta, Emevîleri kat kat geçmiştir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlıların İslâmiyetteki fâiz yasağını bertaraf ettikleri söyleniyor, hatta bu hususta vesikalar gösteriliyor. Osmanlılar gerçekten fâiz yasağını kaldırmış mıdır?
    Cevab: Para darlığının bulunduğu, karz yoluyla kredi temin edilemediği zamanlarda ulemâ muamele satışını tavsiye etmektedir. Muamele satışında, meselâ, on altın alıp, on bir altın ödemek hususunda uyuşulunca, on altını borç olarak verip, bir altına da kalem, defter gibi bir şeyi borç alana satmak câizdir. Böylece on bir altın borçlanılmış olur. Satış önce, borçlanma sonra da olabilir. Hatta meselâ, borç isteyen kimse bir malı on liraya peşin satıp teslim ettikten sonra, bunu o kimseden on bir liraya veresiye geri satın alsa bu da muteberdir. Ancak bu çeşit satışlarda muamele ile satılacak malın fiatı, borç mikdarının devlet tarafından tesbit edilen¬ yüzdesinden fazla olamaz. (İbn Âbidîn). Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında yüzde on beşe kadar muameleye izin verilmekteydi. Murâbaha Nizamnâmesi bu nisbeti tayin etmektedir. Osmanlıların son zamanlarındaki bankalar bu usule göre çalışırlardı. Meselâ, banka veznesindeki memur elindeki bir kalemi veya saati ya da (ekseriya) bir kitabı yüz altın kredi isteyen kimseye on altına veresiye satar, sonra istenilen mikdarı borç olarak verir, böylece müşteri bankaya yüz on altın borçlanmış olurdu. Fâiz, işte bu satışlardaki fazlalığa denir. Fâiz, fazlalık demektir. Günümüzde fâiz kelimesinin yanlış olarak ribâ karşılığı olarak kullanılması, bu zamanlardan kalma bir gelenek olsa gerektir. Bu farkı bilmeyenler, Osmanlılar devrinde ribânın meşru kabul olduğu zannına kapılmışlardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hazreti Ayşe'nin nişan, evlenme ve zifafa girme yaşları için kitaplardaki kaviller nedir?
    Cevab: Kaynaklar 6 yaşında nikâhlandığını, 9 yaşında iken zifafa girdiğini söylüyor. Bu yaşın daha yukarı olduğunu bildirenler de vardır. Arap memleketlerinde 9 yaş umumiyetle kızlar için bülûğa erme yaşıdır. Arap cemiyetinde genç kız-yaşlı erkek veya tersi izdivaçlar, dul kadınla genç erkeğin evlenmesi veya tersi normal karşılanmaktadır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İbni Teymiyye kâfirler ebediyen cehennemde kalmayacak deyince kâfir oluyor da, neden İmam-ı Azam ile "büyük günah işleyenin kâfir olacağını" tartışan "Bağdat'ın büyük âlimleri" kâfir olmuyor? Veya sofiyye-yi aliyye büyükleri Allahü teâlâ'nın sıfatları için Zât-ı ilahînin aynıdır diyerek niçin bid'at ehli olmuyorlar? Birisi hata edince bid'at ehli veya kâfir olduğuna hükmedildiği halde, başka bir âlim aynı şeyi yaptığı zaman "Bu konuda yanılmış ama kendisi ehl-i sünnet âlimidir" denilebiliyor? Bu fark nedir?
    Cevab: İbni Teymiyye’ye kâfir denemez. “Kâfirler ebediyyen cehennemde kalmayacak” sözünü bir te’ville söylemiştir. “Cehennemden herkes çıkarılır. Yerde otlar biter” hadis-i şerifini esas alıyor. Bu hadis-i şerifin cehennemin müminlerin gittiği kısmı için olduğunu âlimler söylemiştir. Bir hususta âlimler icma’ya vardıktan sonra hâlâ böyle söylediği için, ulemâ kendisini bid’ata nisbet etmiştir. Bazı âlimler icma’ya aykırılık küfr olduğu için böyle inanmanın da küfre sebep olacağını bildiriyor. İcma’ya aykırı konuşmak her âlime göre küfr değildir. İlmî münâzarada “küfre düşer” demekle hakikatte küfre düşmenin aynı şey olmadığını İbni Âbidin bildiriyor. Âlimler münâzara esnasında hasmını ilzam etmek için böyle söyler. Bu hakikatte küfr manasına gelmez. Münâzaranın usulü böyledir. İmam-ı Azam zamanında henüz bu gibi âyet-i kerimelerin mânâ ve muhtevası hususunda icma’ya varılmış değildi. İcma’dan evvel herkesin ictihadını beyan etmekte serbest olduğu malumdur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Fukahâ-yı Seb'a’nın diğer fıkh âlimlerinden farkı nedir? Niçin tâbiînden ve sahâbîlerden farklı olarak ayrıca zikrediliyorlar? Zaten çoğu sahâbî veya tâbiînden değil mi?
    Cevab: Fukahâ-yı seb'a Medine-i münevverenin yedi büyük fakihi demektir. Bir kaç tanedir. Eshâb-ı kirâmın, Hazret-i Peygamber’in irtihâlinden sonraki devirde en çok fetvâ veren yedi tanesi, Hazret-i Ömer, Ali, Abdullah bin Mes'ud, Hazret-i Âişe, Zeyd bin Sâbit, İbn Abbâs ve İbn Ömerdir. Bunlara fukahâ-ı seb’a-yı sahâbe (sahâbe-i kirâmın yedi fakîhi) denir. Sonraki fukahâ-ı seb'a ise Medine'nin yedi fakihidir. Sahâbe-i kirâmdan sonra Medine-i münevverede fetvâ verme salâhiyeti âdetâ bu yedi fakîhe mahsustu. Said bin el-Müseyyeb, Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr, Urve bin Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebû Seleme bin Abdürrahmân bin Afv, Ubeydullah ibni Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân idi.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Yezid'in Mir'ât-ı kâinât'da yazdığı üzere Hazreti Hasan'ın karısına para ve mal vadedip onu zehirletmeye çalışması Yezid'i zalim ve fasık yapmaz mı? Bu yapılan savaşta herşey mubahtır kaidesine mi giriyor?
    Cevab: Başka tarih kitaplarında “Hazret-i Hasen çok evlenip boşanıyordu. Karısı kıskançlık sebebiyle öldürdü” diyor. Bence makuldür. Diğeri Şiî rivayeti olabilir. Hazret-i Hasen’in öldürülmesinden memnun olacak veya istifade edecek birisi odur demişlerdir. Halbuki o zaman daha Yezid’in veliahtliği mevzubahis değildi. Yaptıysa, Hazret-i Hasen’in politik faaliyeti olduğunu düşünüp yapmış olabilir. Sebepsiz yapmış olabilir. O zaman fâsık olur. İstese kendisi için Hazret-i Hasen’den de tehlikeli olabilecek Hazret-i Hüseyn’in oğlu Zeynelâbidîni de öldürürdü. Çünki Kerbelâ dönüşü Yezid’in eline düşmüştü.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bazıları velâyete inanmadan bütün amellerimizin boşa çıkacağını söylüyor. Velâyeti, yani imâmeti Allah Kur’an’da söylüyor ve bir çok hadîs de bunu destekliyor. Biz şimdi nasıl inanmalıyız ki amellerimiz boşa çıkmasın?
    Cevab: Şia mezhebi, velâyet diye Hazret-i Ali’nin Hazret-i Peygamber’den sonra halife olduğunu, bunu Kur’an-ı kerim ve hadîslerin bildirdiğini söylüyor. Âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflere bu meyanda mânâ veriyor. Velâyeti Allah emrettiğine göre, kabul etmeyenlerin imanının gideceğini söylüyor. Bu sebeple Hazret-i Ali’yi değil de, Hazret-i Ebubekir, Ömer ve Osman’ı halife yaptıkları için diğer sahabileri imansız biliyor. Şurası bir gerçek ki, Kur’an-ı kerimde velâyetten bahsedilmiyor. Velâyet dostluk demektir. Veli veya mevlâ dost demektir. Aynı zamanda da yakın akraba mânâsına gelir. Hazret-i Peygamber, “Ben kimin velisi isem, Ali de onun velisidir” buyurmuştur. Yani “Beni seven, Ali’yi de sevmelidir; çünki ben onu seviyorum” demektir. Müslüman bütün sahabileri sevdiği gibi, Hazret-i Ali’yi de sevmek mecburiyetindedir. Hazret-i Ali’yi sevmeyen günaha girer, ama imandan çıkmaz. Amelleri boşa çıkmaz; yani ahırette namaz kılmadın denmez; ama bu ibadetlere verilen sevaplardan mahrum kalır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Müt’a nikâhı Hazret-i Ömer tarafından neden kaldırıldı? Câbir bin Abdullah’dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerife göre: “Biz Hazret-i Muhammed ve Ebubekir zamanında bir avuç hurma karşılığında kadınlar ile geçici nikâhlar yapardık. Hazret-i Ömer bunu Amr bin Hurays hâdisesinden sonra kaldırdı.” Amr bin Hurays hâdisesinde neler oldu?
    Cevab: Müt’a nikahı Câhiliye devrinde, yani Hazret-i Peygamberin peygamberliğini ilan edişinden evvel câri idi. Hazret-i Peygamber, böyle bir nikâh yapmadı. Yapılmasını emretmedi. Kur’an-ı kerimde Mü’minûn suresinin altıncı âyetinde üstü kapalı da olsa müt’a nikâhının câiz olmadığı bildirildi. Hayber gazâsında Hazret-i Peygamber müt’a nikahını yasakladı. Bunu başta Hazret-i Ali olmak üzere çok sayıda sahabi bildiriyor. Bunun yasaklandığını bilmeyenler, bilmediği için yapanlar da vardı. Hazret-i Ömer zamanında, sahabiler toplanarak, Hazret-i Peygamberin müt’a nikâhını yasakladığını, dolayısıyla müt’a nikâhının câiz olmadığını müzâkere ederek karara bağladılar. İcma’ya vardılar. Müt’a nikâhını Hazret-i Ömer yasaklamadı. Hazret-i Peygamber tarafından yasaklandığı onun zamanında ilân edildi. Hazret-i Ömer’e düşmanlıkları sebebiyle böyle şeyler uydurup kendisini suçlayanlar vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Sahih-i Buhârî’de Peygamber efendimizden şöyle bir hadîs-i şerif geçiyor: “Aranızda iki ağır emanet bırakıyorum. Biri Kur’an-ı kerim; biri de sünnetimdir”. Sahih-i Müslim’de aynı hadîs-i şerif şöyle geciyor: “Aranızda iki ağır emanet bırakıyorum. Biri Kur’an-ı kerim; biri de Ehlibeytimdir”. Bunu daha derin araştırdıktan sonra ortaya şu çıktı ki, Sahih-i Buhârî’de bu hadîsi rivâyet eden kişi Emevîler tarafından maddî yönden memnun edilmiş bir insandı. Onun için böyle rivâyet etti. Ama Abbasî devrinde Sahih-i Müslim örtbas edilmiş şeyleri ortaya koyuyor. Hangisi doğrudur?
    Cevab: Emevîlerin Ehl-i beyte düşman olduğunu nereden biliyorlar? Abbasîlerin ehl-i beyt düşmanlığı Emevîlerden kat kat fazladır. Ama Abbasî tarihçileri, Abbasîlere yaranmak için Emevîleri kötülemiş; onları Ehl-i beyt düşmanlığı ile suçlamıştır. Doğrusu her zaman Ehl-i beyte düşmanlık edenler çıkmıştır. Bunun hadîs rivâyetleriyle alâkası yoktur. Böyle söyleyen ne hadîs tarihini, ne hadîs âlimlerini incelememiş demektir. İmam Buhari’nin hadîs-i şerifleri sahih kabul edip kitabına yazmak için rivayetçilerde aradığı kriterler o kadar yüksektir ki, başka hiçbir hadîs âlimi bu kadar hassas olamaz. Sahih-i Buhârî’yi yazan İsmail Buhârî, Ehl-i beyt sevgisi ile tanınmış, hatta bu sebeple Şiiîikte bile itham edilmiş idi. Doğrusu her ikisi de hadîs-i şeriftir. Hazret-i Peygamber bir defa öyle, bir defa da böyle buyurmuştur. Her ikisi de mânâ itibariyle doğrudur. Hazret-i Peygamber’in sünneti emanet bırakması “Sünnetime uyun!”; Ehl-i beyti emanet bırakması da, “Ehl-i beytime hürmet edin!” demektir. Zaten Ehl-i beyt, yani Hazret-i Peygamberin hanımları, kızları, damatları, torunları, Hazret-i Peygamber’in sünnetini aktarmakta en önde gitmişlerdir. Hazret-i Peygamber’in emanet olarak sünnetini bırakması elbette ki daha mantıklıdır. Ehl-i beyt olmasa, İslâm dinine bir eksiklik gelmezdi. Ama sünnet olmasa din çok eksik kalırdı.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kitapta eski İstanbul’daki düğün merasimi anlatılırken, ‘Gelin başında taç, göğsü ve bileğinde mücevherat ile, duvaklar içinde koltuk merasiminde bulunuyordu. Yüzlerce çeyrek altınlar etrafa serpildi, herkes kapışan kapışana’ diyor. Bu altın atma merasimi nedir ? Altınları tam olarak kimler atardı, kimler toplardı ? Bu merasim, daha eski ve mecazi bir anlamı olan başka bir merasimin devamı mıdır, yoksa amacı sadece para dağıtmak mıydı ? Amacı bu değil ise, merasimin amacı ne idi ?
    Cevab: Osmanlı düğünleri birkaç gün sürerdi. Son gün (umumiyetle Perşembe, bazen Pazar) gelin alma ve koltuk merasimi yapılır. Gelin, baba evinden alınıp, koca evine getirilir. Kadınların içinde gelinliği ile oturur. Kadınlar eğlenir. Öğleden sonra damat gelir. Kadınlar örtünür. Damat içeri girer. Kolunu geline uzatır. Gelin naz eder. Bahşiş vermek suretiyle gelini razı eder. Sonra koluna takıp (koltuğuna alıp) yukarıya odalarına götürür. Gelinin diğer koluna da gelinin sağdıcı olan kadın girer. Gelin ile damat odalarında orada birbirlerini görüp kısaca sohbet ederler. Meyve yer, şerbet içerler. Gelinin yüzünü açıp yüz görümlüğü denen mücevheri takar. Sonra gece zifafta buluşmak üzere ayrılırlar. Buna koltuk merasimi denir. Damat gelini koluna takıp odasına götürürken kadınlar damadı görmek için hınca hınç ortalığı doldurur. Damat elini cebine atar. Önceden hazırladığı altın, gümüş veya bakır paraları serper (saçar). Bu paraları toplamak için insanlar ortalığa üşüşür. Çünki gelin parası almak bereket sayılır. Bu Hazreti Peygamber zamanından gelen bir âdettir. Parası olmayanlar kuru yemiş serper.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: İttihad ve Terakki’den bahsederken bazen cemiyet, bazen parti tabiri kullanılıyor. Doğru olan hangisidir?
    Cevab: Osmanlı Devleti’nde siyasî partiler, Yeni Osmanlılar, İttihad ve Terakki Cemiyeti gibi rejim aleyhdarı gizli teşekküller olarak başlamıştır. II. Meşrutiyet ile fırka adıyla modern mânâda siyasî partiler teşkil edilmeye başlanmıştır. Bunlar, ayrı bir siyasî partiler kanunu olmadığı için, Cemiyetler Kanunu’nun siyasî cemiyetler tasnifine göre faaliyet göstermiştir. Dolayısıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti tabiri doğrudur. Ama cemiyet iktidardaki faaliyeti itibariyle, Avrupa anayasa literatüründeki fırka (parti) tabirine daha yakındır. Bu sebeple cemiyet de dense, fırka (parti) de dense doğru olur. İktidara geldikten öncesi için de, sonrası için de böyle. Ama 1908 öncesi için cemiyet (komite), 1908 sonrası için fırka (parti) dense daha uygun olur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Bir kitapta saray bayramlaşmasını anlatırken, padişah bayramlaşma için Muayede Salonu’na girerken ‘Enderunlu maiyet-i şahane’nin iki sıra halinde “Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah vardır!” diye bağırdıklarını yazıyor. ‘Enderunlu maiyet-i şahane’ derken tam olarak kimler kastediliyor?
    Cevab: Padişahlar Topkapı Sarayı’nı terk ettikten sonra, burada sarayın hizmetine bakan hademeler kaldı. Bunlara Enderun ağaları, Enderunlu maiyet-i şahane denirdi. Bunlar padişah Topkapı Sarayına geldiği zaman hizmetinde bulunur. Ayrıca merasimlerde, bilhassa ecnebi misafirler geldiğinde sofrada ve benzeri yerlerde hizmet ederlerdi. Zarif beyaz kıyafetleri ve ellerinde beyaz eldivenleri olurdu. Fiziği düzgün, kibar ve güvenilir kimselerdi. Bu şekilde bağırmaya alkış denir. Bunu eskiden saray ağalarından olan çavuşlar yapardı. Çavuşluk Sultan II. Mahmud tarafından kaldırılınca, alkış işi Enderun efendilerine verildi. Bunlar artık klasik devirdeki talebeler değildir. Enderun’da vazife yapan memurlardır. Hepsi Türk asıllıdır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı'nın çöküş nedenlerinden birisinin matbaanın geç gelmesi ve milletin câhil kalması olduğu söyleniyor. Doğru mu?
    Cevab: Matbaa geç gelmedi. Avrupadaki ile aynı zamanda Osmanlı ülkesinde de vardı. Ama müslümanlar buna itibar etmiyordu. Hattatlar vardı. Kitaplar elle çoğaltılıyordu. Millet cahildi sözü slogandır. Matbaa Müslümanlar arasında da yayıldıktan sonra okumak artmadı. Bugün de öyledir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hezarfen Çelebi'nin uçtuğu için padişahın onun kellesini vurdurduğu doğru mu?
    Cevab: Hezarfen Çelebi’den sadece Evliya Çelebi bahsediyor. Başka hiçbir kaynakta nedense bu kadar ehemmiyetli bir husus geçmiyor. Dolayısıyla doğruluğu şüpheli bir hâdisedir. Evliya Çelebi, böyle güçlü bir adam tehlike hâsıl edebilir endişesiyle Cezayir’e tayin edilmiş, yani sürülmüştür diyor, kellesini vurdurmuştur demiyor.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı'nın teknoloji yönünde gelişme göstermediği doğru mu?
    Cevab: IRCICA, Osmanlılarda ilim tarihi ile alâkalı pek çok kitap neşretti. Ekmeleddin İhsanoğlu ve Fuad Sezgin’in çalışmaları tedkik edilirse, Osmanlılarda ilim ve fennin hiç de geri olmadığı anlaşılıyor. Ekmeleddin İhsanoğlu ve arkadaşlarının neşrettiği literatür tarihi eserlerinde binlerce bilimsel eser tanıtılmaktadır.
    Osmanlı astronomi literatürü tarihi (2 Cild)
    Osmanlı askerlik literatürü tarihi (2 Cild)
    Osmanlı matematik literatürü tarihi (2 Cild)
    Osmanlı tabii ve tatbiki bilimler literatürü tarihi (2 Cild)
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Padişahların, nikâhlı hanımları, ikballeri, peykleri ile 4 kadın gözetmeksizin birlikte olmalarının hukuku nedir? Kur’an’dan âyet verebilir misiniz?
    Cevab: Câriyelerle evlenmenin ruhsatı, Nisa suresi: 3, 25; Mü’minûn suresi: 5-6. ayeti kerimeler ve Hazreti Peygamberin sünnetidir.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Osmanlıların Türkleri aşağıladığı, Celalî isyanlarının bu aşağılamaya reaksiyon olarak çıktığı, Şiîlik ve Safevîliğin Türk kimliği ile daha yakın olduğu, Mısır’ın fethinden sonra Anadolu Türklerinin Arap asıllı ilim adamlarının hâkimiyetine girdiği söyleniyor. Doğru mudur?
    Cevab:

    Hâdiseler çarpıtılmaktadır. Celâlî isyanları tamamen ekonomik gayelerle çıkmıştır. Tımarları elinden alınan Türkmen asıllı sipahiler, yanlarına memnuniyetsiz bir kitleyi de alıp ayaklanmıştır. Bunları Şiî Safevîler de desteklemiştir. Türk kimliği ile bir alâkası yoktur. Çünki Anadolu Türkmenlerinin azı Şiî'dir, hepsi değildir. Safevîler bunlara menfaatler va'dederek İran'a çağırmıştır. Göçebe kimliklerini muhafaza etmeleri sebebiyle İslâmiyet kalblerinde tam yerleşmediği için bu çağrıya uymuşlardır. Safevîlerin de bir Türk kimliği yoktur. Osmanlılar kadar bile yoktur. Safevî ailesi Kürt asıllıdır. Azerbaycan'da yaşadıkları için elbettte Türkçe bilirlerdi. Üstelik Şah İsmail seyyidlik (yani Araplık) iddiasındadır. Görülüyor ki Safevîler Türk kimliğini savunmuş değiller ki Türkmenler bunları kendilerine ırk ve kültür olarak yakın görsünler. Yakın görmeleri tamamen menfaat içindir.

    Mısır'ın fethinden sonra Anadolu Türkmenleri yabancı ilim adamlarının hâkimiyetine girmemiştir. Osmanlı Devleti yıkılana kadar ulemâ, birkaç istisna hariç, hep Türk asıllıdır. Osmanlılar Türk asıllı olduğu gibi, Türk kültürünü, dilini, medeniyetini ve şuurunu da hep canlı tutmuştur. Türkçe bu sayede günümüze kadar temiz ve düzgün bir şekilde intikal etmiştir.

    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: Hazret-i Ebu Bekr ve Hazret-i Osman zamanında yazılan mushaflar ne olmuştur?
    Cevab: Hazret-i Ebu Bekr zamanında meydana getirilen mushaftan, Hazret-i Osman zamanında Kureyş lehçesiyle bir nüsha çıkarılıp bu nüshada sureler de Hazret-i peygamber’den gelen rivayete göre dizildi. Sonra eski nüsha ve diğerleri imhâ edilip, yeni nüshadan altı tane daha yazıldı. Bunlar Bahreyn, Şam, Basra, Kûfe, Yemen ve Mekke'ye gönderildi. Bugün dünyada bulunan mushafların tamamı, Emevî halîfesi Abdülmelik'den itibaren, bu yedi mushaftan çoğaltılmıştır. Bu orijinal mushaflardan Şam’a gönderilen nüsha, Sultan II. Abdülhamid zamanına kadar Ümeyye câmiinde saklanmakta iken, çıkan bir yangından kurtarılamamıştır. Londra’daki mushafın bu olduğu da söyleniyor. Medine’deki nüshanın üzerinde, içlerinde Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Saîd bin Âs gibi sahâbelerin icmaının bulunduğunu ve arkasında da heyetin diğer âzâlarının isimlerini bildiren birer yazı vardı. Ravza-i Mutahhara’da saklanan bu mushaf en son 1930’da görülmüştür. Topkapı Sarayı’ndaki mushafın bu olduğu zannediliyor. Mekke’deki nüsha 735/1335 senesinde Kâbe’de görülmüştür. Kûfe’deki mushafın bir ara Hıms kalesinde muhafaza olunduğunu Nablüsî (1731) söyler. Taşkent’teki mushafın bu olduğu zannediliyor. Basra’daki nüsha bir ara Kurtuba’ya götürülmüşse de, Muvahhidî devletinin kurucusu Abdülmü’min tarafından başşehri İşbiliyye’ye (Sevilla) naklolunmuştur. Bunun ölümünden (1163) sonra çıkan karışıklıklarda Portekiz’e götürülmüş; bir tâcir tarafından alınarak Fas’a getirilmiş; burada uzun müddet devlet hazînesinde muhafaza edilmiştir. İbn Battuta, Hazret-i Osman’ın şehid edilirken okuduğu mushafın bu olduğunu ve üzerinde kan lekelerini gördüğünü söylemektedir. İstanbul Türk-İslâm Eserleri Müzesi’ndeki mushafın Basra mushafı olduğu söyleniyor. 1904 senesinde Buharâ’da tesâdüf olunan böyle bir mushaf, 1923 senesinde Bolşevikler tarafından Moskova’ya götürülmüş; sonra Taşkent’e iade edilmiştir. Bu ilk mushaflardan birisi sonradan Mısır’a götürülmüştür. Amr bin el-Âs câmiinde idi. Mısır’ın fethinden sonra Yavuz Sultan Selim’e takdim olunarak Topkapı Sarayı’na getirildi. İstanbul’da bugün ikisi Hazret-i Osman ve üçü Hazret-i Ali’den kalma beş mushaf bulunmaktadır. Bunlardan biri Hazret-i Osman’ın, ikisi Hazret-i Ali’nin el yazısı iledir. Bu ilk yazılan yedi mushaf hâricinde, Sahâbe devrine ait bazı mushaflar, İstanbul, Kâhire, Mekke, Taşkent, Londra, Petersburg gibi dünyanın çeşitli beldelerinde mevcuttur.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: "Kızıl elmaya padişahım! Kızıl elmaya"... Bu sözü duyduğumda "Kızıl Elma"nın anlamının gerçekten ne olduğunu çok merak ettim. Çeşitli araştırmalar yaptım. Farklı söylemler var. Ama kesin bir bilgi yok. Belki de bulduğum cevaplar beni tatmin etmedi. "Kızıl Elma" dan kasıt nedir?
    Cevab: Türkler, öteden beri muharip bir milletti.
    Uzun harplere, seferlere, tabiî şartlara mukâvemetleri güçlüydü.
    Müslümanlığa girdikten sonra, yeni dinlerini gönülden benimsediler.
    Eski âdetlerinden buna uymayan hususları tamamen terk ettiler. Eski günleri de özlemediler.
    Bu hasletleri, onları İslâmiyetin bayrakdarı yaptı. İslâmiyet, Türklerin elinde geniş topraklara yayıldı. Avrupa içlerine, Çin ve Sibirya’ya dayandı.
    Buna, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi deniyor.
    Türkler, Hıristiyanlığın merkezi olan Roma’ya Kızıl Elma demişler ve fütuhatlarının nihaî hedefi olarak burasını tesbit etmişlerdi. Rivayete göre Roma'da Papalığın merkezi pozisyonundaki St. Petro kilisesinin mihrabında asılı kırmızı (altın) bir top, Kızıl Elma tabirinin doğmasına sebeptir. Viyana veya Budapeşte Sarayı'yla alâkalı da benzer bir menkibe anlatılırsa da, Hazret-i Peygamber'in müslümanlara İstanbul ve Roma'yı hedef gösteren hadis-i şerifleri nazara alınırsa Kızıl Elma'nın Roma olması daha makuldür. Şu kadar ki Kızıl Elma tamamen sembolik bir tabirdir. Türk fetihlerinin vizyonunu ifade eder. Türk fetihleri batıya doğrudur.
    Bu mevzuda çoğu hamâsî ve hissî şeyler söylenmiştir. Nihal Atsız'ın  Kızıl Elma başlıklı bir yazısı vardır.
    21 Haziran 2010 Pazartesi
  • Sual: el-Fıkhu alel-Mezâhibil-Erbaa kitabı güvenilir bir kitap mıdır? Yazarının İbni Teymiyeci olmak bakımından tenkit edildiğini işittiğim için soruyorum.
    Cevab: el-Fıkhu alel-Mezâhibil-Erbaa kitabı sahasında itimad edilir bir kitaptır. Dört mezhebin Mısır'daki en tanınmış dört âlimi bir araya gelerek bu dört mezhebin mutemed kitaplarından toplayarak yazmıştır. Mısır’da mescidlerde dört mezhebin ahkâmının tedrisi ve imamların bu mezheblerin hükümlerini gözetebilmesi maksadıyla Evkâf Vezâreti tarafından Câmi’ül-Ezher ulemâsından dört mezhebe mensup hukukçulardan bir komisyon kuruldu. Bunlar dört mezhebe göre mukayeseli bir fıkıh kitabı hazırladılar. Mısır hükûmeti, kanunlarda ve tedrisatta Hanefî mezhebi yanında dört mezhebin hükümlerinden de istifâde edilmesi kararı almıştı. Bahis mevzuu kitap, bu hususta da yardımcı olacaktı. Mısır’da Hanefî ulemâsının reisi mevkiindeki Şeyh Abdurrahman el-Cezirî (1360/1941), bu komisyonun reisi oldu. Bu komisyonda Mâlikî mezhebinden Abdülcelil Îsâ, Şâfi’î mezhebinden Muhammed el-Bâhî ve Hanbelî mezhebinden Muhammed Sebi’ ez-Zehebî âzâ olarak bulunuyordu. Komisyon 1349/1931 yılında el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbea kitabını hazırlayarak İslâm hukukuna mühim bir hizmette bulunmuş oldu. Kitap matbu olup, Türkçeye de tercüme olunmuştur.

    İbni Teymiyye büyük bir âlimdir.İlmi, dindarlığı, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sivri dili, inatçılığı ve doğru bildiğinden şaşmaması ile tanınmıştır. Şiîlere, Hıristiyanlara ve Yunan felsefecilerine yazdığı reddiyeler çok kıymetlidir. İbni Teymiyye önceleri Hanbelî mezhebinde iken, sonraları müstakil hareket etmeye başladı. Mesâisini selef itikadının ihyâ iddiasına hasr etti. Bu arada kendisinden önce gelenlere, bu arada Sahâbe’ye de aşırı tenkidlerde bulundu. Bazı cahil tarikatçıların aşırı hareketlerini bahane ederek, istigâse, tevessül, şefaat, kabir ziyareti gibi hususlara muhalefetiyle öne çıktı. “Ancak üç mescide ziyâret için gidilir” hadîs-i şerîfini, “Ancak üç mescid ziyâret edilir” şekline çevirerek, Hazret-i Peygamber’in kabrini ziyaret için bile gitmek günah olur dedi. Kabir ziyaretine cevaz veren ve tasavvufu, kerâmeti câiz gören sözleri varsa da, tevessül, istigase, kabirlere adak yapmak, kabirlerde dua edip şefaat dilemek gibi hususlara muhalefeti hep sürdü. Giderek tasavvufun Hind felsefesinden etkilenmiş bir bid’at olduğunu iddia etti. Sadreddin Konevî ve Muhyiddin Arabî’yi ağır şekilde tenkid etti. Şart-ı vâkıfın muteber tutulmaması, bir defada verilen üç talâkın bir talâk sayılması, yemine bağlanan talâkın vâki olmayıp keffâretle iktifâ edileceği, hayızlı kadına verilen talâkın vâki olmayacağı gibi fıkhî konularda da Selef ulemâsının icma’larına uymayan, şâz (marjinal) görüşler ileri sürdü. Bu sebeple yalnız tasavvuf ehlinin değil, zâhir âlimlerinin de nefretini çekti.

    Memlûk Sultanı’nı Müslüman İlhanlılarla harbe teşvik etti. Bu sebeple modernistler tarafından “İslâm ülkelerini Tatar istilâlarından koruyanların ön safında çalışan manevî önder İmam İbni Teymiyye” olarak lanse edilir. Halbuki İbni Teymiyye, iki İslâm askerinin harb etmesini kızıştırmış, kardeş kanı dökülmesine, binlerce müslümanın ölmesine sebep olmuştur.  Ehl-i sünnet âlimlerinin yaptığı gibi, bu iki İslâm hükümdarına nasihatlar verip, din kardeşi olduklarını söyleyip, “Kardeşlerinizin arasını bulunuz!” meâlindeki âyet-i kerîmeye uysaydı, zaten iyi niyetli olan Gazan Han ile Sultan Nâsır birleşerek, yardımlaşır; büyük bir imparatorluğun meydana gelmesine sebep olabilirdi.

    Akideye dair yazdığı Fetâve’l-Hameviyyeti’l-Kübrâ ve El-Vâsıta diye de bilinen el-Akîdetü'l-Vâsıtıye adlı eserlerinde teşbih ve tecsime kayan (Allahü teâlânın cisim olduğu ve insana benzediği yolunda) fikirler ileri sürdü. Bunun üzerine vaaz ve fetvâ vermesi yasaklandı. 705 (1306) tarihinde Kâhire’de Kâdiyülkudât Zeynüddin Mâlikî riyasetinde toplanan âlimler huzurunda muhakeme olundu. Kâhire ve İskenderiye’de ikamete tâbi tutuldu. Sonra Şam’a döndü. Selef-i sâlihînin icma’ına uymayan sözleri sebebiyle fitneye sebep olunca sultan fetvâ ve vaaz vermesini yasakladı. Dinlemeyince Şam Kalesi’ne kapatıldı. 728 (1328) tarihinde burada vefat etti.

    İbn Teymiyye üçyüz civarında kitap yazmıştır. es-Siyasetu'ş-Şer'iyye kitabı, İslâm amme hukukuna dair mühim ve kıymetli bir eserdir. Fetvâları, halen Suudî Arabistan’daki mahkemelerin mürâcaat kitabıdır. Hanbelî âlimlerinden İbni Teymiyye adıyla meşhur Fahrüddîn Muhammed bin Ebi’l-Kâsım başkadır. Bu da Harranlı olup, 621 senesinde 79 yaşında vefat etmiştir. Tefsîri ve Hanbelî fıkhına dair eserleri vardır. İkisi karıştırılır.

    İbni Teymiyye’nin çok sayıda talebesinden İbnü’l-Kayyım dışında hiç biri hocası kadar aşırı gitmemiş ve Ehl-i sünnet dairesinden çıkmamıştır.

    Başta Izz bin Cema’a, Ebu’l-Hasen Sübkî, İbn Hacer Askalânî, İmam Süyûtî, İmam Şa’rânî, İbn Hacer Mekkî, Ahmed Sâvî, Abdülhay Lüknevî, Yusuf Nebhânî, Habîbü’l-Hak Permûlî olmak üzere pek çok mühim âlimler, İbni Teymiyye ve nev’i şahsına mahsus fikirlerine reddiye yazmıştır.

    İbni Teymiyye mağrur, münazaralarda ise üslubunu ayarlayamayan bir kimse idi. Nahv âlimlerinden Ebû Hayyân, 700 senesinde Kâhire’ye geldiğince, İbni Teymiyye buna “Nahv âlimi dediğimiz Sibeveyh de kim oluyor. Kitâbında tam seksen yanlış var ki, sen onları anlayamazsın” demişti. Ebû Hayyân, el-Bahr adlı tefsirinde ve Nehr ismindeki muhtasarında ilim adamına yakışmıyan sözleri karşısında, ondan uzak kalmayı uygun gördüğünü söyleyerek İbni Teymiyye’yi ayıplamıştır. İbni Hacer Askalânî, Dürerü’l-Kâmine kitabında, İbni Teymiyye’nin önde gelen talebesi Zehebî’nin “İbni Teymiyye, ilim üzerinde konuşurken hiddetlenir; karşısındakini mağlup etmeye çalışır, herkesi gücendirirdi” sözünü naklediyor. İmam Süyûtî, Kam’ul-Mu’ârıd isimli eserinde, “İbni Teymiyye, kibirli idi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi” diyor. Şam ulemâsından Muhammed Ali Bey, Hıttatü’ş-Şam kitabında diyor ki, “İbni Teymiyye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat Hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi olamadı.”

    Netice itibariyle İbni Teymiyye, zekâsı, ilmi, ibâdeti bir yana, cerbezesi ve gururu ile öne çıkmış; selef-i sâlihînin icmasından ayrılmış; İslâm tarihinde onulmaz yaralar açmış büyük bir âlimdir. Bir tarafta modernistlerin, bir tarafta Vehhabîlerin önderi olmak itibariyle ifrat ve tefrit arasında kalmış enteresan bir şahsiyettir.

    İbni Teymiyye’nin her söylediği de yanlış değildir. Doğru söylediği ve sonra gelen Ehli sünnet âlimlerinin kaynak aldığı sözleri ve kitapları da vardır. Bir kimsenin İbni Teymiyye'den istifade etmesi, onun kitaplarına referans vermesi, İbni Teymiyye’nin hatalarını da benimsediği mânâsına gelmez. Mesela Ehli sünnetin çok kıymet verdiği İbni Âbidin hazretleri bile İbni Teymiyye'den nakiller yapıyor ve büyük âlim olduğunu söylüyor.

    İbni Teymiyyeci diye bir tabir veya fırka yoktur. Ancak XVIII. asırda Arabistan’ın doğusundaki Necd havâlisinde ortaya çıkan ve zamanla bütün Arabistan’a hâkim olan Vehhâbîlik, İbni Teymiyye’nin görüşlerine dayandığı iddiasındadır. Maamafih Vehhâbîlik, İbni Teymiyye’nin fikirlerinden çok daha aşırı bir yol tutmuştur. İbni Teymiyye ve fikirleri, unutulmaya yüz tutmuşken, modernistlerin biricik referansı olarak canlandırılmış olup abartılarak hayatiyetini muhafaza etmektedir. Vehhâbîliğin kurucusu 1206/1792 yılında vefat eden Muhammed bin Abdülvehhabdır. Mezhebinin esasları İbni Teymiyye’ye uzanır. Muhammed bin Abdülvehhab, İbni Teymiyye ve en önde gelen talebesi İbni Kayyım’ın görüşlerini iyice incelemiş ve bunlara taassupla bağlanmıştı. İslâmiyeti, ilk zamanlarındaki saflığına döndürme iddiasıyla ortaya atıldı. Kabir ziyaretini, türbe yapılmasını, tevessülü, tasavvufu, câmilerde minber ve minâreyi, namazlardan sonra tesbih kullanılmasını câiz görmüyordu. Mezheb, sahâbeye bakış açısı bakımından Hâricîlik, Allah’ın cisim olduğu hususunda Mücessime ve nassların zâhirî mânâlarına bakıp mecaza gitmemek hususunda da Zâhiriye mezhebinin tesirlerini taşıyordu. Ehl-i sünnetin Mâtüridî ve bilhassa Eş’arî mezhebini reddederek, kendilerine selef-i sâlihîni hatırlatacak şekilde, Selefiyye adını vermişlerdir. Halbuki inanç ve amelleri selef-i sâlihîne benzememektedir. Vehhâbîliğin esasları, İbni Teymiyye’nin görüşlerinden daha şiddetlidir. Öyle ki, İbn Teymiyye’nin câiz değil dediğine, Vehhâbîler küfr demiştir. Ayrıca İslâmiyeti aslına döndürme etme pozu takınan bazı modernistler de İbni Teymiyye’yi hak ettiğinden yukarıda tutmakta ve onun sözlerini referans almaktadır. Günümüzde radikal islamcı denilen ve tedhiş faaliyetleri ile gayrıislamî rejimleri devirme iddiasındaki gruplar da İbni Teymiyye’yi zamanının Müslüman hükümetine karşı tavırları sebebiyle kahraman bir manevî lider olarak görmektedir. Halbuki Ehli Sünnet itikadı ne vaziyette olursa olsun hükümete karşı gelmeyi yasaklamaktadır.

    17 Eylül 2010 Cuma
  • Sual: Osmanlı sarayında padişahlar ve ailesi arasında musiki ( müzik ) yaygın mıydı? Padişahlar arasında beste yapan, ney çalanlar olduğu kaynaklarda geçiyor. Ayrıca müzikle tedavi yapıldığı söyleniyor. Musiki dinen caiz olmadığına göre bunu nasıl izah edilebilir?
    Cevab:

    Evvelemirde şunu söylemek gerekir ki musiki matematik ilminden çıkma bir ilimdir. Musiki bilmek başkadır; beste hazırlamak başkadır; musiki yapmak veya dinlemek başkadır. Ulemâ musikinin bazısını câiz görmüş; bazısını görmemiştir. Bunlar hakkında da ulemâ arasında görüş birliği her zaman bahis mevzuu olmamıştır. O halde musiki haramdır diyerek kesip atmak doğru değildir. Adam öldürmek büyük günah iken, kendini müdafaada câiz ve cihadda lâzım hâle geliyor.
    İmam Gazâlî Hazretleri İhyâ ve Kimyâ kitaplarında musikiyi uzun anlatıyor. Buna göre musikinin hükmü üç şekilde ele alınmaktadır:
    1-Şarkının sözleri haram ise, söylemek ve dinlemek ittifakla haramdır.
    2-Söyleyen kadın ve dinleyen yabancı erkek ise, ittifakla haramdır.
    3-Dinlenen meclis fısk meclisi ise veya dinleyenler fâsık ise, ittifakla haramdır.
    4-Çalgıların hepsi hakkında açık ve kesin nass olmadığı için din âlimleri ihtilaf ettiler. Düğünde def çalmak câizdir. Ramazanda sahur veya iftarı ilân etmek için davul çalmak câizdir. Hac yolunda, cihada giderken, asker karşılarken, bayramlarda davul çalmak câizdir. Sürünün veya kervanın önünde kaval çalmak da câiz görülmüştür. Ney çalmak, bazı Şâfiî âlimlerine göre câizdir. Bando ve mehterde çalgı câizdir. Her çeşit düğünde, seferden dönüş gibi sevinç günlerinde, ezcümle arkadaşların ziyaretinde, arkadaşlarla karşılaşmakta, onlarla bir yemekte çalgı çalınması câizdir. (İhyâ’dan hülâsa tamam oldu.)
    Hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Kettânî'nin Terâtib kitabında yazdığı üzere, Hafız Ebu'l-Fadl Muhammed bin Tahir el-Makdisî gibi bazı ulemâ, çalgı âletlerini kuş veya su sesine benzetmiş; kadın sesi ve sözleri tahrik edici olmadıkça çalgı âletiyle musiki dinlemeyi mübah görmüştür. Kettânî, buna dair yirmi kadar kitabın ismini sayıyor. Bununla beraber fıkıh kitaplarında tercih edilen görüş, yukarıda İmam Gazâlî’nin naklettikleridir.
    İbni Hacer, Zevâcir’de diyor ki: Cüneyd-i Bağdadî, Ebu Tâlib-i Mekkî, Sühreverdî gibi zâtlar der ki, “Çalgı dinlemekte insanlar ya avamdır; avam, nefislerini öldürmedikleri için onlara bunu dinlemek haramdır; ya da zâhidlerdir. Onların mücâhedeleri devam ettiği için, bunlara mubahtır. Yahut da âriflerdir; kalbleri uyanık olduğu için onların dinlemeleri de müstehabdır” demiştir. Reşahat’ta anlatıldığı gibi, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin huzurunda çalgı çalındığı zaman, biz yapmayız; yapan tasavvufçuları da inkâr etmeyiz sözünde de buna işaret vardır.
    Netice itibariyle mehter, bando, kahramanlık türkülerini gerektiğinde ve zaman zaman dinlemek herkese câizdir. Çalgısız ve yabancı kadın sesi olmadan ve sözlerinde dinen mahzurlu bir husus bulunmadıkça şarkı dinlemek de câizdir. Bir erkeğin veya kadının kendi kendine veya kendi cinsi arasında eğlence için değil de, bayram gibi neşe zamanlarında veya sıkıntıyı gidermek veya düzgün konuşmak yahud kafiye öğrenmek maksadıyla çalgısız şarkı söylemesi âlimlerin çoğuna göre câizdir. Beste yapmak da câizdir. Beste ilahi bestesi de olabilir, mehter bestesi de olabilir, şarkı bestesi de olabilir.
    Osmanlı sarayında Enderun mektebindeki gençlere musiki dersi verildiği gibi, haremdeki cariyelerden de istidatlı olanlara musiki dersi verilirdi. Sarayda kızlar bandosu vardı. Bunlar bayramlarda, düğünlerde marşlar çalardı. Son zamanlarda piyano da kullanılmıştır. Piyano davul gibi vurmalı çalgılardandır. Vurmalı çalgıların muayyen zamanlarda çalınmasına izin veren âlimler olduğu yukarıda zikredilmiştir. Padişahlar pek çok meziyeti yanında, hat gibi sanatlarda da maharet göstermiştir. Bunlar arasında musiki ile uğraşıp beste yapanlar olduğu gibi, tamamen uzak duranlar da vardır. Beste yapabilmek musikiden haberdar olmak demektir ki bir insan için meziyettir. Bu da Osmanlı hükümdarları için bir üstünlüktür. Şiir yazabilmek de böyledir. Sarayda musiki dinlenmişse bile, bunun şimdiki insanlar gibi müptezelce yapılmadığına hüsnü zan etmek lâzımdır. Hâdü'd-Dâllîn kitabında da yazdığı üzere bazı âlimler hükümdar her an devlet işleriyle meşgul bulunduğundan sarayını harb meydanı hükmünde görmüş ve burada musiki dinlemeyi bando dinlemek gibi sayıp mahzurlu bulmamıştır. Nitekim hükümdarın vaziyeti, sıradan insanlar gibi değildir. Mamafih ulemanın ekserisi insanların suiistimal edeceklerini düşünerek musikinin mübah olanından bile uzak durulmasını tavsiye etmişlerdir.
    Musiki ile tedavi İslam dünyasında tatbik edildiği gibi, Selçuklu ve Osmanlılar da bilhassa akıl hastalarını su ve kuş sesinden başka musiki ile tedavi etmeye çalışmıştır. Nitekim Edirne Sultan Bayezid Dârüşşifâsında, İstanbul Toptaşı Bimârhânesinde (akıl hastahânesinde), Kayseri Gevher Nesibe Dârüşşifâsında, Edirne Sultan Bayezid Bimarhânesinde, Haleb Arguniyye Bimarhânesinde hep musiki ile tedavinin tatbik edildiği bilinmektedir. İbni Âbidin hazretleri der ki: “Allahü teâlâ haramda şifâ yaratmamıştır” hadis-i şerifi, bunda şifâ olduğu bilinmediği zamandır. Nitekim haramda şifâ müşahede edildiği zaman kullanmak câiz olur. Hastaya kan vermek bu hükme istinaden meşru olmuştur. Musikiye haram diyen ulemâ zaten eğlence vesilesi olduğu için men etmektedir. Tedavi için musikiden istifade etmenin eğlence olmadığı ortadadır. Musiki matematikten çıkma bir ilim olduğu için, makamların bazen kaybedilen muhakemeyi düzeltmeye yardımcı olduğu ilmen müşahede edilmiştir. Musiki ile tedavinin caiz olduğu İbni Hacer'in Zevâcir kitabında 451. kebîre bahsinde yazılıdır.
    Raks da bazen câizdir. Harb oyunları gibi. Mescid-i Nebevi'de Habeşliler raksetmişler, Hazret-i Peygamber de seyretmiştir. Demek ki harb oyunları, mehter gibi sulh zamanında da caiz olmaktadır. Çeçen, Çerkez dansları da buna katılabilir. Bunun dışındaki rakslar ulema arasında ihtilaflıdır. Tasavvufçularınki de cezbe hâlinde ise caiz görülmüş; değilse görülmemiştir. Bugün Mevlevi dervişi kisvesi altında gezenlerin çoğu gösteriş ve şov maksadıyla raks ediyor ki dinen çok mahzurlu bulunmuştur.
    Dindar insanlar fıkıh kitaplarındaki sahih kavillere uyarlar. İhtilaflı mevzularda farklı hareket edenlere de bir şey demezler. Nitekim Şahı Nakşibend hazretlerinin yanına ney ve saz getirdiklerinde, “Biz bunları dinlemeyiz. Dinleyen tasavvufçuları da inkâr etmeyiz” buyurdu. Padişahlar da insandır. Masum değildir. Yanlış bir şey, bunların işlemesiyle doğru olmaz. Şu kadar ki, hayırlı işleri daha çoktur.

    10 Ekim 2010 Pazar
  • Sual: Günümüzde yapılan mezuniyet törenlerinin gizli amacı olduğu kep ve cüppe giydirerek herkesi papazlara benzetilmek istendiği söyleniyor. Böyle mezuniyet törenlerinin çıkışı hangi ülkedir, neden öyle giyinilir? Mesela Osmanlı ve Selçuklularda mezuniyet törenleri nasıldı?
    Cevab: Mezuniyet merasimlerinde giyilen kep ve cüppenin Hıristiyanlıkla bir alâkası yoktur. Bilakis orijini Mağrib (Kuzey Afrika) ve Endülüs Müslümanları’nın giydiği taylasan adlı kıyafettir. Taylasan kukuletalı cüppe şeklinde ve bugün keşişlerin giydiğine benzeyen bir giysidir. Hazreti Peygamber ve sahabiler de giymiştir. Avrupalı ilim talipleri Endülüs’teki Kurtuba, Gırnata gibi üniversitelerde tahsil görürdü. Burada müderrisler taylasan giyerdi. Mezun olup icazet alanlara da taylasan giydirmek adetti. Bu usul Avrupa’ya geçmiştir. Taylasan, kep ve cüppeye dönüşmüştür. Papazlar da imamlar gibi sakal bırakır. Siyah cüppe giyer. Beyaz entari giyer. Her benzemek kötülenen benzemek değildir. Avrupa kolejlerindeki talebe ve hocaların kıyafeti İslam medreselerindeki kıyafetlere benziyor. Binaenaleyh kep giymek mahzurlu değildir.
    7 Kasım 2010 Pazar
  • Sual: Oğuzların Kayı boyu "nuh, oğlu yafes, oğlu bulcas, oğlu zib-bakoy, oğlu kara han, oğlu oğuz, oğlu gök alp, oğlu tortumuş, oğlu bay temür, oğlu yasuv, oğlu kaz han, oğlu turak, oğlu ay-kutluğ, oğlu çemendur, oğlu yasak, oğlu tok temür, oğlu sunkur, oğlu bulgay, oğlu sakur, oğlu karaytu, oğlu tuğra, oğlu ay-kutluğ, oğlu bay temür, oğlu kızıl boğa, oğlu kaya-alp, oğlu süleyman şah, oğlu ertuğrul. " Türk''ün diğer adı Bulcas mıdır? Bu şecere doğru mudur? Diğer Oğuz boylarının bilinenlerinin ve soylularının şecereleri nasıldır?
    Cevab:  

    Osman Gazi’nin Ertuğrul Gazi’nin oğlu olduğu katidir. Bunun haricindeki isimlerde şüphe vardır. Hele Nuh Aleyhisselama kadar olan isimler müretteptir, düzmecedir. Muhtelif kaynaklarda farklı isimler verilmektedir.  Bazısında Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes’in oğlu Bulcas’ın iki oğlundan birisi Türk idi diyor.

    7 Kasım 2010 Pazar
  • Sual: Birinci dünya savaşındaki İngiliz-Alman çekişmesinin altında yatan gerçek nedir? Bunun Osmanlı Devleti üzerindeki yansımaları nasıl olmuştur? Günümüzde de dünya siyasetinde, Almanya'nın sessiz sedasız yürüttüğü politikalar  ( eğer varsa )  nelerdir? 
    Cevab: İngiltere dünya üzerinde büyük bir sömürge/ticaret imparatorluğu kurmuştu. Almanya birliğini geç temin ettiği için sonradan buna ortak çıkmak istedi. İngiltere kendi üstünlüğüne rakip tanımadığı için, daha evvel Napolyon’a yaptığı gibi Almanya’ya haddini bildirmek istedi. Hele Almanya’nın İngiltere’nin faaliyet sahası olan Osmanlı Devleti ile yakınlaşması endişe doğurdu. Doğu Avrupa Alman hinterlandı olduğu ve Alman nüfusu fazla olduğu ve Almanlar çalışkan bir millet olduğu için İngiltere daha da telaşlandı. Almanya da İngiltere’yi zayıflatmadan sömürge imparatorluğu kuramayacağını anladı. Esas sebep budur. Almanya sonra bir daha şansını denedi ki yine muvaffak olamadı. Bugün bile Alman-Anglosakson (Amerika-İngiltere) çatışması var gücüyle devam ediyor ki, Irak harbinin esas sebebi de budur. Almanya, Fransa ile ititfak yapıp Sovyetler'den boşalan dünya üzerinde siyasî ve iktisadî hâkimiyet kurmaya çalışıyor. Mesela Hırvatistan ve Slovenya'yı himaye ederek Yugoslavya'dan kopardı. Sırbistan'ı Rusya tuttu. Bosna arada ezildi. Kosova ve karadağ'a Amerika sahip çıkarak Rusya ve Almanya'nın Akdeniz'e inmesine mâni oldu. İran, Irak, Suriye, Lübnan, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, hatta Fas Almanya-Fransa kontrolüne geçmiş gibidir. Amerika bunu yavaş yavaş kırmaya çalışıyor. Türkiye'de de statükocuları Almanya-Fransa destekliyor.
    14 Aralık 2010 Salı
  • Sual: Enver Paşa'nın, Atatürkle olan çekişmesi olayının arkasında ne var? Atatürk, Enver Paşayı vatandaşlıktan çıkarmış mıdır?
    Cevab: Enver paşa çok zeki, kabiliyetli ve hırslı bir asker idi. Mustafa Kemal de öyleydi. Bu sebeple birbirleri ile çatıştılar. Enver Paşanın nail olduğu yüksek dereceler Mustafa Kemal paşanın hınç ve hırsını arttırdı. İttihatçıların Umumi Harbdeki mağlubiyeti üzerine teşkil edilen Ankara hareketi ile beklediği fırsatı ele geçirerek Enver Paşa’nın bile nail olamadığı bir pozisyonu elde etti. Enver Paşa Germanofil (Alman yanlısı) iken, Mustafa Kemal Anglofil (İngiliz yanlısı) bir politika takip edilmesine taraftardı. Enver paşanın vatandaşlıktan çıkarılması diye bir şey işitmedim. 1922’de vefat ettiğinde henüz Osmanlı Devleti devam ediyordu. Enver Paşa Osmanlı hükümeti tarafından idam cezasına çarptırılmış, fakat yurt dışına kaçtığı için bu ceza infaz edilmemişti. Bu sebeple vatandaşlıktan çıkarılmış olabilirse de işitmedim.
    16 Aralık 2010 Perşembe
  • Sual: Hazret-i Ömer devrinde zekât toplayan memurların kadın olduğu rivâyeti ne derece doğrudur?
    Cevab: Kadı Ebu'l-Abbas Ahmed bin Said'in et-Teysîr fî Ahkâmi't-Tes'îr adlı eserinde şöyle deniyor: "Muhtesibde bulunması gereken şartlardan biri de erkek olmasıdır. Çünkü bu hususta erkek oluşu gerektiren sayılamayacak kadar sebep vardır. Bu hususta, Hazreti Ömer'in pazarlardan birinde Şifâ el-Ensâriyye adlı bir kadını -ki Süleyman bin Ebî Hasme'nin annesidir- hisbe vazifesine getirdiği karşı delil olarak ileri sürülemez. Zira hüküm gâlibe göredir, nâdire değil. Bu ise nevâdirdendir ve muhtemelen kadınların işleriyle alâkalı hususî bir mevzuda olmuştur."
    İbnül-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân'da "Ben onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum" (Neml 27/23) âyet-i kerimesi ile alâkalı der ki: Hazret-i Ömer'in bir kadını pazarda hisbe ile vazifelendirdiği rivayet edilir ki sahih olmayan bu rivayete iltifat edilmez. Bu rivayet, bid’at ehlinin hadislerde yaptıkları desiselerdendir.

    İbn Abdilber el-İstîâb'da şöyle der: “Semra bint Nehîk el-Esediyye, Resulullah aleyhisselâm zamanına ulaştı. Pazarlarda dolaşır, emri maruf ve nehyi münker ederdi. Bunu temin için de yanında taşıdığı bir kamçı ile insanlara vururdu”. İbn Abdilberr’in Semrâ’nın terceme-i hâline bakılırsa, Kadı İbni Sa'id'in "O kadının vazifesi kadınlarla alâkalı hususî bir mevzudaydı” sözü, İbnü’l-Arabî’nin sözündeki müşkili çözebilir.

    Nitekim kadının tesettürsüz olarak cemaat içine çıkması, erkeklere karışması, onlarla görüşmesi kendisi için kolay ve rahat değildir. Zira o eğer gençse kendisine bakmak ve onunla konuşmak haramdır. Eğer örtüsüz olarak dolaşıyorsa, bu câiz değildir. Belki de Semrâ hicab âyetinden evvel bu işi yapardı. Veya tayin edilmeksizin, kendi inisyatifiyle yapardı veya İstîâb’da da geçtiği üzere çok yaşlıydı. (Kettânî, Terâtib)
    22 Eylül 2011 Perşembe
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in anne, baba, dede ve amcasının Hanîf dininde olduğu ve Hazret-i İbrahim’in şeriatına uyduğu bilinmektedir. Her peygamberin şeriatı kendisinden önceki peygamberlerin şeriatını nesh ettiğine göre, bunların Hazret-i Peygamber’den önceki son peygamber Hazret-i İsa’nın dininde olmaları gerekmez meydi?
    Cevab:

    Yaygın kanaat, Hazret-i Muhammed’in kendisine peygamberlik bildirilmeden önce eski şeriatların hükümleriyle amel etmediği istikametindedir. Hanefî ve Şâfi’îlerin bir kısmı bu görüştedir. Buna göre, Hazret-i Peygamber, eski şeriatlarda da bulunduğu bilinen Kâbe’yi tavaf, leş yememek gibi bir takım işleri, maslahat sebebiyle ya da teberrüken (bereketlenmek için) veya kendi aklıyla güzel bulduğu için yapmıştı. Hazret-i Peygamber’den önceki devir fetret devri idi ve önceki şeriatların hükümlerinin kendisine ulaştığına dâir bir bilgi de yoktur. Eski peygamberlerin şeriatlarının unutulduğu ve uzun süre peygamber gönderilmeyen zaman aralığına fetret devri denir. Bu devirde yaşayan insanlar prensip itibariyle dinî emirlerle mükellef tutulamazlar. Hazret-i İsa ile Hazret-i Muhammed’in arası bir fetret devridir. Bir başka deyişle Hazret-i İsa’nın getirdiği şeriat unutulmuş, hatta mukaddes kitabı İncil bile tahrife uğramıştır. Tevrat için de aynı şey söylenebilir.

    Peygamberler, umumiyetle şeriatların unutulduğu zamanlarda gönderilirler. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in eski şeriatlarla amel etmesi mümkün değildir. Çünki peygamber gönderilmeden dinin füruu, yani şeriatla mükellefiyetten bahsedilemez. Ancak dinin aslı, yani iman bahse konu olabilir. Hazret-i Muhammed’in bi’setten (peygamberliği kendisine bildirilmeden) önceki hâli bilinmektedir. Kendisinden böyle başka bir şeriatla amel ettiği hususunda bir nakil, bir söz bize gelmemiştir. Kaldı ki böyle bir şey olsaydı, bu şeriatların bağlıları, mesela Yahudi veya Hıristiyanlar, bi’setten sonra O’nun kendilerine ve kendi şeriatlarına nisbetini iftiharla bildirirlerdi ki, böyle bir şey de bahis mevzuu değildir. (Serahsî, Usul, II/100-101; Âmidî, Usul, IV/121-123; Gazâlî, Mustasfa, I/132;  Hâdimî, Mecami, 211; Keşfü’l-Esrârı Pezdevî, III/932 vd; İbnü’l-Hümâm, Tahrir, 359.)

    Hazret-i Muhammed’in annesi, babası, dedesi ve amcası Hazret-i İbrahim’in inancında birer mümin idi. Bu dinden kendilerine intikal eden bazı amel esaslarına göre de ibâdet ederlerdi. Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa daha sonra geldiği halde, bunlar Yahudi veya Hıristiyan dinine girmiş değillerdi. Çünki bu dinler Arabistan’da doğru bir şekilde tebliğ edilmiş değildi. Bir dinin hükümleri doğru bir şekilde tebliğ edilmemişse, bu hükümlerin insanları bağlamayacağı açıktır. Böyle bir zamanda insanlar sadece iman ile mükelleftir. Fetret devri prensibi bunu gerektirir.

    Hazret-i İsa’nın gelişinin üzerinden uzun asırlar geçmiş, bu dinin esasları unutulmuştu. Arabistan’da tek tük Hıristiyanlar vardı. Hazret-i Muhammed’in peygamberliğine ilk inananlardan ve Hazret-i Hadice’nin amcası oğlu Varaka bin Nevfel bu dindendi. Bu da bir arayışın neticesidir. Medine’de üç Yahudi kabilesi yaşamaktaydı. Bunların inanç esaslarının da orijinal olduğu söylenemez. Bunun dışındakiler ya müşrik veya Hazret-i İbrahim’in dinine inananlardı. Hazret-i Muhammed, peygamberliğini açıklamadan evvel Arabistan’da az da olsa tevhid inancını benimseyen ve eski peygamberlerin, bilhassa Hazret-i İbrahim’in şeriatından geldiği zannedilen bazı esaslarla amel eden kimseler vardı. Ümeyye bin Ebî Salt ile meşhur hatib ve şâir Kus bin Sa’îde ile Cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Hazret-i Said’in babası Zeyd bin Amr bunlardandır. Hazret-i Muhammed bunlar için “Kıyâmet günü tek başına bir ümmet olarak haşrolunacaktır” buyuruyor.

    Hazret-i Muhammed’in dedeleri, bu arada Abdülmuttalib, babası Abdullah, annesi Âmine ve amcası Ebû Tâlib de Hazret-i İbrâhîm’in inancındaydı. Nitekim Kur’an’da “Sen, yani senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır” buyurulmaktadır (Şuarâ: 219). Bu inanca Hanîf inancı, bunlara da Hanîfler (Hunefâ) denir. Hanîf, hanef masdarından sıfat-ı müşebbehedir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya meyleden mânâsınadır. İslâmiyetten önce putlara tapınmayan, hacc yapan, sünnet olan, kısacası Hazret-i İbrahim’in dininden o zamana intikal etmiş esaslara tâbi bulunanlar için (Sâbiî’nin zıddı olarak) bu isim kullanılmıştır. Hanîf kelimesi Kur’an’da da müteaddit defalar geçer. Müslim kelimesiyle kullanıldığında hacceden; tek başına kullanıldığında ise Müslüman olan, tevhid inancında olan mânâsı kasdedilmiştir. Kur’an-ı kerimde Hazret-i İbrahim için bu sıfat kullanılmaktadır. Pek çok âyet-i kerimede Hazret-i İbrahim’in hanîf olarak vasıflandırılması da boşuna değildir. Çünki zamanında kendisinden başka tevhid inancını taşıyan kimse kalmamıştı. Etrafında hemen herkes putlara tapınırken, o tek tanrıya ibadet etmekteydi. Keldanîler gibi bâtıl yolda değil; Hakka yönelmişti (Bakara: 112, 135, Ahkâf: 13). Hazret-i İbrahim, Kur’an ve hadîslerde başka birçok hasletleriyle de övülmüş büyük bir peygamberdir. Allahın kendisini bütün insanlara ve inananlara imam, önder yaptığı bildirilmektedir (Bakara: 124, Nahl: 120). Tevhid inancı sonraki nesillere bu peygamberden intikal etmiş; şeriatı yayılmıştı. İslâm coğrafyasında bilinen peygamberlerden kendisinden sonrakilerin hepsi O’nun soyundandır. Semâvî dinlere mensup insanların hepsi kendisini büyük bilir ve inanırlar. Bütün dinlerdeki itikadî ve ahlâkî prensipler hep O’ndan intikal etmiştir. Bundan dolayıdır ki İslâm akâidinde, Müslümanlar -Kur’an’ın tâbiriyle- Hazret-i Muhammed’in ümmeti ve Hazret-i İbrâhîm’in milleti olarak tavsif edilmektedir. Millet aynı inancı benimseyen insanların hepsine denir. Osmanlı Devleti’nde gayrımüslim teb’a dinlerine göre gruplandırılmış ve hepsine dinî/hukukî imtiyazlar tanınmıştı. Buna “millet sistemi” denir: İslâm milleti (millet-i İslâm), Rum (Ortodoks) milleti, Ermeni (Gregoryen) milleti, Yahudi milleti gibi. Eski ilmihal kitaplarında, mesela Sultan Fâtih devri ulemâsından Mehmed bin Kutbüddin İznikî’nin Mızraklı İlmihal diye bilinen Miftahü’l-Cenne’de “Din ve millet, ikisi birdir”, diye yazar (s. 64).

    Görülüyor ki hanîflik Hazret-i İbrahim’in dininin esas vasfıdır; ama sadece bu dine mahsus değildir. Bu bakımdan hanîf, tevhid inancına çağıran peygamberlere uyan kimseye denir (Beyyine: 5, Hacc: 30, 31). İşte hanîflik olarak bilinen Hazret-i İbrahim’in şeriatine âit hükümlerin bazıları Arabistan’da da câriydi. Hanîf dininin esasları olan bu hükümleri, Hazret-i Muhammed de kabul ve tatbik etmiştir.

    24 Eylül 2011 Cumartesi
  • Sual: Hindistan'daki Gürgâniye devleti Moğol muydu?
    Cevab:

    Hanedanın kurucusu Babür, Emir Timurun torunu idi. Emir Timur Türkleşmiş bir Moğol kabilesinden gelir. Moğollar Müslüman olunca Türklerle karıştı. Moğolcayı unuttu. Gürgâniye devletine Avrupalılar, muhtemelen Türklerle irtibatı anlaşılmasın diye Moğol demiştir.

    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Güney illerimizdeki Zenci köylüleri Mısır’dan Osmanlı paşası işçi olarak mı getirdi?
    Cevab: Mısır hıdivi Abbas Paşanın Anadoluda köyleri vardı. Bu Zenci veya Sudanlıları buraya işçi olarak getirdi. Sonra buranın yerlisi oldular.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Kabala ile Ebced arasında bir fark var mıdır?
    Cevab: Her ikisi de harflerin rakam kıymetine dayanır. Ebced sadece kıymetini verir ve bunu tarih olarak tanzim eder. Kabalacılar ise İslâm dünyasındaki Bâtınî/Hurufiler gibi bu rakamların kıymetinden mana çıkarır ve bunu sadece kendilerinin anladığını iddia eder.
    15 Kasım 2011 Salı
  • Sual: Dinimiz anne babaya hürmette kusur etmemeyi emrettiği halde, Yavuz Sultan Selim hangi sebeple babasına savaş açıp padişah olmak istemiştir?
    Cevab: Dini korumak ana-baba hakkından önce gelir. Yavuz Sultan Selim, Şiî tehlikesinin Anadolu halkını tehdit ettiğini ve babasının yumuşak siyasetinin menfi neticeler doğurduğunu yakından gördü. Bu bakımdan İslâm tarihindeki hizmeti çok büyüktür. Sultan Selim babasına karşı ayaklanmış değildir. Babası, kanun-ı kadim icabı ve vezirlerin de telkini ile Şehzade Ahmed’i yerine bırakıp tahttan çekilmeyi düşünüyordu.  Ancak Şehzade Ahmed, şarktan gelen büyük tehlikeyi bertaraf edebilecek kapasitede değildi. Celalzade’de anlatıldığına göre, Sultan Selim, böyle bir tayinden vazgeçirmek için babasıyla görüşmeyi talep etti. bu talebi kabul edildi. Ancak vezirler, Padişah’ı kışkırttılar ve Şehzade Selim’in ayaklandığı intibaını hasıl ettiler. Bunu anlayan Şehzade Selim geri çekildi ki, bazı tarihlerde mağlup oldu denmesinin sebebi budur. Sonradan askerin kendisine mail olduğunu gören Padişah fikrini değiştirdi ve Şehzade Selim’i yerine bırakıp tahttan feragat etti. Bazı kroniklerde hiç tafsilat verilmediği için, Şehzade Selim’in babasına ayaklandığı istikametinde bir kanaat hasıl olmuştur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Osmanlı 1492'de İspanya'daki Yahudilere kucak açtığı halde, neden Müslümanlara kucak açmadı ve İspanya'yı uyarıp savaş açmadı?
    Cevab: Endülüs İspanyollar tarafından işgal edilince, Yahudileri vaftiz ve kılıç arasında muhayyer bıraktı. Müslümanlar ise ilk yıllarda böyle bir baskıya maruz kalmadı. Bunlardan İspanyolların hâkimiyetinde yaşamak istemeyenleri Osmanlı gemileri arzuları üzerine Kuzey Afrika’ya taşıdı. Yahudilerin ise gidecek yeri yoktu. Osmanlı Devleti, büyük bir ileri görüşlülük ile bu zamanın güçlü ticaret ve sermaye erbabını Osmanlı ülkesine getirdi. İstanbul, Selânik ve İzmir’e yerleştirdi. Bunların gelişi Osmanlı ticaret ve ekonomisine çok müsbet tesir etti. Osmanlıların bu vesileyle İspanya ile savaşması o zamanın şartlarında kolay değildi.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Ehl-i beyt ve Iraklı Araplar, neden Horasan’a göç ettiler? Horasan hangi bölgededir?
    Cevab: Alevîlerin iktidara gelmesinden çekinen Abbasîlerin zulmünden kaçtılar. Horasan bugünki İran'ın kuzeydoğusudur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Hazret-i Ömer, Sa’d ibni Ubâde’yi Hazret-i Ebu Bekr’e biat etmediği için katletmekle korkutmuş mudur?
    Cevab: Sa'd ibn Ubâde’nin ictihadı halifenin Ensar’dan olmasıydı. Hazret-i Ebu Bekr halife olunca, Medine’de kalmadı. Şam’a gitti. Sa'd, Hazret-i Ömer’den korkacak biri değildi. Müctehid ictihadına uymalıdır.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Matbaa, Türkiye'ye dinî sebeplerden dolayı mı geç geldi?
    Cevab: Matbaa geç gelmedi. Gayrı müslimlerin matbaası vardı. Müslümanlar, ekonomik ve estetik sebeplerden dolayı matbaaya itibar etmemiştir. Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Rûmî Efendi’nin matbaa hakkındaki müsbet fetvâsı Behcetü’l-Fetvâvâ’da mevcuttur. Demek ki meselenin dinle bir alâkası yoktur.
    16 Kasım 2011 Çarşamba
  • Sual: Kesikbaş hikâyesinin aslı var mıdır?
    Cevab: Masaldır.
    20 Kasım 2011 Pazar
  • Sual: Pirinç pilavı yerken, gül koklarken salavat-ı şerife okumanın sünnet olduğu kaynaklarda geçiyor mu?
    Cevab: Şir’atü’l-İslâm’da diyor ki: Pilav yerken, gül koklarken, Resulullah aleyhisselâma çok salavat getirmelidir. Çünki her ikisi de içinde Resulullah efendimizin nuru bulunan birer cevherdir. Nur, Âdem aleyhisselâmın alnına gitmek için o cevher yarılmış; parça parça olmuştur. Bu parçalara pirinç denir. Hadis-i şerifde geldi ki, “Ben Arşı tavaf eden bir latif cevher idim. Allahü teâlâ bana nazar etti. Utandım, terledim. O sırada benden yedi damla damladı. Allahü teâlâ ilk dördünden Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali’yi, beşinciden gülü, altıncıdan pirinci, yedinciden kabağı yarattı.”
    21 Kasım 2011 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı da işkence var mıydı? Var ise, hangi suçlara ve nasıl tatbik olunurdu?
    Cevab: Osmanlı hukukunda, işkence yasaktır ve suçtur. Bu yolla elde edilen itiraf muteber değildir. Ancak bir suçu işlediği mahkemece sâbit olan kimse, suç ortağını veya kullandığı silahı göstermesi için zorlanabilir, dövülebilir. Ama suçunu itiraf etmesi için dövülemez. İdam cezası bile acı çektirilerek infaz olunamaz.
    29 Kasım 2011 Salı
  • Sual: İnsanlık tarihi kaç senedir?
    Cevab: Muhtasar-ı Kurtubî, İbnü’l-Arabî’nin Kibrit-i Ahmer’i gibi muteber eserlerde, kâinatın ömrü hakkında çok söz söylendiği, bunlardan en doğru olanının 360 bin x 360 bin olduğu Cebrâil aleyhisselâmla alâkalı bir hadîs-i şeriften çıkarılarak beyan edilmektedir. Şu halde kâinatın ömrü 129 milyar 600 milyon senedir. İnsanlığın ömrü ise "313 resul gönderilmiştir" ve "Her bin yılda bir resul gönderilir" hadîs-i şeriflerinden istihraçla 315 bin sene olarak hesaplanmıştır. 7000 sene bugün Tevrat’ta yazan malumattır. Bunun için “Tarihçi ve hükemânın sözüdür. Biz buna uymaya memur değiliz. Allah dünyayı 6-7000 sene gibi kısa bir müddet için yaratmış değildir” buyuruluyor. Vâkıa Deylemî'nin şöyle bir rivayeti vardır: "Dünyanın hepsi âhiret günü ile yedi günden ibarettir. Bu Allahü teâlânın şu kavli iktizasıdır. "Rabbinin indinde bir gün, sizin saydığın yıl ile bin yıl gibidir". Ulemâ bu hadis-i şerifi belki mecaza hamletmiş; belki de bu sözün, Hazret-i Peygamberin ictihadıyla söylediği bir söz olduğuna, dünyanın ömrünün henüz kendisine bildirilmeden evvel söylendiğine hükmettiler.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Geçen gün Topkapı Sarayı’nı gezerken, bir suale muhatap oldum. Altının günlük hayatta eşya olarak kullanılması dinen caiz olmamasına rağmen, Osmanlı saraylarında kap-kacak ve beşik gibi çeşitli eşyanın altından oluşunun hikmeti nedir?
    Cevab: Altın ve gümüş eşyayı kullanmak caiz değildir. Süs olarak bulundurmak caizdir. Saraydaki altın ve gümüş eşya kullanmak için değildir. Sanat eseri olarak yapılmış, ganimet alınmış veya hediye gelmiştir. İhtiyaç oldukça eritilip para basılmak üzere darphaneye gönderilmiştir. Altın ve gümüş kaplama veya işlemeli eşya altın ve gümüş hükmünde değildir. Hanedanın günlük hayatta kullandığı eşya sade ve dine uygundur. Sultan Hamid’in hususi yemek takımlarını görme imkânım oldu. Sade beyaz porselen tabaklar idi.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Peygamberimizin hususî hayatını anlatan hangi kitabı tavsiye edersiniz?
    Cevab: İmam Kastalânî’nin Mevahib-i Ledünniyye, İmam Süyutî’nin Hasâsisü'l-Kübrâ, İbnü'l-Cevzî'nin el-Vefâ, Abdülhak Dehlevî'nin Medâric-i Nübüvve, Nişancızâde’nin Mir'at-ı Kainat, Hirevî’nin Meâricü’n-Nübüvve (Altıparmak tarihi), Kettânî’nin et-Terâtib ve bir de Âsım Köksal'ın İslâm Tarihi bu hususta kâfi olur.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Çandarlı Halil Paşa İstanbul’un fethini önlemeğe çalışmış mıdır ve değilse neden idam edilmiştir?
    Cevab: Çandarlı Halil Paşa muktedir, hırslı ve mağrur bir vezir idi. Sultan Fatih'i tecrübesiz buluyordu. Bizans ile mücadeleyi erken görüyor, Avrupalıları üzerimize salacağından korkuyordu. Bu sebeple muhasarayı engellemek için elinden geleni yaptı. Sultan buna itibar etmedi, ama zamanını bekledi. Feth müyesser olunca, kendisini itham etti. Bizanslılarla münasebeti ortaya çıktı ve idam edildi. Bu hâdiseden sonra padişah devşirme asıllı vezirlere temâyül ve teveccüh gösterdi.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: İlk halifenin adeta seçim gibi tayin edilmesi, günümüz modern seçim usulünün hulefâ-i râşidînin biat şekline uygunluğu şeklinde tabir edilebilir mi?
    Cevab: İslâm hukukunda ideal olan, halifenin seçimle gelmesidir. Ama bu seçimde halkın reyinin veya ekseriyetin sözünün ehemmiyeti yoktur. Ulemâ (âlimler), vüzera (vezirler) ve ümeradan (emirler, kumandanlar) arasından merkezde toplanması kolay olanların seçimi kâfidir. Halifeyi seçenlerin (ehlü'l-hall ve'l-akd) muayyen vasıfları taşıması lâzımdır. Bu seçimde herkes rey veremez. Modern demokrasiyle bu bakımdan ayrılmaktadır. Vaktiyle meselâ İngiltere’de vergi vermeyen ve mülk sahibi olmayanlar ve kadınlar rey veremezdi.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Kapıkulu’ndaki ''kul'' kelimesi padişaha bağlılığın ifadesi midir? Yoksa mânâsı nedir?
    Cevab: Kapıkulu askerleri umumiyetle köle (kul) menşelidir. Harb esirlerinden veya devşirmelerden elde edilir. Aynı zamanda hizmet ettiği yüksek makamın kulu olması da eskiye ait bir nezâket kaidesidir. Kapı, yüksek makamı ifade eder.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Güneydoğudaki Emevîlerin Kürt devleti olduğu doğru mu?
    Cevab: Tarihte Kürdistan denilen bölgede küçük Kürt beylikleri vardı. Hamdânîler en büyük Kürt beyliklerindendir. Güneydoğudaki Emevîlerden kasıt bunlar olsa gerek. Yoksa Emevîler Arap idi. Bu beylikler kendi arzularıyla İslâm, sonra da Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Abbasî, Selçuklu ve Osmanlılar bunlara muhtariyet (otonomi) vermişti. Tanzimat’tan sonra bu otonomi kaldırılıp, mıntıka sıradan bir vilâyet hâline getirildi. Kürt meselesinin sebeplerinden birisi budur.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: İslâm hukukunda İslâm beldesinde başka bir dine ait ibâdethâne açılabilmesi mümkün müdür? Bu mevzuda Fatih Sultan Mehmed'in Ermeniler'e müsamaha gösterdiği söylenmektedir. Doğru mudur?
    Cevab: Gayrımüslimlerin bir yerde ibâdethâne açması sulh anlaşmasının hükümlerine tâbidir. O belde sulh ile değil de, savaş ile alınmışsa, gayrımüslimler kaideten yeni mabed açamazlar. Ama hükümdar izin verirse açabilirler. Osmanlılarda da böyle cereyan etmiştir. Sadece Ermenilere değil hepsine aynı statü tanınmıştır. Ermeniler Bizans zamanında mezhep farklılığı sebebiyle çok zahmet çekerdi. Osmanlılar bunların vaziyetini iyileştirmiştir.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Yıldırım Bayezid'in Emir Timur ile yaptığı Ankara Harbi sonrasında esir düşüp, bu hâle dayanamayarak yüzüğündeki zehiri içmek suretiyle intihar ettiği doğru mudur?
    Cevab: Yıldırım Sultan Bayezid, mağlubiyetin ıztırabına dayanamayarak kahrından vefat etmiştir. Bazı tarih kitaplarında geçen zehir içerek öldüğü iddiası bir yakıştırmadan ibarettir.
    8 Aralık 2011 Perşembe
  • Sual: Musiki ile tedâvi câiz midir?
    Cevab: Musiki ile tedavi İslam dünyasında tatbik edildiği gibi, Selçuklu ve Osmanlılar da bilhassa akıl hastalarını su ve kuş sesinden başka musiki ile tedavi etmeye çalışmıştır. Nitekim Edirne Sultan Bayezid Dârüşşifâsında, İstanbul Toptaşı Bimârhânesinde (akıl hastahânesinde), Kayseri Gevher Nesibe Dârüşşifâsında, Edirne Sultan Bayezid Bimarhânesinde, Haleb Arguniyye Bimarhânesinde hep musiki ile tedavinin tatbik edildiği bilinmektedir. İbni Âbidin hazretleri der ki: “Allahü teâlâ haramda şifâ yaratmamıştır” hadis-i şerifi, bunda şifâ olduğu bilinmediği zamandır. Nitekim haramda şifâ müşahede edildiği zaman kullanmak câiz olur. Nitekim hastaya kan vermek bu hükme istinaden meşru olmuştur. Musikiye haram diyen ulemâ zaten eğlence vesilesi olduğu için men etmektedir. Tedavi için musikiden istifade etmenin eğlence olmadığı ortadadır. Musiki matematikten çıkma bir ilim olduğu için, makamların bazen kaybedilen muhakemeyi düzeltmeye yardımcı olduğu ilmen müşahede edilmiştir. Avrupa’da akıl hastalarının içine şeytan girdiği için yakıldığı bir devirde, bunların hasta kabul edilerek telkin ve başka metodlarla tedaviye çalışılması övgüye değer. Musiki ile tedavinin caiz olduğu İbni Hacer'in Zevâcir kitabında 451. kebîrede yazılıdır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: En uzun sadrazamlık yapan zât kimdir?
    Cevab: En uzun sadrazamlık yapan zât, Çandarlı Halil Paşa'dır. 1364-1387 arası 22 senedir. Ali Paşa 1387-1406 arası 19 sene sadrazamlık yapmıştır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: İrade-i seniyye ile ferman arasında ne fark vardır?
    Cevab: Her ikisi de aynı mânâya kullanılmıştır. İrade-i seniyye, padişahın iradesi demektir. Ferman ise bu iradenin yazıldığı resmî evrakın adıdır. Padişah, icraî kararlarını fermân, bitiğ, hükm-i şerif, irade-i seniyye gibi isimler taşıyan resmî vesikalar vâsıtasıyla ısdâr ederdi. Muhtelif dairelerden sadrâzamlığa gelen tezkireleri sadrâzam uygun bulursa mütâlaasıyla beraber padişaha arzederdi. Padişah da bu arzlara şifâhî ve bazen yazılı cevap vererek iradesini belirtirdi. Yazılı cevap bu mütâlaanın bulunduğu telhisin üzerine imzâsız olarak yazılırdı. Bazen de bir talep olmaksızın re’sen yazılan yazılara beyaz üzerine hatt-ı hümâyun denirdi. Bazen de divan tarafından hazırlanan fermânlara padişah işin ehemmiyetine göre el yazısı ile fermânın içindekileri teyid eden mûcebince amel oluna! gibi yazılar yazardı. Buna hatt-ı hümâyun ile müveşşah fermân denirdi. 1832 senesinden itibaren padişahlar hatt-ı hümâyun ile emir vermekten kaçınmışlar; bunlar sadrâzam tayini, şehzâde veya sultan doğumu gibi çok mahdut hallere inhisar etmiştir. Bu tarihten sonra arz (istizan) tezkiresi denilen sadrıâzam telhisleri, padişaha değil mâbeyn başkâtibine hitâben yazılmış; başkâtib bunu padişaha okuduktan sonra padişahın şifahî iradesini kendi ağzından muhatabına yazmaya başlamış; buna irade-i seniyye denilmiştir. İradeler yalnız sadrıâzamlara değil, alâkalı nâzırlara da tebliğ olunurdu. 1908’e kadar nâzırlar maruzatta bulunup irade-i seniyye tebellüğ edebilirdi; II. Meşrutiyet’ten sonra maruzat münhasıran sadrıâzam tarafından yapılır olmuştur.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Kanuni Sultan Süleyman, eniştesi Makbul İbrahim Paşa’yı neden idam ettirdi?
    Cevab: Makbul İbrahim Paşa, padişahtan gördüğü lütuf ve ihsanlar sebebiyle çok şımarmıştı. Makamını hazmedemedi. Padişah gibi davranmaya başladı. Herkesi kendisine hasım edindi. Haksız yere bir defterdarı idam ettirince, padişahın sabrı taştı. Kendisini idam ettirdi.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Bir insan “Ben her dine eşit mesafedeyim” derse ve bunu düşünse, tatbik etse kâfir olur mu?
    Cevab: Ben her dine eşit mesafedeyim sözünün mânâsı, niyete göre değişir. Her din mensubuna tolerans gösteririm mânâsı da çıkar; her din insanı ebedî saadete götürebilir mânâsı da çıkar. Osmanlılar birinci manada bu tabiri kullanmıştır. Sultan II. Mahmud’un bu mealde sözü meşhurdur.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Anadolu’daki Celâlî isyanlarının sebepleri arasında maddî sebepler var mıdır? Varsa aynı devirde Balkanlar ve Orta Avrupa’da Osmanlılara maddî sebeplerle isyan çıkmış mıdır?
    Cevab: Anadolu fakir bir mıntıka idi. Arazi verimli değildi. Halkı doyurmaya yetmiyordu. Nüfus artıyor, tımarlar aynı kalıyordu. Bazıları tımar vecibelerini yerine getiremiyor, bu sebeple ellerinden alınıyordu. Bunun üzerine dağa çıkıyorlardı. Etraflarına da memnuniyetsiz bir kitle topluyorlardı. Bunlara ilk isyancı Bozoklu Celal’in adına izafeten Celâlî denir. Celâlî isyanları cemiyette asayişi bozdu. Halk köyleri bırakıp şehirlere göçtü. Arazi iyice verimsizleşti. Ordu zayıfladı. Maliye zayıfladı. Adalet mekanizması bozuldu. Hâsılı böyle bir fâsid daire teşekkül etti. Balkanlarda bu devirde böyle isyanlar yoktur. Son devirde memurların ve komşu köylerin zulmü sebebiyle, başta Rusya olmak üzere komşu devletlerin tahriki ve milliyetçilik cereyanının da tesiriyle isyanlar vardır. Balkanlar daha zengindi. Hükümet buraya mecburen daha çok ehemmiyet vermiştir. Gayrımüslim çok olduğu için daha bir kontrollü idare vardı. İşe yarar gençleri de zaten devşiriliyordu.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Osmanlı sınırları içindeki Avrupa’ya gelirinden fazla yatırım yapmış mıdır?
    Cevab: Osmanlılar zamanında Rumeli (Balkanlar) daha zengindi. Anadolu ise fakirdi. Her eyaletin geliri önce kendisine harcanırdı. Artanı merkeze giderdi. Selânik, Bulgaristan, Manastır, Romanya, Dobruca çok zengindi. Mısır da zengindi. Hazineyi bunlar beslerdi. Diğer eyaletler ancak kendini idare edebilirdi. Tunus, Hicaz, Libya, Erzurum, Van vs fakir eyaletlerdi. Ama bir kısmı stratejik ehemmiyeti haizdi. Hicaz gibi bir kısmı da prestij için beslenirdi. Bu sebeple Osmanlılar zamanında Rumeli daha mamur idi.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Osmanlı'ya matbaanın geç gelme sebebi nedir?
    Cevab: Osmanlılarda matbaa Avrupa’dan evvel bile vardı. Bunları gayrımüslimler (daha ziyade Yahudi ve Ermeniler) işletirdi. Müslümanlar matbaaya kitap bastırmazdı. Buna gerek görmezdi. Hattatlar kitapları elle istinsah ederdi (çoğaltırdı). Böylece geniş bir kitle bu işten ekmek yerdi. Hem de estetik eserler ortaya çıkardı. Eskiler kitapta zarafete ehemmiyet verirdi. Matbaa mahsulü kitapta böyle bir estetik bulunmadığı malumdur. XVIII. asır başında Lale Devri’nde ilk müslüman matbaası kurulunca, hattatlar buna karşı çıktılar. Hatta bir tabuta hokka-kalem koyarak Bâbıâli’ye yürümek suretiyle nümayiş yaptılar. Ama kulak asan olmadı. Matbaa geldikten sonra basılan kitap sayısı ve okuma nisbeti artmadı. Hâlâ da böyledir. Biz okumayı değil, konuşmayı seven bir milletiz.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: İlk halife seçiminde Hazret-i Ali’nin itiraz ettiği doğru mudur?
    Cevab: Hazret-i Peygamber'in vefatı üzerine sahabe-i kiram devlet reisi seçmek üzere toplandı. Çünki devlet reisi olmadan bir an bile geçmesi caiz değildir. Hazret-i Ali bu sırada Hazret-i Fâtıma’yı teselli ve cenaze işleriyle meşgul idi. Sahabe-i kiram, Hazret-i Ebu Bekr'i halife seçti. Sonra Hazret-i Ali de gelip biat etti ve bulunmadığı için özür diledi. İtirazı olsa o zaman söylerdi. Nitekim Hazret-i Muaviye, kendisini halife ilan ettiği zaman, bunu sineye çekmemiş, muharebeden kaçınmamıştır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Fatih Sultan Mehmed’in gayrımüslim bir tabib tarafından zehirlenerek öldürüldüğü doğru mudur? Böyle ise padişah niçin Müslüman değil de, gayrımüslim bir tabib kullanmıştır?
    Cevab: Franz Babinger Sultan Fatih’in Venedik tarafından zehirlendiğini söylüyor ve bunun o zamanki siyasî şartlar bakımından da makul olduğunu iddia ediyor. Bazı Osmanlı tarihçilerinin de bunu ima edecek tarzda ifadeleri vardır. Ancak kat’i değildir. Bugün de Sultan Fatih'in öldürülmüş olması, komploculuğa meyilli bazılarının hoşuna gidiyor ve eski düşmanlıkları körüklemeye yardımcı olarak kullanılıyor. Böyle bir kâtil doktorun saraya kadar girip yükselmesi pek makul gözükmüyor. Venedik vatandaşı olmak için padişahı öldürtmesi çok abestir. Zaten yüksek bir mevkiye gelmiştir, Venedik vatandaşı olup ne yapacaktır? Zaten padişahın vefatı üzerine askerler tarafından linç edildi. Hasta ölürse doktorları suçlamak âdettir. Padişahın böyle gizlice saraya sokulan bir doktor tarafından zehirlendiğini söylemek, aslında o zamanki padişah sarayının ve devletin emniyet zaafını iddia etmek demektir. Böyle bir hükümdarın öldürülmesi pek tabiî demektir. Sultan Fatih, eskiden beri mide rahatsızlığı çekiyordu. Muhtemelen mide kanseri idi. 50 yaş o zaman için genç sayılmaz.
    Padişahın tabibi Lârizâde, Türk idi. Yahudi tabib onun yardımcısı idi. O zamanlarda tabiblik, diğer sanatlar gibi gayrımüslimlere mahsus bir meslek idi. Müslümanlar devlet idaresi ve ilim gibi daha yüksek işlerle meşgul olurdu. Gayrımüslim tabib kullanmanın mahzuru olduğu da söylenemez.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Osmanlı padişahlarından halifelik ne zaman başlamıştır?
    Cevab: Halife devlet reisi demektir. Bu meyanda Osman Gazi de, Sultan Fatih de halifedir. Halifeliğin bir de bütün Müslümanların manevi birliğinin mümessili gibi bir mahiyeti vardır. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlılar bu sıfatı da taşıdı. Bu sıfatı iddia edecek bir makam kalmadı. Kahire’deki Abbasî halifesi de meşru halife değildi. Çünki iktidar Memlûk sultanlarının elinde idi. Gerçek halîfe onlar idi. İslâmiyet’te ruhanî liderlik yoktur. Halifeliğin Sultan Selim’e merasimle devredildiği rivayeti de zayıftır. Hakikat şudur ki, Sultan Selim, kılıcının hakkıyla İslâm dünyasının en güçlü hükümdarı olmuştur. Bu bakımdan bütün dünya tarafından halife olarak görülmüştür.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Yavuz Sultan Selim Han'a atfedilen Sanma Şahım ile başlayan dörtlükte bunu bir satranç oyunundan sonra yazdığı bahsedilir. Ne derece doğrudur?
    Cevab: Bu şiirin Sultan Selim'e ait olduğu belli değildir. Kaldı ki şiir tanzim bakımından zekice, ama edebî bakımdan düşük seviyededir. Sultan Selim'in Farsça divanı vardır. Türkçe şiir yazdığı bilinmiyor. Satranç hikâyesinin de aslı yoktur.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Mekke'nin fethinde Bilâl-i Habeşî hazretleri ilk ezanı Kâbe'nin neresinde okumuştur?
    Cevab: Kâbe’nin üzerinde okuduğu Vâkıdî ve Ezrakî'de yazılıdır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Hun Türkleri ile Ubıhlar aynı soydan mı geliyor?
    Cevab: Ubıhlar, İskit bakiyesidir. İskitler, hunlardan önceki Türklerdir. Ancak bu imparatorlukta sadece Türkler değil, başta İranlılar olmak üzere çok fazla halk yaşıyordu. Ubıhların İskit bakiyesi olduğu, hatta isimlerinin Ubıh-Çigit diye geçtiği, bunun da İskit bağını gösterdiği rivayet olunmaktadır. Çigit, Çak, Sekel, Yakut gibi isimler İskitlerle alâkalıdır. Yakut, Sak (İskit) kelimesinin Rusçasıdır. Yakutların İskit bakiyesi olduğunda şüphe yoktur. Romanya’da Çavuşesku’ya ayaklanan Sekellerin de böyle olması kuvvetle muhtemeldir. Hatta Hindistan’ın kuzeyinde Buda’nın çıktığı Çakya krallığının da İskitlerle bir alakası var. Buda’nın ismi Sidharta Çakyamuni idi. Ancak Ubıhların da diğerleri gibi dillerini unutarak Çerkezleşmesi çok tabiidir. Son Ubıhça bilen adam, yakın zamanda Manyas’ta vefat etti. Kafkasya mecmuasında Halil Erenoğlu’nun Kafkasya’da Türk İzleri adındaki yazısı ile, tarih ve Toplum mecmuasının ilk sayılarında Mustafa Celaleddin Paşa’nın neşredilen Türkoloji yazılarında buna dair bilgiler vardır.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Elmalılı Hamdi kimdir?
    Cevab: Elmalılı Mehmed Hamdi Yazır, Sultan Hamid zamanında yetişmiş bir İslâm âlimidir. Fıkıhta mahirdir. Fransızca öğrenmiş, felsefecilere cevap verecek kitaplar yazmıştır. Tefsiri de meşhurdur. Fakat o zamankilerin çoğu gibi siyasete bulaşmış, meb’us olmuş, Sultan Hamid’in tahttan indirilmesine dair fetvâyı kaleme almak bahtsızlığına düşmüştür. Allah affetsin, bu büyük bir kabahattir. Bu itikadının bozuk olduğunu göstermez.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Şimdiki manavlar Malazgirt Meydan Zaferinden önce Bizans İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Hıristiyan dininde olup çoğu Peçenek boyundan olan Oğuz Türklerinin torunları mıdır?
    Cevab: Bir kısmı öyledir. Bir kısmı ise XIII ve XV. asırlar arasında Anadolu'ya gelip, yerleşik hayata geçen Oğuzlardır. Ekip biçtikleri için, göçebelere meyve ve sebze satar, bu sebeple manav diye adlandırılmıştır deniyor. Manav, İzmit ve Kastamonu arasından Antalya’ya kadar olan İçbatı Anadolu şeridinde yaşayan, medeni, sakin ve kendilerine mahsus şivenin sahibi Türkleri ifade eder. Yerli mânâsına kullanılıyor.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: Salahaddin Eyyûbî Kürt müdür, yoksa Türk müdür?
    Cevab: Salahaddin Eyyûbî, ırk itibariyle ne Kürt, ne de Türktür. Dedesinin babası Mervan, tarihçi İbni Haldun’a göre Himyer soyundan bir Arabdır. Azerbaycan’ın Düvin şehrinde Revâdiye aşiretinin reisi idi. Sonra Selçuklu atabeyleri tarafından Kuzey Irak’taki Tikrit'e kale muhafızı tayin edildi. Revâdîler, Kafkasya’ya da sonradan gelmişlerdir. Asılları Yemen’den Basra’ya gelip yerleşen bir Arap aşiretidir. Zamanla Kürt Hizbânê cemaati arasında yaşayarak Kürtleşmiştir. İbni Hallikan, İbni Esîr ve Şerefhan da böyle söyler. Salahaddin’in annesi Türk idi. Nitekim kardeşlerinin Turanşah, Tuğtekin, Tokuş, Böri gibi otantik Türk isimleri taşıması tesadüfî değildir. Eniştesi Erbil Emiri Muzaffereddin Gökbörî idi. Parlak Mevlid cemiyetleri tertiplemesiyle tanınmıştır. Salahaddin, Kürtleşmiş bir Arab ailesinden gelmekle beraber, yaşadığı vasat itibariyle Türkçe konuşuyordu. Selçuklu Atabeylerinden vazife almıştır. Üniversel kaidelere göre biyografisi verildiği zaman Selçuklu devlet adamı denilmektedir. İmparatorluklarda devlet adamlarının, hatta hükümdarların bile muayyen bir ırktan olması bahis mevzuu değildir. Bugün milliyetçi Kürtlerin, çok sahip çıktığı Salahaddin Eyyûbî, bu sebeplerden dolayı tarihî bakımdan Türk sayılıyor. Mısır ve Suriye’de kurduğu Eyyübî Devleti ise tam bir Arap devleti karakterindedir. Tarihin bu emsalsiz şahsiyeti, bütün Müslümanlar için iftihar kaynağı olduğu gibi, dünya tarihinde de teşkilâtçılığı, kahramanlığı ve âlicenaplığı ile parlak bir nâm ile anılmaktadır. Salahaddin Eyyûbî’ye bu sual sorulsa idi, muhtemelen şaşırır, “Elhamdülillah Müslümanım” derdi.
    23 Aralık 2011 Cuma
  • Sual: “Hukukun Serüveni” kitabınızı inceliyorum. Yararlanıyorum. Ancak kitabınızda geçen aşağıdaki noktaları biraz açar mısınız? Bunları savunan kaynaklar var mı? Günümüzde bedeni cezalar öngören bir hukuk dizgesi benimsenebilir mi? Nasıl hükümlüyü iyileştirir, insan haysiyetine denk düşer?
    1-İslam hukukunun temel özellikleri, dinsel, bağımsız, küresel, sonsuza dek sürekli, saymaca/olaycı (kazuistik) ve daha çok hukukçular hukuku olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bunlardan bağımsızlık, küresellik, sonsuza dek süreklilik her hukuk dizgesinin elbette amacıdır. Son, gerçek ve sonsuza dek kuralları geçerli dine dayalı bir hukuksa elbette bu iddialarla ortaya çıkması olağandır. Ancak önemli olan amaç değil, bu amacı gerçekleştirebilecek bir dizge olup olmadığıdır.
    2-İslam suç hukukuna egemen ilkelerin şunlar olduğu belirtilmiştir: 1-Ceza, suçu önleyici niteliklte olmalıdır. 2-Ağır suçlar için ağır ceza verilmelidir. 3-Ceza verilen zararı giderici olmalıdır. 4-Ceza suçluyu iyileştirmelidir. 5-Ceza suçun ağırlığıyla orantılı olmalıdır. 6-Cezanın çektirilmesi suçluyu yok etmemelidir ya da ezmemelidir. 7-Ceza aynı suçu işleyen herkes için eşit olmalıdır. 8-Ceza başına buyruk değil, hukukun kaynaklarındaki belirlemelere göre verilmelidir. 9-Ceza insan haysiyetine uygun olarak yerine getirilmelidir.
    Cevab: Hukukun Serüveni’nin yazılmasından maksat umumi hukuk tarihini kısaca ortaya koymaktır. Takdir edersiniz ki İslâm hukuku da burada yerini alacaktır, ama etraflı anlatmaya yer müsait değildir. Üstelik kolay okunması ve hacmini büyütmemek endişesiyle, dipnotlarda kaynak vermekten kaçındım. Burada İslâm hukuku ile alakalı bilgiler benim İslâm Hukuku, İslâm Hukuku Tarihi ve Osmanlı Hukuku adlı kitaplarımdan özetlenerek alınmıştır.
    İslâm hukukunun dinsel, küresel, sürekli oluşundan maksat, tamamen somut özelliklerdir. Bağımsızlık, Roma ve Yahudi hukuku gibi hukuk sistemlerinden müstakil olarak doğup geliştiğini; küresellik ve süreklilik, İslâm hukukunun, pozitif olarak geçerli olmadığı yer ve zamanda yaşayan her müslümanı -uhrevî müeyyide tehdidiyle- kendisine uymakla mükellef tuttuğunu ifade eder. Yani bir İslâm devleti vatandaşı, herhangi bir sebeple Fransa’da bulunurken bile, evlenirken, alış-veriş yaparken, mülkiyet hakkı kurarken İslâm hukuku prensiplerine uyması İslâm dininin gereğidir. (Hatta bu Müslüman İslâm ülkesine döndüğü zaman, bazı hukukçulara göre İslâm devletinin yargı yetkisi içine girer ve dünyevî müeyyide ile karşılaşır.) Veya vaktiyle Moğolların istila ettiği yerlerde olduğu gibi bir ülkede İslâm hukuku tatbikattan kaldırılsa bile, buradaki Müslümanların hususi hayatlarında İslâm hukukuna uyma mecburiyeti devam eder. Şu kadar ki bu son iki halde İslâm ceza hukuku, tatbik mercii devlet bulunmadığı için tatbik edilemez. İslâm hukuku, bu bakımdan pozitif hukuk sistemlerinden ayrılıyor. Fakat şimdi bir Türk vatandaşının Fransa’da iken Türkiye kanunlarına uyması veya Türkiye’de iken bile, kaldırılan bir kanunla bağlı olması düşünülemez.
    Ceza hukukundaki bu prensipleri, münferid hükümlerden istifade ederek ben topladım. Bunlar Osmanlı Hukuku adlı kitabımda daha etraflı anlatılmaktadır. Bu sahada Mısırlı avukat Abdülkadir Udeh’in Türkçeye de çevrilen İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk ve Prof. Cevat Akşit’in İslam Ceza Hukuku ve İnsani Hükümler adında iki çalışması da vardır.
    İslâm hukukunun kabul ettiği aslî cezanın bedenî ceza olduğunu, para ve hapis cezalarının istisnai olduğunu elinizdeki kitabımda da belirttim. Bunun günümüz anlayışına elverişliliği veya insan haysiyetiyle uygun düşüp düşmediği hususunda - felsefî ve sosyolojik yanı ağır bastığı için- pek fikir yürütmedim. Nihayet bu kitap münhasıran bir hukuk tarihi çalışmasıdır. Sadece her hukukun kendi mekân ve zamanında, anakronizme düşmeden değerlendirilmesi kanaatindeyim. Bir başka deyişle bir hukuk sistemi, o sistemi oluşturan cemiyet ve insan yapısından bağımsız ele alınamaz. İslâm hukukunun da, bu hukuku doğuran cemiyet için tutarlı hükümler içerdiği söylenebilir. Bugün, bu cemiyet ve ferd yapısı içinde, mesela zinayı veya hırsızlığı böyle ağır bir cezayla cezalandırmanın, adaletin tecellisine ne derece elverişli olacağı söz götürür. İslâm hukuku, bir takım düzenlemeler getirirken, bu hükmün tatbikini kolaylaştıran tedbirler alıyor; diğer hükümleriyle bunun tatbikinin tutarlı oluşunu sağlamaya çalışıyor. Bunun içinden bir veya birkaç hükmün çekilip alınarak, başka bir topluma adapte edilmesi mümkün değil kanısındayım. Şu kadar ki, günümüzdeki cezalandırma anlayışının adaleti gerçekleştirmeye ne derece elverişli olduğu hususunda da kuşkularım vardır.
    27 Aralık 2011 Salı
  • Sual: Piri Reis neden idam ettirilmiştir?
    Cevab: Piri Reis, Hind seferinden dönüşte, güçlü olmasına rağmen Hürmüz adasının fethini gerçekleştirememiş; üstelik donanmayı Basra körfezinde bırakmıştı. İstanbul’a donanmayı rüşvet alarak Portekizlilere kaptırdığı haberi gelmiş; düşmanları bunu istismar ederek şâyiayı büyütmüşler; Piri Reis de idam edilmiştir. Portekizlilerden aldığı muhtemelen devlet nâmına haraç idi. Kaldı ki Piri Reis çok zengindi. Donanmayı bırakması da bizim bilmediğimiz bir sebepten ileri gelmiş olabilir. Bu bakımdan tarihçiler Piri Reis’in idamının haksız olduğunu söyler. Ancak asırlar sonrasından bakıp, geçmiş için ahkâm kesmek zordur.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Osmanlılar'da 8 rakamı hususunda bir hassasiyet olduğunu görüyoruz. Meselâ câmiler 8 şey üzerine oturtuluyor. Fâtih ya da Süleymaniye külliyesinde yine 8 rakamlarını görüyoruz. 8'in bir hususiyeti var mıdır?
    Cevab: Osmanlılarda sekiz rakamı hususunda nasıl bir hassasiyet üzere olduğuna dair bir şey işitmedim. İslâm geleneğinde her rakamın bir hususiyeti bulunmaktadır. Meselâ sekiz cennet vardır.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Bir arkadaşım, Osmanlılar zamanında İstanbul hariç olmak üzere yeni fethedilen yerlerde câmiden önce dârülhadîs yapıldığını söyledi. Bu bilgi doğru mudur? Dârülhadîs’e, câmiden daha fazla değer verilmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Dârülhadîs, her ne kadar hadîs-i şerif ilmi öğretilen medrese mânâsına geliyor ise de, Osmanlılarda lisans üstü tedrisat yapan bir medresedir. İstanbul gibi büyük birkaç yerde vardır. İstanbul’dakini Sultan Kanuni yaptırmıştır. Arkadaşınızın sözü doğru değildir. Bir yer fethedildiği zaman, ilk Cuma günü Cuma namazı kılmak farzdır. Bunun için o şehirde derhal bir câmi yapılır. Mabed, bir şehrin kalbidir. Dârülhadîs binası olmasa da, tedrisat yapmak, ilim öğretmek mümkündür. Bir başka deyişle, ilim için binaya ihtiyaç yoktur. İbâdet için vardır.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Cem Sultan’ın torunlarının Hristiyan olarak hâlen Malta’da yaşadığı doğru mudur?
    Cevab: Sultan Fatih'in oğlu Şehzade Cem, 1495’te Napoli'de vefat etti. İki oğlundan Şehzade Oğuzhan babası sürgünde iken 1483’te idam edilmişti. Diğer oğlu Şehzade Murad babası sürgünde iken Rodos şövalyelerine sığınmıştı. Kanuni Sultan Süleyman, 1522’de Rodos’u fethettiğinde burada vaftiz edildiği söylenen Murad ve oğlu Cem’i idam ettirdi. Yıllar sonra (bundan on sene kadar evvel) Maltalı bir arkeolog cem Sultan’ın torunu olduğunu iddia etti. Rivayete göre İkinci Cem ölmemiş, Malta’ya kaçırılmış. Burada Nikola adıyla 1536’ya kadar yaşamış. Maltalı arkeolog Georges Said Zammit, o zamanlar hanedan reisi olan Osman Ertuğrul Efendi’ye müracaat etti. Şehzâde, kendisini hanedandan kabul edemeyeceğini, olmadığını da söyleyemeyeceğini bildirdi. Dedelerinin Papalık tarafından verilen soyluluk ünvanını kabul ettiğine göre Osmanlı ailesinden sayılamayacağını söyledi. Adamcağız Malta arşivlerinden iddiasını ispatlamaya uğraşıp duruyordu. Sonra ne oldu bilemem. Hâdise bundan ibarettir. Fransa’da iken, soyadının Djem olduğunu, Cem Sultan’ın Fransa’da mahpus bulunduğu şatonun sahibi dükün kızı ile gizli evliliğinden olmuş çocukların soyundan geldiğini iddia eden birisiyle tanışmıştım.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Mevlânâ’ya büyük bir hayranlık duyuyorum. Tahirü'l-Mevlevi adında bir zâtın yazdığı mesnevî şerhini okumam doğru olur mu? Sema ve ney hususunda sorduğum kişiler menfi cevaplar veriyor ve bunun dinde olmadığını söylüyor. Bu sema ve ney hâdisesinin nereden çıkmıştır?
    Cevab: Bahsettiğiniz kitabı tedkik etmedim. Fakat Tâhirü’l-Mevlevi makbul bir zâttır. Kitabı da muteber olsa gerektir. Son zamanlarda vefat eden Şefik Can da salahiyetli bir mesnevî mütehasıssı idi. Âbidin Paşa’nın şerhi makbul, fakat okunması ve anlaşılması bu zamanda zordur. Bu zamanda Mesnevi’yi ehil bir hocadan okumayan, istifade edemez. Hatta zarar bile görebilir. Ehil bir hoca da bilmiyorum. Dinini ve ilmihalini iyice öğrendikten sonra, tasavvufa meraklı olan İmam Rabbani’nin Mektubat kitabını okusa bence daha çok istifade eder. Ney, Mesnevî’nin ilk beyitinden itibaren sıkça geçiyor. Mânâsı semboliktir. Kâmil insan veya mürid mânâsına gelir. Mevlevîlikte ney çalındığını göstermez. Çalınmış olsa bile, nefsi tezkiye bulmuş, mütmeinne olmuş zâtlara musikinin zarar vermeyeceğini, kalbi hasta olan sıradan insanlara ise zarar vereceğini İmam Gazalî bildirmektedir. Sema ise bazı tarikatlarda vardır. Ama şimdikiler gibi gösteriş için değil, hakiki coşku ile yapılmaktadır.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Şair Fuzuli hakkında malumat verebilir misiniz? Şiî veya âsi olduğuna dair bilgi var mıdır?
    Cevab: Şair Fuzuli, Caferî Şiasındandır. Ehl-i sünnet değildir. Fakat mutedildir. Hakkındaki bütün ciddi kaynaklarda bu açıkça geçer. Âsi olduğuna dair bir şey duymadım. Gerçi Ehl-i bidat olmak Allaha isyan olarak değerlendirilebilir. Bununla beraber Ehl-i sünnet arasında da içli şiirleri çok tutulmuş, divanı okunagelmiştir. Hakkında “İsmi gibi Fuzuli’dir” tabirini kullanan nice tasavvuf ehli, şiirlerinden zevk almıştır. Su kasidesi emsalsizdir.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti zamanında "Deliler" diye bir ordu birliği olduğunu işittim. Bu doğru mudur? Varsa niçin bu ismi almışlar?
    Cevab: Osmanlı ordusunda öncü hizmetleri görmek üzere akıncı ocağı vardı. XVI. asır sonunda akıncı ocağı zaafa uğradığı için bunların fonksiyonunu Kırım tatarları yerine getirmeye başladı. Taşralarda da vâliler deli (delil) adıyla bir askerî sınıf teşkil etti. Bunlar valiye bağlı, gözüpek, gözünü budaktan esirgemeyen, güçlü kuvvetli askerlerdi. Aslı delil olmakla beraber, bu hususiyetlerinden dolayı halk bunlara deli adını vermiştir. Daha ziyade hudud mıntıkalarında bulunurdu. Bu teşkilâta alınacaklarda fevkalâde cesaret ve atılganlık arandığı gibi, iri yarı ve cüsseli olmalarına da dikkat edilirdi. Ocaklarını halîfe Hazret-i Ömer’e mensup addeden deliler, şehâdete ulaşmak için pervasızca düşmana saldırır ve bu halleriyle etrafa dehşet verdiklerinden umumiyetle muvaffak olurlardı.
    Tamamiyle Rumeli halkından olan deliler bu asırdan itibaren kısmen Türk ve kısmen de Boşnak, Sırp, Hırvat gibi müslüman olmuş cengâver kimselerden meydana gelirdi. Silâhları; eğri pala, kalkan, mızrak ve bozdoğan idi. Güçlü, kuvvetli atlara binen deliler, düşman üzerine korku uyandıracak kıyafete sahipti. Başlarına sırtlan ve Pars derisinden yapılmış ve üzerine kartal tüyü takılmış başlık, ayaklarına kurt ve ayı derisinden yapılmış şalvar, sırtlarına da yine ekseriyetle tüylü derilerden yapılmış elbiseler giyerlerdi. Delilerin elli ve altmışı bir bayrak olup, birkaç bayrak birleşince bir delibaşı emrine verilirdi. Deliler on altıncı yüzyılda Rumeli beylerbeyi ile Semendire ve Bosna sancakbeylerinin emirleri altında bulunurlardı. Fakat daha sonraları başka beylerbeyleri de deli kuvveti meydana getirmişlerdir. Osmanlı tarihindeki en meşhur deli kuvvetleri; on altıncı asrın ilk yarısı içinde Semendire sancak beyi Yahyâ Paşazade Bâli Bey ile Bosna sancakbeyi Gâzi Hüsrev Bey’in deli kuvvetleridir. Bunlardan Gâzi Hüsrev Bey'in emrinde on bin kişilik deli kuvveti mevcuttu. Deli teşkilâtı efradı maaşlı idi ve maaşları beylerbeyiler tarafından verilirdi. On sekizinci asrın ortalarına kadar mühim hizmetlerde bulunan deli askerî teşkilâtının bozulması diğer askeri sınıflara göre biraz daha geç olmuştur. On dokuzuncu asırda deli gruplarının Anadolu’da şekâvetleri görüldüğü için, teşkilâta, 1829 yılında Sultan İkinci Mahmûd son verdi.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti'nde işkence yapıldığı, bu işkencelerin türlü türlü olduğuna dair bazı kitaplardan nakiller yapılıyor. Bunların aslı var mıdır?
    Cevab: İslâm hukuku işkencenin her türlüsünü yasaklar. Hayvanlara bile eziyet câiz değildir. Güya Osmanlılardaki işkence resimlerini ecnebi seyyahlar muhayyilelerinden çizmiştir. Harem gibi. Aslı yoktur. Gerçi bir cemiyette salahiyet ve güçlerini suiistimal edenler, sadistler her zaman bulunur. Suçlunun cezası bellidir. Suçu itiraf ettirmek için işkence yapılmaz. Çünki işkence korkusundan yalan söyleyebilir. Bu itiraf da makbul olmaz. Ancak bazı hallerde suç sâbit olduktan sonra, meselâ silahı veya cesedi yahud suç ortağını göstermesi için suçluya dayak atılabilir. Dayak zaten aslî bir cezadır. İşkencenin ustası İtalyan ve İspanyollardır. Engizisyonun işkenceleri pek meşhurdur.
    10 Ocak 2012 Salı
  • Sual: Sahabe-i kiramın hayatını hangi kitaplardan okuyabiliriz?
    Cevab: Türkiye Gazetesi’nin neşrettiği Eshab-ı Kiram ile Abdurrahman Neşet'in Sahabe Hayatından Tablolar ve Abdülaziz Şennavi'nin Hanım Sahabiler okunabilir.
    9 Şubat 2012 Perşembe
  • Sual: Osmanlılardaki maarif sistemini tam olarak nereden öğrenebilirim? Meselâ sibyan mektebinde kız erkek karışıkmış; peki diğerlerinde karışık mıydı?
    Cevab: Osman Nuri Ergin’in Türk Maarif Tarihi kitabı vardır. Üç büyük cilttir. Sadece sibyan ve ibtidaî mekteplerinde kız ve erkek çocuklar karışık tedrisat görür. Yine de sıralarda ayrı otururlardı. Rüşdiye ve idadî mekteplerinde (orta ve lise) kızlar için ya ayrı mektep veya ayrı sınıf vardır. Dâarülfünun’da (üniversitede) ise, sınıf veya anfi perde ile ortadan ikiye ayrılır; kızlar perdenin arka tarafında, erkekler ön tarafta ders dinler; anfinin ve mektebin farklı kapılarından girip çıkardı. Bâliğa kızın başka erkeklerle bir arada bulunması dinen câiz görülmediği için böyle yapılırdı.
    13 Şubat 2012 Pazartesi
  • Sual: Gerçek ve sahte seyyidler nasıl ayrılır? Osmanlı Devleti’nin belki kendi bünyesinde bir kontrol mekanizması vardı. Ama Acemistan ya da diğer yerlerde bunun bir kontrolü var mıdır? Ya da seyyidlerin kendi kendilerine kurdukları bir mekanizma var mıydı?
    Cevab:

    Osmanlılarda seyyid olarak bilinenlerin ekserisi uydurmadır. Vergi ve askerlik muafiyetine kavuşmak maksadıyla mahkemeye müracaat edip iki şâhit dinleten herkese seyyidlik beratı verilmektedir. Hükümet, bunların gerçekten seyyid olabileceği ihtimalinden dolayı, bu şekilde müracaat edip, ispatlayan herkese vesika verilmesini tamim etmiştir.
    Her şehir ve kasabada seyyidler arasından tayin edilen ve nakibüleşraf denilen bir memur vardır. Bu zât, sahte seyyidlik iddiasında bulunanlara engel olmaya çalışır. Ama buna ne kadar muvaffak olabilmiştir, bilinmez. Seyyid Abdülhakim Efendi, bu havalide Geylânîler, Berzencîler ve Arvasîler gibi seyyidlikleri tevâtürle sâbit olan ve meşhur âlimler yetiştirdiği için her tarafta şöhret kazanmış olan aileler dışındakilerin seyyidliği şüphelidir buyurmuş.
    Bir de seyyid ünvanı ile alâkalı bir problem var. Bu ünvan Arapçada efendi manasına kullanılıyor. Osmanlı vesikalarında ileri gelen herkes için kullanılmaktadır. Arap ülkelerinde de böyledir. Bilhassa ulema böyle anılmaktadır. Bunun için isminin önünde her seyyid olanı, evlâd-ı resulden zannetmemelidir.
    Çok asırlar geçmiştir. Çok göçler olmuştur. Çok zulümler yaşanmıştır. İnsanlar kendisini saklamak zorunda kalmıştır. Ekseriya Hazret-i Hüseyn evladı Abbasîlerin, Moğolların ve ardından Safevîlerin zulmünden dolayı Anadolu ve Türkistan'a, Hazret-i Hasen evladı ise Abbasî tazyiki sebebiyle Mağrib'e hicret etmiş; burada kendilerini saklayarak yaşamak mecburiyetinde kalmıştır. Doğrusunu Allah bilir.

    17 Şubat 2012 Cuma
  • Sual: Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi’nde birkaç kez hırsızlığı zâhir olmuş kimse için, esir çalan ve dükkân açan (dükkâna delik açıp soyan) için katl cezası öngörülmüş. Mumcu ve Üçok da bu hükümlerin İslâm ceza hukukuna aykırı olduğunu iddia etmişler. Esir çalmak hadd grubuna giren hırsızlık suçunu teşkil eder mi?
    Cevab: Küçük hür çocuğun, yahut mecnûn hâlinde veya âmâ olsa bile kendisinin kim olduğunu anlatabilecek derecede büyük kölenin çalınması ile sirkat haddi (hırsızlık suçu) teşekkül etmez. Büyük köle zorla götürülürse gasb, hileyle götürülürse aldatma olup, çalma olmaz. Böyle kimseyi ta'ziren idam etmek câizdir.
    Bir kimse bir ev veya dükkânı delip oradan içeri girerek nisab mikdarı malı yola attıktan sonra çıkıp onu alsa eli kesilir. Çünkü bu gibi şeyler hırsızların âdet edindiği hilelerdendir. Delme, içeri girme, içerdeki malı dışarı atma sonra çıkıp onu almanın hepsi bir iş sayılır. Eğer attığı malı almasa yahut başkası alsa bu kimse malı zâyi edici ve telef edici sayılır, hırsız sayılmaz. Kendisine bu malı ödemek vâcib olur, eli kesilmez.
    Hükümdarın bir kaç defa hırsızlık yapan kimseyi, çocukları kaçırmayı adet haline getirenleri siyaseten öldürmesi caiz olur. Bunların hiç birisi İslâm ceza hukukuna aykırı değildir. Zira mevcut bir şer’î hükmü kaldırmış veya değiştirmiş değildir. Hükümdar, kendisine tanınan salahiyeti kullanmaktadır. (İbni Abidin)
    17 Şubat 2012 Cuma
  • Sual: İstanbul’daki Eshab-ı Kiram efendilerimizin kabirlerinin yerleri kat’î midir? Öyle ise hangilerinin kabirleri, hangilerinin makamları öğrenebilir miyiz?
    Cevab: Hiç birininki kat'î değildir. Sahabilerin de bulunduğu kuşatmalarda İstanbul fethedilemedi. Rumların elinde kaldı. Kabirlerinin belli olması zaten olacak iş değildir. Hepsi sonradan ehlullahın keşfi yoluyla bulundu. Bunlar da ya makamdır, ya kabirdir. Bir tek Eyyüp Sultan hazretlerinin burada medfun bulunduğu biliniyordu ve keşf ile ortaya çıkarıldı. Bu hususta gazetede bir yazım neşredilmiştir.
    17 Şubat 2012 Cuma
  • Sual: el-Ehadisu'l-Arbain fi Vucubi Ta'ati Emiri'l-Mü'minin. (Beirut: 1312/1893) isimli eseri Sultan Hamid toplatmış mıdır?
    Cevab: Sultan Hamid zamanında her türlü kitap Maarif Nezâreti'ndeki bir âlimler encümeninin tasdikinden geçmedikçe basılamazdı. Beyrut’taki Hıristiyan matbaalar veya İstanbul'daki Acem denilen İranlı matbaacıların ruhsatsız olarak bastığı dinî ve her çeşit kitap toplanır, hamam külhanında yakılırdı. Muhalifleri padişahın dinî eserleri yaktırdığını söyleyerek menfi propaganda yapmışlardır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Kavânîn ve düstur eserlerinin mahiyeti nedir?
    Cevab: Kavânîn, kanunlar demektir. Düstur, Osmanlı kanunlarının toplandığı bir kitaptır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Bazı tarih kitaplarında Hazret-i Muaviye'nin câmilerde Hazret-i Ali ve Ehl-i beyte küfür ve lânet ettirdiği yazıyor. Bir sahabenin böyle bir teşebbüste bulunması bana ne İslâmî, ne tarihî, ne de mantıkî geliyor. Ben bu kaynakların sıhhatinden şüphe etmekle beraber, sizin bu mevzudaki kanaatlerinizi öğrenmek istiyorum.
    Cevab: Hazret-i Ali ile Muaviye radıyallahü anhümânın mücadelesi sırasında, Şam hükûmetine bağlı imamlar hutbede halife olarak Hazret-i Ali’nin ismini zikretmemeye başladı. Bunun üzerine Hazret-i Ali’ye bağlı Iraklı imamlar hutbede karşı tarafı ağır suçlayan sözler söylemeye başladı. Zamanla bu, sövmeye kadar gitti. Buna karşı taraf da cevap verdi. Harbde maalesef böyle şeyler olur. Bunun Hazret-i Ali ve Muaviye ile alâkası yoktur. Küfür ve lânet işi de abartılmaktadır. Ömer bin Abdülaziz, bunu yasaklamıştır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: 22 Aralık 2010 tarihli, gazeteye de çıkmış olan Şah İsmail ile ilgili yazınızda, İsmail’in neseben Kürd olduğunu yazmışsınız. Mümkünse yazınızda kullandığınız ve bu bilginin geçtiği kaynağı öğrenmek isterim.
    Cevab: Şah İsmail’in büyük dedesi Erdebil şeyhi Safiyyüddin, Erdebilli bir Kürddür. Safiyüddin’in annesi Devletî, Beruki aşiretinden Kürddür. Safiyüddin’in zevcesi, hocası Şeyh Zâhid Geylânî'nin kızıdır. Şeyh Zâhid, Farslaşmış, Sincanlı bir Kürd ailesindendir. Şah İsmail, seyyidlik iddia etmiş, bu yolda bir de şecere uydurmuştur. Türkçe bilirdi. Büyük ölçüde Türk kültürü altında yetişmiş ve yaşamıştı. Bu sebeple tarihçiler, Salâhaddin Eyyûbî gibi, Şah İsmail'i ve Safevîleri de Türk tarihi içinde mütâlaa etmektedir. Michael Mazzaoui'nin The Origins of Safawids kitabında ve başka kitaplarda tafsilat vardır.
    23 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Evlenmelerine izin verilmeyen ve tahsil müddetlerinde kadınlarla münasebet kurmaları yasak olan yeniçerilere, her fetih sonrası (klasik olarak 3 gün boyunca) fethedilen yerlerde tecavüz ve yağmanın serbest bırakıldığına dair bir rivayetin aslı var mıdır?
    Cevab: Yeniçeriler, otokontrole alıştırılan insanlardır. Aklı başında adamlar seksüel perhizden müteessir olmazlar. Seferde ganimet alınıp paylaşılan cariyelerle münasebet kurmaları caiz olduğu gibi, esir pazarlarından satın aldıkları cariyeler ile de kendilerini tatmin etmeleri mümkündür. Harbin kızıştığı zamanlarda, fethi kolaylaştırmak ve zaferi elde etmek için kumandan yağma va'd edebilir. Bunun dışında yağma yasaktır. Tecavüz ise mutlak yasaktır. Emsali de görülmemiştir.
    26 Mart 2012 Pazartesi
  • Sual: Bir zât, televizyondaki sohbetinde, Sultan Abdülmecid’in içki içtiğine dair Cevdet Paşa’nın şahadeti olduğunu söyledi. Aslı var mıdır?
    Cevab: Cevdet Paşa da bu hususta gördüğünü değil, işittiğini yazıyor. Hadis-i şerifte, “Bir kimseye yalan olarak her duyduğunu söylemek yetişir” buyuruluyor. Herkese hüsnü zan etmelidir. İyi bilinmeyen şeyin ardına düşmemelidir. Sultan Abdülmecid’in içki içtiğini gören bir kimsenin şahidliğine rastlamadık. Kendisi dindar ve yüksek meziyetlere sahip bir insandı. Böyle bir şahsiyet zaafı göstereceğine inanılamaz.
    30 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Divan- muhasebat azalarına 3 zilhicce 1281 tarihli nizamname ile tayin, istifa etmedikçe ve kanunen azilleri gerekmedikçe vazifeden alınamayacakları tanzim olunmuştur. Âzâlara tanınan bu teminat, daha önce başka bir müesseseye veya memura tanınmış mıdır?
    Cevab: 1250/1834 tarihinde kadıların istifa etmedikçe veya kendilerinden bir şikâyet olmadıkça vazifelerinden azledilemeyeceği esası getirilmiştir.
    30 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Hazret-i Muaviye’nin, Peygamber efendimizin vahiy kâtibi olmadığına dair ciddi kaynaklarda bir şeyler geçtiğini söyleyen arkadaşlarım var. Benim okuduklarımın hepsine o vahiy kâtibiydi deniyor. Bir açıklık getirir misiniz?
    Cevab: Aşağıdaki zâtlar, Hazret-i Muaviye’nin vahy kâtibi olduğunu açıkça zikreder. Bu husus artık tevâtürle sâbittir. Bunu ancak ehl-i bid’at inkâr eder. Ama onlardan Kur’an-ı kerimin bazı âyetlerini bile uydurma diyenleri vardır. Hafız İbn Asâkir (Târîhu Dımaşk); Âmiri (Behcetü'l-Mehâfil); İbn Abdilber (el-İstîâb); Kurtubi (Tefsîr); Şebrâmellisi (Hâşiye ale’l-Minhâc); Irâkî; Burhanuddin el-Halebî (Hâşiyetü’ş-Şifâ); Hafız İbn Abdilber (Behcetü'l-mecâlis); İbni Kuteybe (el-Meârif). Hatta Hurinî el-Metâliu'n-Nasriyye kitabında der ki: Hicretten sonra vahy kâtibliğinde en devamlıolanı Zeyd bin Sâbit, Mekke’nin fethinden sonra ise Muaviye idi.
    30 Mart 2012 Cuma
  • Sual: Londra’da Pakistan asıllı Barelviler adında bir topluluk var. Bunlar Ehl-i sünnet midir?
    Cevab: Berilevîler, büyük Hanefî Hind âlimi Ahmed Han Berilevî’nin yolundadırlar. Ehl-i sünnet bir topluluktur.
    6 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: İslâm harflerinin mukaddesliğinden bahsediliyor. Bazı kimseler, “Tanrının dili yoktur. Kutsal kitapların harfleri değil, içeriği kutsaldır” diyorlar. Arap alfabesinin İslâm dininde yeri ve ehemmiyeti nedir?
    Cevab: Bir hadis-i şerifte, Âdem aleyhisselâmın arşta Arabî harflerle kelime-i tevhid yazısını görüp Muhammed aleyhisselamın ismiyle dua ettiği ve duasının kabul olduğu anlatılmaktadır. Bu da gösteriyor ki Arap yazısı insanlık tarihi kadar eski ve mübarektir. Bu harflerle yazı yazan ilk kişinin İsmail aleyhisselâm olduğu hadis-i şerifte bildirilmektedir. Kur’an-ı kerimin muhtevası kadar, yazısı da mukaddestir.
    8 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek adlı kitabının (42. Baskı) 58. sahifesinde, "Saraya sızdığı öğrenilen Hurufilere karşı Veziriazam Mahmud Paşa ve Edirne'de Üç Şerefeli Câmi'de müderrislik yapan müftü Fahreddin-i Acemî derhal harekete geçmişler; müftü hem Hurufîlerin yakılması için fetvâ vermiş; hem de bizzat diri diri ateşte yakılmalarını gerçekleştirmiştir" diye yazıyor. Osmanlı Hukuku'nda teorik veya pratik olarak yakarak cezalandırma mevcut mudur?
    Cevab: Zındıkların yakılacağına dair ictihadlar var ise de, makbul değildir. Nitekim Hazret-i Ali zındıkları yakmış; "Ateşle azap ancak Allaha mahsustur" hadis-i şerifini söyleyince, bunu işitseydim, yakmazdım buyurmuştur. Hurufîler yakılmamış, öldürülmüştür. Osmanlı klasik metinlerinde yakmak, zındığı öldürmek demektir. Çünki ölünce cehenneme gidecektir. Osmanlı hukuk tarihinde idam cezaları eşkiyalıkta asarak, bunun dışında en seri öldürme şekli olan başını keserek infaz olunuyor.
    8 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Hazret-i Muhammed’in diğer devlet reislerine yazdığı bütün tebliğ mektupları nerededir? Doğu Roma İmparatoru Heraklius’a yolladığı heyet ile alâkalı Bizans kaynaklarında bilgi var mıdır?
    Cevab: Hazret-i Peygamber hakkında muasırı tarihçi ve yazarların neler bahsettiği hakkında bir tetkikatım maalesef yoktur. Hazret-i Peygamber’in mektuplarından bazısı günümüze intikal etmiştir. Bunlardan Mukavkıs’a yazdığı mektup Topkapı Sarayı’ndadır. Faslı âlim Kettanî, Terâtib adlı eserinde Heraklius’a yazılan mektubun serüvenini uzun anlatır. “Bu mektup İspanya krallarına intikal etmişti. Bu mektubu itina ile saklarlardı. O zamanki Araplara da gösterdiler” diyor. 1922 senesinde bu mektubu çok araştırıp sormasına rağmen bulamadığını, muhtemelen Endülüs’te müslüman hâkimiyeti yıkıldıktan sonraki taassup devrinde yok edildiğini bildiriyor. Bu mektup ve elçilerin ziyareti hakkında Bizans tarihçilerinin bir şey söyleyip söylemediğini maalesef tetkik edemedim.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: İbn Hacer-i Heytemi'nin Hayratü'l-Hisan kitabının Menakıb-ı İmam Azam adlı türkçe tercümesinde geçen bir menkıbe şöyledir: İmam Ebû Hanife'nin huzuruna bir kadın gelerek, "Erkek kardeşim vefat etti. Altı yüz dinar miras bıraktı. Fakat benim hakkıma yalnız bir dinar düştü" dedi. İmam, "Bu hesabı kim yaptı?" diye sual eyledi. Kadın da "Davud-ı Tâî yaptı" dedi. Bunun üzerine İmam, "Doğru, senin hakkın aslında bu kadardır. Zira, kardeşin vefat ettiğinde, arkasında miraçı olarak annesini, zevcesini, iki kızını ve on iki erkek kardeşiyle birlikte seni bırakmıştır. Senin hakkının bir dinardan fazla olmasına imkan yoktur" dedi. Buradaki miras nasıl taksim edilir?
    Cevab: Zevce: 1/8
    Anne: 1/6
    Kızlar: 2/3
    Kadın: 1 hisse
    Erkek kardeşler: 12 x 2 hisse

    Zevc, anne ve kızların hisseleri toplamı : 1/8+1/6+2/3=23/24

    Kadın 1 hisse, erkek kardeşler 2 hisse alacak şekilde, geri kalan 1/24 hisse taksim edilir. Kadına düşen hisse: (1/24)x(1/25) = 1/600. Tereke 600 dinar olduğundan, kadına düşen miktar, 1 dinardır.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual:

    Kitaplarda Eflatun’un teslise inandığı yazılıp kötüleniyor. Bazı yerlerde ise Eflatun’un tevhide inandığı söyleniyor. Bu iki bilgi arasında nasıl hüküm vermek gerekir?

    Cevab:

    İkisi arasında tezat yoktur. Eflâtun (Platon), Sokrates’in talebesidir. Sokrates aklı ile bir yaratıcının varlığını bulmuş ise de, madde ve ruha kadim diyerek sıfatlarında yanılmıştır. Bu ise bugün için sahih bir iman sayılamaz. Eflâtun felsefesi, her şeyi üçe böler. Meselâ edep, üç his kuvvetine dayanır: Ahlâk, akıl ve tabiat. Tabiat da, bitki, hayvan ve insan olarak üçe ayrılır. Eflâtun, esasta dünyayı yaratan kudretin tek olduğunu düşünmekle beraber, onun iki yardımcısı daha olabileceğini ileri sürmüştür. Bu da, teslîs (=üçlü tanrı) fikrinin doğmasına sebep olmuştur. Asırlar sonra Hıristiyan ilahiyatını tanzim edenler, yetiştikleri Eflâtuncu felsefe ekolünün tesiriyle, teslîs fikrini kabul etmiştir. Her ikisi de kendilerine bir peygamber tebliği kendisine ulaşmamışsa, ehl-i fetret hükmündedir. Nitekim İmam Rabbânî hazretleri, I. cild 259. Mektubunda bunu açıkça bildiriyor. Peygamber tebliği kendisine ulaşanların, Sokrates, Eflatun ve Aristo gibi felsefelerin inancını benimsemeleri, küfre sebep olur. İmam Gazalî gibi âlimler, felsefecileri reddederken, bunların imanî vaziyetlerinden ziyade, bunlar gibi inanmanın bugün için imansızlık olduğu hususu üzerinde durmuştur.

    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: Şu andaki Osmanlı hanedanı mensuplarının görüntüleri tamamen yabancı memleket insanlarına benziyor. Siz çoğunu yakından tanıyorsunuz. Dinî inançları hassasiyetle devam ediyor mu? Ediyorsa bilhassa hanımlar neden böyle alafranga haldeler?
    Cevab: Evinden, ailesinden, sevdiklerinden, malından, memleketinden atılmış, gurbet ellerde sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmiş olan insanlardan daha fazla ne beklenebilir? Türkiye’de daha iyi şartlarda yaşayan hoca, hacı, âlim, veli çocukları ne haldeler? Hanedan mensuplarının imanı bütündür. Dine hürmetkârdır. Müslüman memleketinde yaşayanların gördüklerini, işittiklerini görüp işitselerdi, onlardan çok ileri giderlerdi. Dedelerinin hürmetine kendilerine tazim edilir. Yanlış işleri için de Allah ıslah ve affetsin denir.
    14 Nisan 2012 Cumartesi
  • Sual: İmam Gazalî hazretlerinin Kıyâmet ve Âhiret halleri adlı kitabında Nuh aleyhisselâm için neden resullerin ilki deniyor?
    Cevab: Âdem aleyhisselâmdan sonra şeriat sahibi ilk peygamber olduğu için. Bir başka deyişle şeriatı, Âdem aleyhisselâmın şeriatını nesheden ilk peygamber olduğu için.
    16 Nisan 2012 Pazartesi
  • Sual: Anadilde eğitimin engellenmesinin insan haklarına aykırı olduğu söyleniyor. Bu hususta İslâmiyette, bilhassa tarihteki İslâm memleketlerinde ve çok milletli Osmanlı Devleti’nde vaziyet nedir?
    Cevab: İlim ve tahsil hayatı hususî şahıslara bırakılmıştır. Devlet bununla alâkadar olmaz ve olamaz. Herkes, kendi dinine, kültürüne, âdetine göre ve kendi lisanıyla ilim öğrenir ve öğretir. Herkes hususî hayatında da, resmî işlerde de kendi lisanını kullanır. Resmî lisan olmadığı gibi, anadille eğitim gibi bir mesele de İslâm devletlerinde ve Osmanlılarda mevzubahis değildir.
    22 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Zimmî kâfirlerin dârülislâmda fâizcilik yapması câiz midir? Osmanlı Devleti’nde Galata bankerleri tefecilik yapmıyorlar mıydı? Eğer yapıyorlarsa, devlet buna neden izin vermiştir?
    Cevab: Hayır. Dârülislâmdaki zimmîler ile Müslümanlar ahkâm bakımından aynıdır. Osmanlı zimmîlerinin tefecilik yapmaları yasaktı. Fakat bazıları hukukun inceliklerini kullanarak, hile-i şer’iye yaparak, bir yandan da borç verip kendilerine râm ettikleri devlet ricalini ayarlayarak el altından tefecilik yapmıştır. Ama resmiyette mümkün değildir. Nitekim meselâ mahkemeye alacakları için dâvâ açsalar, fâiz talebinde bulunamazlar. Mahkeme reddeder. Nitekim buna dair hüccetler mahkeme sicilinde mevcuttur. Fuhuş ve müslümana içki satışı da yasaktır ama umumhane ve meyhanelerin gizliden gizliye çalışmasını engellemek mümkün değildir.
    22 Nisan 2012 Pazar
  • Sual: Sultan II. Mahmud, yeni kurduğu Türk ordusunda, zekâlarının azlığından dolayı Çerkezler'in miralaylıktan (albaylıktan) daha yukarı terfi etmemeleri için ferman çıkarmış. Sultan II. Selim de, cinsî hayatta kadın rolü oynayarak Türk halkının ahlâkını bozuyorlar diye Arnavutlar'ın Anadolu’ya geçmelerini yasak etmiş. İsmail Hami bey’in kitaplarından okuduğum bu bilgiler doğru mudur? Şu halde Osmanlı Devleti’nde ırkçılık var mıdır?
    Cevab: Bir kere Sultan II. Mahmud zamanında Çerkezler kesif bir topluluk olarak gelmiş değildi. 1864'ten sonra Kafkasya’dan göç etmeye başladılar. Her millette zekî veya zekâsı kıt insan vardır. Umumileştirmek doğru değildir. Osmanlılar gibi geniş düşünceli ve yüksek meziyetli insanlar için böyle sakil bir şey düşünülemez bile. Kaldı ki son zamanlarda bile çok sayıda Çerkez paşa vardır. Çerkezler, sadakatleri ile tanınmış bir ırktır. Osmanlı Devleti, bu meziyetlerinden istifade etmiştir. Sarayda Sultan II. Mahmud’dan itibaren hep Kafkasyalı, bilhassa Çerkez hanımlar istihdam edilmiş ve hanedan evlilikleri bunlarla olmuştur.

    Arnavutlar, o zamanlar Kürtler gibi İstanbul'a sokulmazdı. Sebebi dağlık bir coğrafyada yaşadıkları için sert ve kavgacı bir tabiata sahip olmalarıdır. Sokulanlar da hususi izinle muayyen işler için (kaldırım yapmak gibi) sokulurdu. Adalı Rumlar da aynı şekildedir. Bahsedilen husus lokal bir hâdise ile alakalı olsa gerektir. Zaman içinde bu hükümler değişmiştir. Arnavutlardan çok sayıda devlet adamı ve zâbit yetişmiştir. Sultan II. Abdülhamid’in, Karakeçili ve Araplardan hususî muhafız alayı olduğu gibi, “ser verir sır vermez” dediği Arnavutlardan müteşekkil bir muhafız alayı vardı.

    Osmanlıda ırkçılık olması muhaldir. İmparatorluklarda ırkçılık olamaz. Kaldı ki Osmanlı Devleti Müslüman bir devlettir. İslâmiyet ırkçılığı reddeder. Irkçılık, imparatorlukları ve cemiyetleri yıkan bir hastalık gibidir. Nitekim Osmanlı Devleti, 1908’den sonra ırkçılık istikametinde idare olundu ve bu da yıkılmasına sebebiyet verdi.

    Merhum İsmail Hami Bey, büyük bir tarihçidir. Fakat kendisine yakışmayacak bir şekilde koyu bir ırkçılık zihnini örtmüştür. Osmanlı tarihinde çok müsbet rol oynayan nice devlet adamlarına, sırf Türk ırkından değil diye tahkir etmektedir. Kitapları temkinle okunmalıdır.
    24 Nisan 2012 Salı
  • Sual: Bir hocamız İslâmiyette saltanatın olmadığını, Osmanlıların, idareciliği babadan oğla devrederek yanlış yaptığını söylemişti. Ben O'na Hz. Ali'den sonra Hz. Hasan'ın halife olduğunu örnek vermiştim ama cevap verememişti. Acaba başka ne gibi örnekler verebilirim?
    Cevab: Halîfelerin yerlerine yetiştirdikleri ve nasihat verdikleri oğullarını veya güvendikleri başkalarını halîfe yapmaları İslâm hukukuna aykırı değildir. Nitekim Kur’an-ı kerîmde, Hazret-i Dâvud’un yerine oğlu Hazret-i Süleyman’ın hükümdar olduğu anlatılmaktadır. Halifenin yerine halifelik şartlarını taşıyan herhangi birini geçirmesi caizdir. Hazret-i Ömer böyle halife olmuştur. Yabancı birini yerine halife bırakmak caiz ise, aynı vasıfları taşıyan oğlunun veya ailesinden bir başkasının halife bırakılması da sahih olmak gerekir. Üstelik tarih göstermiştir ki, hükümdarın belli bir aileden olması, siyasî ihtilafların önüne geçmektedir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Bir hocamız Osmanlıların İslâmiyetteki şûrâ prensibini tatbik etmediğini iddia etti. Bu doğru mudur?
    Cevab: Divan-ı Hümayun ve şeyhülislâmdan fetvâ almak şûrâ demektir. Bu sözleri, kendisinin İslâmiyetten de, tarihten de haberi olmadığını; son zamanlardaki reformist Arap yazarlarının tesiri altında kaldığını gösteriyor.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Hazret-i Peygamber niçin çok evlilik yapmıştır?
    Cevab: Hazret-i Peygamberin hanımları (zevcât-ı tâhirât), keskin zekâları, derin firâsetleri ile Hazret-i Peygamberin ibâdetleri ve ev içindeki hareketlerini haber vermenin yanında; bilhassa âile ve miras hukukunun teşekkülünde çok mühim bir rol oynamışlardır. Hazret-i Âişe, en çok hadîs rivayet edenlerin neredeyse başında gelmektedir. Bazı ahkâm âyetleri, Hazret-i Peygamber’in ev yaşantısı ve hanımları ile alâkalı olarak nâzil olmuştur. Hazret-i Peygamber’in müteaddid hanımlarla evlenmesinin bir hikmeti budur. Nitekim henüz hukukî hükümlerin mevzubahis olmadığı Mekke devrinde, daha genç olmasına rağmen, bir erkeğin en güçlü ve en çok kadına ihtiyaç duyduğu bir zamanda, Hazret-i Peygamber Hazret-i Hadîce’den başka hanımla evlenmemiştir. Evliliklerinin hemen hepsi Medine’ye hicretten sonradır. Bu hanımların çoğu yaşlı, dul ve ihtiyaçlı hanımlardı. Hazret-i Peygamber hepsini bir maslahat sebebiyle nikâhlamıştı. Hassaten hicretin altıncı yılında hicâb âyetinin (Ahzâb: 53) gelip kadınlarla yabancı erkeklerin bir arada bulunmaları yasaklanınca, Hazret-i Peygamber, hanımlara tebliğ vazifesini, zevceleri vâsıtasıyla yerine getirmeye başlamıştır. Böylece Hazret-i Peygamber’in çok evlenmesinin bir hikmeti daha zâhir olmuştur. Nitekim hanımlar Hazret-i Peygamber’in zevcelerine gelerek sual sorarlar; zevcât-ı tâhirât da Hazret-i Peygamber’e tavassut edip verdikleri cevabı bu hanımlara bildirirlerdi.

    Bu evliliklerden bir kısmı, Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer gibi İslâmiyete çok hizmet etmiş zâtların taltifini temin etmiş; bir kısmı da mühim şahısların veya kabîlelerin müslüman olmasına sebebiyet vermiştir. Nitekim Ebû Süfyan ve oğlu Muâviye’nin müslüman olmasında Hazret-i Ümmü Habîbe’nin tesiri olmuştur. Ümmü Habîbe, Ebû Süfyân’ın kızı ve Muâviye’nin kızkardeşidir. Hazret-i Cüveyriyye, harbde esir alınan Benî Müstalık kabîlesinin tamamının müslümanlığına ve âzâd edilmesine vesile olmuştur. Hazret-i Peygamber’in kendi hissesine düşen Cüveyriyye’yi âzâd edip nikâhladığını gören Sahâbe-i kiram, kendi hisselerine düşen Benî Müstalik esirlerini de âzâdlamışlardı.

    Evlenilecek kadınların sayısının dörtle tahdid edildiği sırada, Hazret-i Peygamber’in dokuz hanımı vardı. Âyet-i kerime bunları boşama, bunlardan başka da evlenme buyurdu. Bu zevceler, ayet-i kerime gereği müminlerin anneleridir. Hazret-i Peygamber, bunları boşasa, başkasıyla evlenemezlerdi. Mağdur olurlardı. Halbuki evliliklerinin bir sebebi de mağduriyetlerinin önlenmesidir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Kur'an-ı Kerim'de Hazret-i Peygamber'e atfen söylenen "Allah seni affetsin" sözünü nasıl anlamalıyız?
    Cevab: Afallahü anke sözü, Allah bu yaptığından dolayı seni mesul tutmadı demektir. Nitekim Kur’an-ı kerimde afallahü amma selef, önceki yaptıklarınızdan Allah sizi mesul tutmadı sözü de bu mânâya gelir. Yoksa peygamberler masumdur; günah işlemekten korunmuştur. Ancak iki doğru ile karşılaştıklarında insan olmak hasebiyle en doğruyu seçme hususunda yanılabilirler. Bu ise hata veya kabahat değil, zelle (sürçme) olarak isimlendirilmiştir.
    27 Nisan 2012 Cuma
  • Sual: Gül kokusu, Peygamber efendimizin mübarek terinin kokusu mudur?
    Cevab: Hazret-i Peygamber’in terinin gül gibi koktuğu, siyer kitaplarında geçer. Hadis-i şerifte "Ben bir latif cevher idim, arş-ı alayı tavaf eder idim; Allahü teala bana nazar eyledi, utandım, terledim; yeryüzüne düşen yedi damladan, Dört halife, gül, kabak ve pirinç yaratıldı" buyurulmuştur. (Şir'atü'l-İslâm)
    8 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’nin telfikçi usülle hazırlandığını belirtmişiniz. Fakat telfiğin caiz olmadığını biliyorum. Siz de bu şekilde hareket etmenin hatalı olacağını üstü kapalı da olsa ifade etmişsiniz. Devletin bu şekilde kanun hazırlaması câiz değil midir?
    Cevab: Bir meselede tek bir ictihadla amel etmek mecburidir. Aynı meselede birden fazla ictihadı karıştırmak, eğer ortaya çıkan netice dört mezhebden birine uymuyorsa, telfiktir ve batıldır. Uyuyorsa, zaruret varsa kerahatsiz, zaruret yoksa kerahatle sahihtir. “Mesâil-i müctehedün fiyhâda imâmülmüslimîn hazerâtı hangi kaville amel edilmesini emrederse o kavil ile amel olunur”. Yani müctehidler arasında ihtilaf edilmiş meselelerde, hükümdarın tercihi ile amel olunur. Bu bir kaidedir. Ancak bu, hususî hayata tesir edemez. Mahkemeler ve hükümet icraatları için bahis mevzuudur. Ve keyfî olmamalıdır; bir mecburiyetin eseri olmalıdır. Teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur. Yani halk üzerinde umumî menfaat gözetilerek tasarruf edilir. İnsanlar aile hukuku gibi hususi hayata dair işlere fazla karışılmasından hoşlanmaz. Neticede bu bir evliliktir. Bir şartı bir mezhebe, diğer bir şartı başka bir mezhebe göre tanzim edilirse, insanlar acaba zina mı ediyorum diye bile düşünebilir. Bu bakımdan Hukuk-ı Aile Kararnamesi şer’î hükümlere aykırı değildir. Ancak cemiyet böyle bir kanunu kabule hazır değildir. Nitekim Mecelle bile, Hanefî mezhebindeki zayıf kavillerden bazılarını ihtiva ettiği için tenkit edilmiştir. Eski ilim adamları ciddi, oturaklı ve muhafazakâr idi. Olur olmaz sebeplerle değişikliğe, gevşekliğe müsaade etmezdi. Kanun, bunu nazara almamıştır. Sosyoloji bilmemek alâmetidir.
    11 Mayıs 2012 Cuma
  • Sual: İslam Hukuku kitabınızın 57. sayfasında Endülüs'de 786 yılında kurulan Kurtuba Üniversitesinin Avrupa'nın en eski üniversitesi olduğu söyleniyor, hemen ardından ise 859 ylında Fas'da kurulan Kureviyyin Üniversitesi'nin dünyanın en eski üniversitesi olduğu söyleniyor. Tarihlerde bir problem mi vardır?
    Cevab: Kurtuba Üniversitesi en eskidir; ama bugün devam etmiyor. Kureviyyin Üniversitesi ise devam eden en eski üniversitedir.
    11 Mayıs 2012 Cuma
  • Sual: Hazret-i Âdem’den Hazret-i Muhammed aleyhimesselâma kadar bilinen peygamberlerin yaşadıkları tarihler hususunda malumat verebilir misiniz? Âdem aleyhisselâm milâttan evvel kaç yılında dünyaya indirilmişdir? Şit, İdris, Nuh aleyhimesselâm kaç tarihinde yaşamış ve vefat etmiştir? (Sahih kaynaklardan olursa iyi olur; zira internet pek kaynak değildir malumunuz)
    Cevab: Eğer bu sualiniz bir şaka değilse şunu söylemek gerekir: İlk peygamberler, tarihî şahsiyetler değildir. Yani tarih kitaplarında isimleri geçmez. Tarih, şimdilik en çok dört-beşbin sene öncesini anlatabiliyor. Bu peygamberler ise mukaddes kitaplarda hikâye edilmektedir. Mukaddes kitaplar biyografik malumata değil, peygamberlerin hikmetli söz ve kıssalarını anlatır. Doğum ve ölüm tarihleri kimseye faydalı görülmediği için anlatılmamıştır. Âdem aleyhisselâmın 315 bin sene evvel yaşadığı bazı hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır. Tarihleri takribi olarak bilinen en eski peygamberler, belki Hazret-i İbrahim, Yusuf ve Musa aleyhisselam gibi nisbeten yakın tarihlerde yaşayanlardır. Davud ve Süleyman aleyhimessalam hakkında da daha etraflı bilgi vardır. İsa aleyhisselamın bile yaşadığı zaman tam olarak bilinememektedir. Bu bakımdan sualinize tatminkâr cevap vermek maalesef şimdilik mümkün değildir.
    11 Mayıs 2012 Cuma
  • Sual: Osmanlı millet sistemi çerçevesinde bir Yahudi ile bir Rum arasındaki ticarî veya başka bir meselenin halline hangi mahkeme bakacaktır?
    Cevab: Osmanlı Devleti’nde, bir dâvânın tarafları aynı milletten Osmanlı vatandaşları ise, salahiyetli merci o kişilerin ruhanî mercii, yani piskopos veya hahamdır. Burada o kişilerin kendi dinlerinin hükümlerine göre dâvâya bakılır; Osmanlı makamları müdahale etmek şöyle dursun, verilen hükmü icra ve infaz eder. Taraflar sizin sorduğunuz şekilde ayrı milletten ise, o halde dâvâlının ruhanî mercii veya tarafların anlaştığı bir hakem salahiyetlidir. Taraflar bunda anlaşamazlarsa, dâvâya Osmanlı mahkemesi, bunların dinini de nazara alarak bakar. Taraflardan biri Müslüman ise, salahiyetli merci mecburen Osmanlı mahkemesidir ve şer’î hukuka göre bakılır. Gayrımüslimin dini de icabında nazara alınır. Tabiî bu, dâvânın hususî hukuka veya ahvâl-i şahsiye denilen şahıs, aile ve miras hukukuna dair olması hâlindedir. Dâvâ ceza veya vergi yahud arazi dâvâsı ise, mutlaka Osmanlı mahkemesi bakar. Taraflar ecnebi ise, salahiyetli merci konsolosluktur. Taraflar iki farkı devlet vatandaşı ecnebi ise, dâvâya dâvâlının konsolosluğunda bakılır. Taraflardan biri Osmanlı ise, Osmanlı mahkemesi salahiyetlidir.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde Trablusgarb'da Mâlikî mezhebinden Müslümanların dâvâlarına hangi mezhebe göre bakılmaktaydı?
    Cevab: Her yere Hanefî müftü ve kadısı tayin edilir. Başka mezhepler de yaygın ise, taraflar isterse, bu mezhepten bir âlim, nâib (vekil) tayin edilir. Tarafların hiç mahkemeye gitmeden, kendi mezheplerindeki bir hakeme de gitmeleri mümkündür.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Mısır'a giren Osmanlı askeri, harp esnasında Müslüman Mısır halkından esir alıp köle edebilir mi?
    Cevab: Kölelik, harbde esir alınan gayrımüslimler için bahis mevzuudur. Esir alınmadan evvel Müslüman olan, kölelikten, öldürülmekten ve fidye karşılığı iade edilmekten kurtulur. Esir alındıktan sonra Müslüman olan, öldürülmekten ve fidye karşılığı iade edilmekten kurtulur ise de, kölelikten kurtulamaz.
    15 Mayıs 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Hukuku adlı kitabınızda, hukukun eşitliği değil, adaleti temin için olduğunu söylemişsiniz. Sultan Fatih'in elini kestirttiği mimardan dolayı kadı tarafından elinin kestirilmesine hükmedilmesinde, adalet yerine eşitlik ağır basmıyor mu?
    Cevab: Yalnızca Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde geçen ve Sultan Fatih’i bir psikopat olarak tasvir eden bu menkıbe uydurmadır. İran mitolojisinden alınmadır. Din büyükleri ve Osmanlı padişahları hakkında, gûyâ onları yüceltmek için böyle saçma sapan yüzlerce menkıbe anlatılmakta; ne yazık ki insanlar da bunları ciddiye almaktadır. Kadı, her meselede padişahı muhakeme edemez. Çünki kadı, padişahın vekilidir. Kadı ancak hususî hukuka dair davalarda hükümdarı muhakeme edebilir. Had suçlarında muhakeme edip, mahkûmiyet veremez. Bu gibi dâvâlara, Divan-ı Mezâlim’de, Osmanlılarda Divan-ı Hümâyun’da hususî usul kaidelerine göre bakılır. Kısas, kasden öldürme ve yaralamada verilen cezadır. Burada bir siyaset cezası mevzubahistir.
    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Talebelerime tarih şuurunu aşılamak ve tarihlerini doğru öğrenmelerine vesile olmak için hangi yazarları ve kitaplarını tavsiye etmeliyim?
    Cevab: Talebenin yaş ve kültür seviyesine göre hareket edilir. İlk ve orta mektep talebelerine Yavuz Bahadıroğlu, Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi romancıların romanları tavsiye edilir. Topkapı Sarayı, Sultanahmed Camii gibi yerlere götürülür. Lise ve daha yukarı seviyedekilere Yılmaz Öztuna, Ahmed Şimşirgil gibi yazarların kitapları uygundur. Gazetedeki yazılarım tarih şuuru vermeye müteveccihtir.
    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Plevne Müdâfii Gazi Osman Paşa mason muydu?
    Cevab:

    Bazı kitaplarda veya neşredilen listelerde böyle geçiyor ise de, kendisi yüz küsur sene evvel vefat ettiğinden sormak imkânı yoktur. Mason cemiyetinin hususî sicillerine ulaşma imkânı da bulunmadığından, bu suale cevab vermek mümkün gözükmemektedir. Masonların ve benzeri cemiyetlerin, popülaritelerini arttırmak için meşhur şahısların kendi mensuplarından olduğunu iddia etmeleri öteden beri âdettir. Plevne'yi müdafaa edip yenilerek kaybeden Osman Paşa'nın Mason olduğuna dair ciddi bir delil yoktur. Dinine bağlı bir insan olarak tasvir edilmektedir.

    20 Mayıs 2012 Pazar
  • Sual: Diller nasıl ortaya çıkmış ve bu kadar farklılaşmıştır?
    Cevab: İslâm kaynaklarındaki rivayetlere göre, ilk insan Hazret-i Âdem’e bütün isimlerin öğretildiğini bildiren âyet-i kerimenin tefsirinde, soyundan gelecek olanların konuşacağı dillerin hepsini bildiği, dünyanın çeşitli mıntıkalarına yerleşen torunlarının bu dillerden biriyle konuştuğu bildirilmektedir. Nitekim Tefsir-i Lübâb’da ve Meâlimü’t-Tenzil’de böyle anlatılır. Ama Hazret-i Âdem’in daha ziyade bugün Arapça, İbranice ve Süryanicenin atası olan bir lisan ile konuştuğu rivayet olunur. Hazret-i Nuh’un üç oğlundan Sâm dedesinin çoklukla kullandığı dili kullanmış, bundan Arapça, İbranice, Süryanice, Babil, Asur, Akad, Fenike, Kartaca lisanları meydana gelmiştir. İkinci oğlu Ham’dan Afrika ve Güney Hindistan lisanları meydana gelmiştir. Üçüncü oğlu Yafes’ten ise beyaz ve Sarı ırkın konuştuğu lisanlar meydana gelmiştir. Tevrat kaynaklı rivayetlerde insanların önceleri aynı dili konuştukları; fakat daha Hazret-i Nuh zamanında bir anda birbirini anlamadıkları, bu sebeple farklı mıntıkalara göç etmek zorunda kaldıkları anlatılır. Bâbil kulesi kıssası buna dairdir. Dünyadaki bütün dillerin esası birkaç tanedir. Hazret-i İdris zamanında konuşulan dillerin sayısının 72 tane olduğu söylenir. 12 rivayeti de vardır. Diğerleri bunlardan çıkmıştır. (Mir'at-ı Kâinât). Bugün dünyada 3000’den fazla dil olduğu söylenmektedir. Dünya nüfusunun yarısı bunlardan 15 tanesini konuşmaktadır. Afrika'da 1000'e yakın, Hindistan'da 800'den fazla dil konuşulmaktadır.
    3 Haziran 2012 Pazar
  • Sual: Osmanlı devletinin ilk devri olan kuruluş safhasıyla, yükselişten sonra safhaları arasında “gazilikten saltanata” doğru bir gidiş olduğu doğru mudur?
    Cevab: Kuruluşta gazâ ruhu (ila-yı kelimetullah) esastır. Yıkılışına kadar da bur ruh az veya çok devam etmiştir. Ama dünya şartları değişmiştir. Yalnızca gazâ ruhuna dayalı beylik büyümüş; imparatorluk olmuştur. Halkının yarıdan fazlası gayrımüslimdir. Komşuları gayrımüslimdir. Elbette gazâ, hayatın tamamına hâkim olamaz. Gazânın sebebi de insanlarının saadetidir. Saltanat, bir sistemi, yeni nizamı ifade eder.
    9 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Bir İslam devletinde devlet reisi istediği kişiyi katlettirebilir mi? Bunun için muhakeme şart değil midir? Kendisinin muhakeme hakkı olduğu söylenirse, burada fiili bir muhakeme yaptırıp suçun şer’an sâbit olması lâzım değil midir? Osmanlı tatbikatında zaman zaman bu şartlara riayet edilmediğini biliyoruz. Eğer bunlar meşru ise, kişi emniyeti nasıl sağlanır? Ve klasik tabiriyle “hükümdarın iki dudağı arasında” sözü haklı olmaz mı?
    Cevab: İslâm hukukunda üç çeşit suç ve ceza vardır: 1-Zina, zina iftirası, hırsızlık, yol kesme ve sarhoşluktan ibaret had suçları; 2-Adam öldürme ve müessir fiilden ibaret cinayet suçları; 3-Bunun dışında kalan ta’zir suçları. İlk iki grubun şartları ve suç sabit olunca verilecek cezalar bellidir, değişmez. Ta’zir suçlarının cezaları ise çok çeşitlidir. Ta’zir katl ile de olur. Yaşaması cemiyet için zararlı kişiler, ta’ziren öldürülebilir. Buna karar verecek ulülemrdir. Bu kadı da olabilir, veziriazam da olabilir, halife de olabilir. Suç zaten sâbit olmuştur. Fiilî muhakemeye gerek yoktur. Siyaseten katl zaten çok istisnaidir. Osmanlılarda ekseriya basit bir fiili bile icabında çok büyük zarara sebebiyet verebilen askerîler için tatbik olunmuştur. Suç işlemeyene ceza yoktur.
    9 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti zamanında nasıl memur olunurdu? Bir de ilkokul ve liselerde nasıl öğretmen olunurdu?
    Cevab: Çok teferruatlı bir mevzuya kısaca cevap vermenin imkânsızlığını takdir edersiniz. Osmanlılarda klasik devirde medresenin bugünki liseye denk gelen kısmını bitiren imam olur. Bu kişi aynı zamanda sibyan mektebinde (ilkmektepte) muallimlik de yapar. Medresenin yüksek kısmını bitiren, lise seviyesindeki kısımlarında; lisans üstü seviyedekini bitiren, yüksek seviyedekine müderris olur. Tanzimattan sonra mektepler açıldı. Buraya muallim yetiştirmek üzere muallim mektepleri açıldı.
    Klasik devirde memur olmak için ya medrese tahsilliler alınır; ya da çekirdekten yetiştirilirdi. Bunun için çocuk bir devlet dairesine (kalemine) çırak girer; şakird olur; kalfa olur, usta olur, katib olur. Tanzimattan sonra memur yetiştiren liseler açıldı. Mülkiye ve hukuk mektebi mezunları istihdam edilmeye başlandı. Çırak usulü de devam etti. Devlet adamı olmak için klasik devirde ekseriya saraydaki enderun mektebinin mezunu olmak aranır. Tanzimattan sonra mülkiye mektebi kuruldu.
    Hakim olmak için medresenin yüksek derecesini bitirmek gerekir. Tanzimattan sonra mekteb-i hukuk kuruldu. Her devirde hiç tahsili olmayan kimse de kabiliyeti ve şansı yardımıyla her memuriyete alınabilirdi. Sadece müderris ve hakim olamaz.
    22 Haziran 2012 Cuma
  • Sual: Zekât emrine karşı çıktığı için tardedilen Sa’lebe, sahâbî midir? Böyle ise, fenâ makamına kavuşan imansız ölmez buyrulduğuna göre, sahâbî mürted olur mu?
    Cevab:

    Beydâvî, Râzî, Kurtubî gibi muteber tefsirlerde anlatıldığına göre, ibâdete olan düşkünlüğü sebebiyle "Mescid Güvercini" diye anılan Sa’lebe, malının artması için Resulullah aleyhisselâmdan dua etmesini istedi. Hazret-i Peygamber kanaat etmesini tavsiye buyurdu ise de ısrarcı oldu. Bu duanın bereketiyle çok zengin oldu. Malların idaresi sebebiyle önce mescidden kesildi. Zekât emri geldikten sonra, “benimle mi kazandınız” diyerek karşı çıktığı için mürted oldu. Bazı âlimlere göre Sa’lebe baştan beri münafık idi. Kendisi için Tevbe suresinin 76. âyet-i kerimesi nâzil oldu. Sebeb-i nüzûlünün başka başka olduğu da bildirilen bu âyet-i kerimenin gelişinden, Salebe’nin münâfık olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Bu âyeti işitince zekâtını getirip yalvardı ise de Resulullah almadı ve “Sa’lebeye yazıklar olsun!” buyurdu.

    Sahabe arasında başka Sa’lebe de vardır. Bunlardan birisi Salebe ibni Ebî Hâtıb Ehl-i Bedr’dendir ve Uhud’da şehid düşmüştür. Münâfık olan Sa’lebe, Hazret-i Osman zamanında vefat etti. (el-İsâbe)

    Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’de geçen ve “Allah, imanlarını geri almaz” meâlindeki âyet-i kerimeye (Bakara: 143) dayanan yukarıdaki söz, “Fena makamına kavuşanın, imansız ölmemek ihtimali yüksektir” demektir. Hiç kimse için imansız ölmemesi kat’idir denemez. Allah’ın, Sahâbe-i kirâmın hepsinden râzı olduğu Kur’an-ı kerimde bildirildiğinden ve ilahî sıfatların, ezcümle rızâ sıfatının ezelî ve ebedî olması iktizâ ettiğinden sahâbenin hepsinin Cennetlik olduğu söylenebilir. Fakat aşere-i mübeşşereden başkasının iman ile öleceği önceden bilinemezdi. Çünki, sahâbenin aralarına karışmış olan münâfıkları Resûlullah’dan başka kimse bilmezdi. Bu münâfıkların imansız gittiği, Resûlullahın vefatından sonra, sahâbe-i kirâmdan hiçbirinin mürted olmadığı, yani mürted olarak ölmediği tefsir ve tarih kitaplarında yazılıdır. Tek tek isim vererek şu cennettedir denemez. Bazı sahâbîler hakkında vârid olan hadîs-i şerifler ahad (tek kişinin bildirdiği) hadîs olduğundan, ulemâ bunlar zan ve temenni bildirir demiştir.

    23 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Peygamber efendimiz "aleyhissalâtu vesselâm" vefat ettiği zaman 20 bin kişinin mürted olduğu doğru mudur? Zira Eshâb-ı kirâm "aleyhimürrıdvan" efendilerimizin hepsinin cennetlik olduğu bildiriliyor.
    Cevab: Bu meşhur bir hâdisedir. Hazret-i Peygamber’in vefatının ardından Arab kabilelerinden binlerce kişi mürted oldu. Zira iman kalblerine tam yerleşememişti. Ama sonra tevbe edip tekrar imana geldiler. Mürted olup tevbe etmeyenlerin vaktiyle münafık oldukları söylenmiştir. Âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerin gelişinden Eshâb-ı kiramın cennetlik olduğu anlaşılıyor; ama kimin sahâbî olduğunu katiyetle bilmek mümkün değildir.
    23 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Sokrates müslüman mıdır?
    Cevab:

    Sokrates aklı ile bir yaratıcının varlığını bulmuş ise de, ancak madde ve ruha kadim bilerek sıfatlarında yanılmıştır. Bu ise bugün için sahih bir iman sayılamaz. Sokrates'in tevhid inancına sahip olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Zaten bu sebeple muhakeme edilip mahkûm olmuştur. Meşhur müdafaanâmesi Türkçe’ye de tercüme olunmuştur. Talebesi Eflatun ve onun talebesi Aristo da böyledir. Her üçü de kendilerine bir peygamber tebliği kendisine ulaşmamışsa, ehl-i fetret hükmündedir. Peygamber tebliği kendisine ulaşanların, Sokrates, Eflatun ve Aristo gibi felsefelerin inancını benimsemeleri, küfre sebep olur. Nitekim İmam Rabbânî hazretleri, I. cild 259. mektubunda diyor ki: “Ebû Mensur Mâtüridî ve yetiştirdiği büyükler, acaba neden Allahü teâlânın varlığını ve birliğini aklın yalnız başına bulabileceğini söylediler? Dağda, çölde yetişip de putlara tapanların, peygamberlerden haberi olmasa bile Cehenneme gideceklerini söylediler. Akılları ile bulmaları lâzım idi, dediler. Biz böyle anlamıyoruz. Bunların kendilerine, hakikat duyurulmadıkça, kâfir olmayacaklarını söylüyoruz. Bu haber de, peygamberler ile gönderilmektedir. Evet, Allahü teâlâ, aklı, doğru yolu bulmak için yaratmış ise de, yalnız başına bulamaz. Akla, o yol haber verilmedikçe, şiddetli azap yapılmaz.” Bir söz veya inanışın küfr olması ile buna inanan kimsenin küfre düşmesi, farklı zamanlarda farklı hükümlere tâbidir.

    30 Haziran 2012 Cumartesi
  • Sual: Çocuk Esirgeme Kurumu bayrağının, İsrail bayrağına benzemesinin sebebi nedir?
    Cevab: Altı köşeli yıldız, Davud aleyhisselâmın mührüdür. Sonra Süleyman aleyhisselâma intikal etmiştir. Altı köşesinde altı peygamberin ismi yazılıydı. Çocuk Esirgeme Cemiyeti kurulduğunda, daha İsrail ortada yoktu. Fas bayrağı da buna benzer. Bu işaret İslâmiyette de muhteremdir. Câmilerde ve elbiselerde Selçuklulardan beri çok kullanılan bir motiftir. Halk kültüründe kudret ve bereketi sembolize eder. Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin bayrağına da aynı maksadla konulduğunu zannediyorum. Mühür kimdeyse Süleyman odur tabiri meşhurdur. Siyonistler 1948'de devlet kurarken, kendilerine isim ve sembol aradılar. En kudretli hükümdarları Davud aleyhisselamın mührünü Kızıldeniz ile Şeria nehrinin ortasına koyarak sembol aldılar. İsim olarak da soy isimlerini, Yakub aleyhisselamın lakabı olan İsrail'i aldılar. Bu sebeple altı köşeli yıldıza ve İsrail kelimesine antipati duymanın mânâsı yoktur.
    2 Temmuz 2012 Pazartesi
  • Sual: Eflâtun’a İsa aleyhisselâmın tebliği ulaştığı, ama kibrinden kabul etmediği söyleniyor. Doğru mudur?
    Cevab: Bu ifade İmam Rabbânî hazretlerinin Mektubat’ında geçiyor. Burada yüksek akıl sahiplerinin bile aklıyla Allahü teâlâyı bulmalarının imkânsız olduğu, bir peygamberin bildirmesine ihtiyaç bulunduğunu anlatmak için bu misal verilmiştir. Ama İsa aleyhisselâmın tebliğinin Eflâtun’a ulaştığı kat’i değildir. Eflâtun milâddan üçyüz sene evvel yaşamıştır. İsâ aleyhisselâm ise tarihçilerin tesbitine göre Eflâtun’dan üç yüz sene sonra yaşamıştır. İsâ aleyhisselâm ile aynı çağda yaşadıklarına dair rivâyeti zayıftır. İsâ aleyhisselâm üç sene peygamberlik tebliğinde bulunduktan sonra göğe yükseltildi. Kendisine inananlar çok azdı. İsevî dini, İsa aleyhisselâmın yaşadığı Filistin havalisinde bile çok sınırlı bir yayılma imkânı buldu. İsâ aleyhisselâm dünyada iken Yunanistan’da işitilmesi muhaldir. Eflâtun’un işittiği başka bir peygamber olabilir. Öyle bile olsa tebliğinin tam olarak kendisine ulaştığı belli değildir.
    12 Temmuz 2012 Perşembe
  • Sual: Polonya’da tarih doktorası yapan bir Azerî genciyim. Orhon Âbidelerinde şöyle bir ifade geçiyor: "Tanrı tek tanrıda bulmuş Türk Bilge Kağan". Bu ne demektir? Avrupalı bazı tarihçiler Şah İsmail’in de bu yolda bir tavrının olduğu ve bunun Pers siyasî kültüründe Şehinşah (Şahlar şahı) denilen Kisrâların, Antik Mısır ve Bâbil’de olduğu gibi, kendisini yeryüzü tanrısı olarak görmesi geleneğine dayandığını söyler. Azerî tarihçiler ise Safevîlerin Türk Devleti olduğunu ispat için, eski Türk geleneğinde hakanın Tanrı kadar kutsandığını söyler ve bunun için Orhon âbidelerindeki o yazıyı kullanır. İşin aslı nedir?
    Cevab: “Tengri kimin tengri bolmuş Bilge Kağan” demek, bir olan Tanrı'nın kendisi gibi başkalarına benzemeyerek yarattığı ve kut verdiği, yani insanları idare hak ve vazifesini yüklediği kimse demektir. Eski Türk siyasî geleneğinde kaderin tahta çıkardığı hakana, Tanrı’nın kut verdiğine inanılır. Bu sebeple hakana itaat, tanrıya itaat; ona isyan, Tanrı’ya isyan demektir. Bu, bütün monarşilerde, hatta İslâm siyasî kültüründe de aşağı yukarı böyledir. Yoksa hakanın Tanrı olduğu veya Tanrı’dan parça olduğu yahud kendisine tapınılacağı gibi bir inanç eski Türklerde yoktur. Antik devirde, kralların tanrı olduğu ifadesi de bence yanlış anlaşılan bir ifadedir. Bu cemiyetlerde, aklı başında insanlar vardı. Ölümlü ve âciz bir varlığı tanrı olarak kabul edeceklerine inanmak abartılı olur. Bu, kralların tanrının iradesinin tecellisi olduğu ifadesinin, yanlış anlaşılmış veya dejenere edilmiş hâli olsa gerektir.

    Şah İsmail’in böyle bir tavrı olduğuna dair kat’i malumat olmamakla beraber, Dehnâme adlı eserinden, kendisini Hazret-i Ali’nin yeryüzündeki tecellisi olarak gördüğü anlaşılıyor. Bu ise hulûl itikadı ile izah edilir. Şiîliğin gulât denilen aşırı kollarında, Allahü teâlâ’nın Hazret-i Ali’ye hulûl ettiği, içine girdiği, basit tabirle Hazret-i Ali şeklinde göründüğüne dair bir itikat vardır. Daha sonra Hazret-i Ali’nin ruhu, bazı seçkin kişilerde tecelli eder. Mesela Fâtımî hükümdarı Hakîm kendisini böyle görmekteydi. Şah İsmail’in de bu itikada olduğu anlaşılmaktadır. Bu itikadın Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta misalleri olduğu gibi, eski Hind felsefesinden dünyaya yayıldığını söylemek mümkündür. Hulûl itikadı, İslâmiyet’e açıkça aykırıdır. Şirk sayılır.

    Üstelik Şah İsmail Türk değil, Kürd aslındandır. Ama kendisi Arablık, hatta seyyidlik iddiasında idi. Ama Safevî Devleti, Akkoyunlu Devleti’ni yıkıp, mirasına konduğu ve teb’asının da ekersisi Türkmen olduğu için Pers değil, daha ziyade Türk siyasî geleneklerinin tesirini taşır.
    12 Temmuz 2012 Perşembe
  • Sual: “Türkler nasıl müslüman oldu?” başlıklı yazınızı aksi fikirdeki bir arkadaşıma okudum. “Resmî tarihi yazmış” dedi. Kaynağınızı ve bunun aksini iddia edenlerin kaynağını beyan ederseniz sevinirim.
    Cevab: Hangi resmî tarih olduğunu arkadaşınıza sorun. Resmî tarih, bir ideolojinin kabul ve empoze ettiği tarih telakkisidir. Türkiye’de hâkim ideoloji, benim yazımda ifade ettiğimin tam aksini, Türklerin kılıç zoruyla müslüman olduğunu söyler. İsmail Hami Danişmend'den Ramazan Şeşen'e, hatta Will Durant'a kadar bütün muteber kaynaklar, benim söylediğim şekilde bildiriyor. Resmî tarihi müdafaa ettiği anlaşılan arkadaşınızın bunun aksini ispatlayan muteber kaynakları beyan etmesi gerekir.
    12 Temmuz 2012 Perşembe
  • Sual: Piyasada İngiliz Casusu'nun İtirafları adında bir kitap dolaşıyor. Bunun orijinalinin bulunmadığı, kurgulanıp yazıldığı söyleniyor. Doğrusu nedir?
    Cevab: İngiliz Casusunun İtirafları adıyla Türkiye'de neşredilen kitap, Suudi Arabistan'da Vehhabiliğin doğuşunda İngiliz gizli servisinin rolünü anlatan bir hatıra kitabıdır. “Memoirs of Hempher, The British Spy to the Middle East” adlı bu kitabın evvelâ Alman gazetesi Spiegel’de, sonra da meşhur bir Fransız gazetesinde tefrika olunduğu bilinmektedir. Sonra Lübnanlı bir doktor tarafından yapılan Müzekkirâtü Mister Hemfer isimli Arapça tercümesi, diğer lisanlardaki tercümeye esas olmuştur. “Hâtırât-ı Hampher Casus-ı İngilisî Der Memâlik-i İslâmi” adıyla da Dr. Muhsin Müeyyidî tarafından İngilizce’den Farsça’ya tercüme edilip 1359/1940’da Tahran’da basılmıştır. Arapça ve Farsça nüshasından Türkçe’ye yapılmış ve basılmış başka tercümeler de vardır. Kitabın Arapça’sı ile Farsça’sı arasında farklılıklar vardır.  Hakîkat Kitâbevi’nin neşrettiği nüsha, Arapça tercümeye dayanır. Bu metni Hilmi Işık Efendi (M. Sıddık Gümüş), tedkik edip, bazı izah ve dipnotlar ekleyerek İngiliz Casusunun İtirafları adıyla bastırmıştır. 2013’te gazeteci Bekir Hazar’ın, Faysal Atıl’ın bu kitabı Londra'da British Museum'da gördüğünü yazdığını naklediyorlar. Benim de yakın dostum olan Faysal Atıl’a mevzuyu sorduğumda, 1990’larda TGRT'de muhabir olarak çalışırken; lisan öğrenmek üzere Londra’ya gittiğini, Türkiye gazetesinin Londra muhabiri Mustafa Köker ile British Museum’u gezerken, orada teşhir edilen kitaplardan biri için, casusun itirafları olabilir, dediğini, kitabı yakından tetkik etmediğini, camekândaki yazıları okumadığını, fotoğrafını da çekmediğini söyledi. Müzedeki bütün objelerin sayıldığı kataloglara bakıldığı zaman British Museum’da böyle bir kitabın bulunmadığı anlaşılıyor. İstihbarat raporları arşivde durur ve pek kimseye gösterilmez. Hatıratlar ise kütüphanelerde bulunur. İngilizlerin böyle bir kitabı sergilemeleri de zaten düşünülemez. Bu başka bir meseledir. Kitabın orjinalitesini sorgulayan bir hayli kitap ve makale yazılmıştır. Mamafih Vehhabî mezhebi mensuplarının ve Suudi Arabistan’ın kendileri aleyhindeki neşriyata karşı çıkmaları gayet tabiîdir. Kitabın orijinalitesinin isbatı şu an için mümkün olmasa bile, anlatılan hâdiselerin tarihî ve aktüel hakikatlere uygunluğu cihetiyle söylenecek söz yoktur.
    13 Temmuz 2012 Cuma
  • Sual: Hazret-i Ali için kullanılan "kerramallahu vecheh" ifadesi ne mânâya gelmektedir?
    Cevab: Allah yüzünü şereflendirsin demektir. Hiç puta tapınmadığı, müslüman olarak büluğa erdiği yahud hiç avret yerine bakmadığı veya harama bakmadığı için bu isim verilmiştir deniyor. (Mir’at-ı Kainat)
    27 Temmuz 2012 Cuma
  • Sual: Neciyyullah ve Safiyyullah ne demektir?
    Cevab: “Allah’ın kurtardığı” ve “Allah’ın tasfiye ettiği, saflaştırdığı” mânâsına Nuh ve Adem aleyhimesselâm için kullanılan Kur’anî tabirlerdir.
    28 Temmuz 2012 Cumartesi
  • Sual: Fatih Sultan Mehmed’i büyüten annesi Mara Despina Hatun’un evliliği sırasında Hıristiyanlığı bırakmayıp, daha sonra da Sırbistan’a dönerek manastıra kapandığı doğru mudur? Benim bildiğim herkes saraya girmeden önce müslüman oluyordu...
    Cevab: Sultan II. Murad ile Sırb kralının kızı Mara’nın evliliği, daha önceki Osmanlı padişahlarında olduğu gibi siyasî maksatlarla idi. Mara kendi dininde kalmıştır. Hiç Müslüman olmamış, kocası ölünce, kendi isteğiyle memleketine giderek manastıra kapanmıştır. Mara cariye değil, Sırp kralının kızı idi. Müslüman bir erkeğin ehl-i kitab bir kadın ile evlenmesi câizdir. Mara Despina Hatun, Fatih Sultan Mehmed’in annesi değil, üvey annesi idi. Sultan Fatih tahta çıkınca kendisine hürmet etmiş ve Edirne’de kalırsa hizmetinde bulunacağını va’detmişti. Zevcinin üzüntüsünü tutan Mara Despina ise memleketine dönüp dünyadan el etek çekmeyi tercih etti. Bunun üzerine Sultan Fatih kendisine vefatına kadar kullanmak üzere bir gelir tahsis etti ve vâlidem diye başlayan bir mektup yazdı. Bu sebeple bazı tarihçiler bu kadının Sultan Fatih’in annesi olduğu vehmine kapılmıştır. Türk-İslâm geleneğinde üvey anneye vâlide diye tazimkârâne hitab etmek vardır. Hatta bazı kısa görüşlüler Sultan Fatih gibi büyük bir hükümdarın Müslümanlar ve Türkler arasından çıkabileceğine ihtimal vermeyip, onu ancak Hıristiyan bir annenin yetiştirebileceğini söylemiştir. Sultan Fatih’in annesi Halime Hümâ Hatun, büyük ihtimalle İsfendiyar Beyinin kızı idi.
    28 Temmuz 2012 Cumartesi
  • Sual: İmam Birgivî’nin Ziyâretü’l-Kubûr adlı kitabında kabir ziyareti hususunda Ehl-i sünnete aykırı görüşler ileri sürdüğü doğru mudur?
    Cevab: Birgivi'ye izafe edilen Ziyâretü'l-Kubûr risâlesi, Hanbelî âlimlerinden İbnü Kayyımi’l-Cevziyye’nin İğâsetü’l-Lehfân kitabının hülâsası mahiyetindedir. Birgivî’nin İbnü Kayyım’a, belki de Hanbelî mezhebinden bir âlime atıfta bulunduğu tek kitaptır. Dr. Huriye Martı adında bir araştırmacı, Birgivî Mehmed Efendi – Hayatı, Eserleri ve Fikir Dünyası adlı eserinde (2. Baskı, Ankara, 2011, s. 65, 97) risâlenin Birgivî’ye aidiyetinin şüpheli olduğunu söylüyor. Bir asır sonra ortaya çıkan ve gûyâ bid’atlerle mücadelesiyle tanınan Kadızâdeliler tarafından Birgivî’ye nisbet edilmiş olması muhtemeldir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar bunu göstermiştir. Nitekim risâlede, Birgivî’nin te’lif tarzına muhalif olarak iktibaslar sayfalarca sürmekte ve bazen aynı cümle defalarca tekrar edilmektedir. Diğer kitaplarında ismi geçen ve elinin altında bulunan klasik Hanefî kitaplarına bu risâlede atıf yapılmamıştır. Bu, Hanefî mezhebine sıkı bağlılığı ile bilinen Birgivî’nin tarzına uymaz. Ayrıca, risâlenin te’lif tarihi belli olmadığı gibi, müellif ve eserlerinin tanıtıldığı el-Ikdü’l-Manzûm, el-Aylemü’z-Zâhir, Keşfü’z-Zunûn ve Hadâiku’l-Hakâik gibi eserlerde Birgivî’nin eserleri arasında zikredilmemiştir. Kitabın orijinal nüshası da elde bulunmamaktadır. Ömrünün sonunda kaleme aldığı et-Tarikâtü’l-Muhammediyye’de bahsi geçen mevzuların teferruatı için diğer risâlerini kaynak gösterirken, kabir ziyareti hususunda ne Ziyâretü'l-Kubûr risâlesine, ne de İbni Kayyım’ın eserine atıfta bulunulmaktadır. Birgivî'ye atfedilen “Ölüleri anmak için yapılan âyinlere, şefaat istemek için mezar ve türbeleri ziyaret etmeye” dair fikirler, et-Tarikâtü’l-Muhammediyye, Ahvâlü Etfâli’l-Müslimîn ve Vasiyetnâme gibi kitapları tedkik edildiğinde, İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyım gibi aşırılıklarıyla tanınmış âlimlerden ayrıldığı görülmektedir. Birgivî, bid’atlardan kaçınma hususunda şiddetli tavır gösteren bir âlimdir. Ama onun çok tutulan eserlerinde kabir ziyaretini, istigâse ve tevessülü yasaklayan bir kelime yoktur. Ancak kabir ziyaretinde cahil halk tarafından yapılan aşırılıklara ve işlenen bid’atlere dikkat çekilmektedir.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Şair Mehmed Akif Ersoy'un Çanakkale Şehitlerine adlı şiirinde geçen "Bedr'in aslanları, ancak bu kadar şanlı idi" mısraının, dinen bir mahzuru var mıdır?
    Cevab: Kur’an-ı kerimde övülen, Hazret-i Peygamber tarafından hepsinin cennetlik olduğu bildirilen, Eshab-ı kiramın ve peygamberlerden sonra insanların en üstünleri sayılan, bereket ve belâlardan korunmak için isimleri yazılıp evlere asılan Bedr kahramanlarını hafife alan bu ifadenin mahzurlu olduğu açıktır. İslamî hassasiyete sahip birinden beklenmeyecek bir sözdür. Çanakkale Harbi’ne katılan askerler içinde iman, amel ve ahlâk bakımından her çeşit insan vardır. Şairler, umumiyetle hisleriyle hareket eden kimselerdir. Böyle abartılı ifadelere meraklıdır.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde XIX. asırda sahtekârlık suçları üzerine bir çalışma yapıyorum. Elbette bu suçlar XIX. asırda ilk defa ortaya çıkan vakalar değil. Fakat bu asra bakıldığında Osmanlı cemiyetinde suç nisbetinin arttığını ve suç yelpazesinde de bir çeşitlenme olduğunu görüyoruz. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Hukuk sistemi yeterince caydırıcı değil miydi? Devlet bunları engelleyebilmek için ne gibi adımlar atmıştır?
    Cevab: Bahsettiğiniz mevzular suçun psikolojik ve sosyolojik muhtevasıyla alakalıdır. XIX. asır Osmanlı Devleti’nde bir kırılma devresidir. Gayrımüslim unsurlar ihtilâl yaparak istiklâllerini elde etmiş; asırlık İslâm toprakları elden çıkmış; devlet milletlerarası platformda her dilediğini yapacak ve yaptıracak imkânlardan mahrum kalmıştı. Cemiyet düzeni esaslı bozulmuş; malî çöküntü, başta adalet mekanizması olmak üzere her şeyi altüst etmişti. Sosyal hayatta da buna muvazi bir çöküntü yaşanmaktaydı. Tımar kaldırıldıktan sonra köyler boşalmış, şehirler fakir ve ümitsiz kalabalıklarla dolmuştu. Bitmek bilmeyen harbler ve iktisadî sıkıntılar cemiyeti seyyal ve kozmopolit bir hâle getirmişti. Bu da suç nisbetinde ve çeşitlerinde değişiklik ve artmaya yol açtı. O zamana kadar ekseri adam öldürme, dövme ve hakaret gibi ihtiras suçlarına rastlanırken, bu asırda hırsızlık, gasp, eşkıyalık, kalpazanlık suçları ekseriyet kazandı. Yine de bu hususta istatistikî bir tedkikat yapmadan kat’iyetle konuşmaktan kaçınmak lâzımdır.

    Hukuk sisteminin caydırıcı olmaktan çıktığını söylemek kolay değildir. Ancak adlî rüşvet, adam kayırma, geniş topraklarda izini kaybettirme gibi sebepler üzerinde durulabilir. Devlet, eski adaletnamelere benzer fermanlar ve kanunnamelerin halefi yeni ceza kanunları neşretti. Yine de bu hususta muasırlarına, mesela Rusya’ya, hatta Avusturya’ya göre çok da geride kaldığı söylenemez.

    Hadisenin iktisat tarihi ile alakalı kısmını da göz ardı etmemek lazımdır. Para ayarındaki değişiklikler, para kıtlığı, yed-i vahid usulü, ihracat yasağı, gümrük muafiyeti veya yüksekliği gibi hususlar da sahtekarlık üzerinde tesir icra etmiştir.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: Demokratik memleketlerde, en dindar gözüken siyasî parti bile, şer’î hukuka aykırı kanunlar üzerine yemin etmekte ve memleketi gayrı islâmî hükümlerle idare ettikleri için,yaptıkları câiz olur mu? Mekke’de henüz müslümanlar güçsüz iken bile müşriklerin “Bir sene sizin dediğinizi yapalım, bir sene de bizim dediklerimiz olsun” teklifini Hazret-i Peygamber reddettiğine göre bunlara rey verenlerin vaziyeti nedir?
    Cevab: Müslümanların hâkim olduğu bir memlekette zaten böyle bir şey mevzu bahis olamaz. Böyle olmayan bir yerde Müslümanların sözünün geçmeyeceği, şer’î hukukun resmiyette tatbik olunamayacağı açıktır. Burada siyasî parti eğer insanlara, Müslümanlığa hizmet etmek maksadıyla hareket ediyorsa, bu şekilde yemin etmesi düşmana karşı hüd'a (hile) olur. Harb hiledir. Şeriata aykırı kanun ve icraatlarda da bunlara inanarak yapmadığı müddetçe ikrah bahis mevzuu olur. Bahsettiğiniz hadiseyi işitmedim. Peygamber aleyhisselamın her hali bugünki insanlara uymaz. O peygamber idi. Kaldı ki meselâ Hudeybiye'de Medine’ye sığınan müslümanları mekke’ye iade etmek hususunda müşriklerin sözüne uymuştur.
    31 Temmuz 2012 Salı
  • Sual: İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Müzenî gibi âlimlerin müstakil mezheb sahibi kabul edilmeyip, bir mezheb içinde müctehid kabul edilmelerinin sebebi nedir?
    Cevab: Bu imamlar, hocalarından farklı bir usul getirmiş değildir. İctihadlarını hocalarından görüp tasvib ettikleri usule göre yapmışlar; ama bazı meselelerde farklı bir ictihada varmışlardır. Ama meselâ İmam Ebu Hanife, hocası Hammad’dan, İmam Mâlik, hocası Nâfi’den, İmam Şâfiî, hocaları İmam Mâlik ve Muhammed’den, İmam Ahmed, hocası İmam Şâfiî’den farklı bir ictihad usulü ortaya koymuş ve benimsemiştir. İmam Ebu Yusuf ve Muhammed de bunu yapabilecek kudrette idi. Ama yapmadılar. Başta hocalarına olan bağlılıkları buna engel oldu. İkinci bir husus, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Müzenî gibi zâtların hocalarına muvafakati, muhalefetinden daha fazladır. Yani hocalarına uydukları kaviller, ayrıldıklarından daha çoktur. Bu sebeple sonra gelen âlimler bu kavilleri, mezhebin kavli saydılar. Ama muhalefeti muvafakatinden çok olan Mâlikî’de İbnül-Arabî, Şâfiî’de İmam Gazâlî ve Taberî gibi âlimlerin kavilleri mezhebin kavli sayılmadı. Üçüncü bir husus sonra gelen mezheb ulemasının kabulleridir. Ebu Hanife bir mezhep kurmuş değildi. Belki Ebu Yusuf hocasından sonra müstakil bir mezheb yürütecekti. Nitekim Ebu Hanife, Hammad’ın yolunda yürümedi. Ebu Yusuf da böyle yaptı. Hanefi uleması, Ebu Hanifeyi mezheplerinin kurucusu, Ebu Yusuf ve Muhammed’i ise mezhebin iki rüknü kabul ettiler. Onların hocalarına muhalif kavillerini bile mezhepten saydılar.
    10 Ağustos 2012 Cuma
  • Sual: Türklerin İslâm’a geçişiyle alâkalı katıldığınız bir televizyon programında niye Kuteybe bin Müslim tarafından Türklere yapılan katliâmlardan hiç bahsetmediniz?
    Cevab: Mevzu Arablarla Türklerin harbleri değildi de ondan. Kuteybe, İslam ordularının kumandanı olarak Türkistan'a girdi. Mukavemet edenlerle savaştı. Yenilenler her savaşta öldürülür. Savaşmayanlar, teslim olanlar veya iman edenler canını kurtardı. İman etmeyi kabul etmeyenler de ölümü seçti. Harbdeki ölümler katliâm olarak vasıflandırılmaz. Katliâm mevzubahis ise, bugün dünya Müslüman nüfusu arasında Türklerin sayısı bir hayli çoktur. Şurası da bir gerçektir ki, Müslüman Türkler, imanlarını ve bu vesileyle sonradan dünya tarihinde oynadıkları mühim rolü, Kuteybe bin Müslim'e borçludur.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: Hazret-i Ali ve diğer sahâbiler arasındaki mücadeleyi sadece ictihad farklılığına bağlamak kâfi midir? Bunun ayaklanma gibi fıkhî hükmü yok mudur?
    Cevab: Hazret-i Aişe, Talha, Zübeyr gibi sahâbiler, ayaklanmış değildi. İstemedikleri halde bir hercümercin içinde isyancı mesabesinde tutuldular. Şam Vâlisi Hazret-i Muaviye, Halife Hazret-i Osman’ın katillerine kısas yapmadığı için Hazret-i Ali’nin meşru halifelik hakkını kaybettiği ictihadına vardı. Hazret-i Peygamber’in “Halife olduğun zaman adaletle ve yumuşaklıkla hükmet” sözünden halifeliğinin zamanının geldiğine hükmetti ve kendisini halife ilan etti. Âlimler, Hazret-i Muaviye ilk zamanlar bâgî hükmünde idi; Hazret-i Hasen’in halifeliği kendisine devredip herkes kendisine biat etikten sonra meşru halife oldu demiştir. Çünki hadis-i şerifte Hazret-i Ali’nin ordusunda bulunan ve Sıffîn Harbi’nde şehid düşen Ammar bin Yâsir için "Seni bâgiler öldürecek" buyurulmuştu. Ehl-i sünnet itikadına göre sahâbe-i kiram udûldür. Yani günah işlemekle adalet vafsını kaybetmez. Sahâbiler hem müctehiddir; hem de onların dünyevî kusurlarının Resulullah ile sohbetlerinin hatırına affedildiği hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Bu bakımdan sair insanlarla aynı statüde mütalaa edilemezler. Bu sebeple malum hadiselere ictihad farklılığı deyip geçmek en iyisidir.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Hazretleri Kürt asıllı mıydı?
    Cevab: Irak kuzeyindeki Süleymaniyye’de Cafi Kürt aşiretindendir. Soyu Hazret-i Osman'a dayandığından, Kürtleşmiş bir Arab ailesinden geldiği anlaşılıyor. Bu sebeple Şeyh Hâlid-i Kürdî diye bilinir. Bağdad’da uzun zaman kaldığı için Şam’a geldikten sonra Bağdâdî nisbetiyle de anılmıştır. Osmanî nisbeti de kullanılır.

    Mevlânâ Hâlid, vefatına yakın vakıf ve vasiyetlerde bulunduktan sonra yanına gelen talebesi ve halifesi İbni Âbidîn hazretleri; “Efendim! Dün gece rüyamda Hazret-i Osman'ın vefat etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenaze namazını ben kıldırdım." diyerek rüyasını anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; "Yakında ben vefat ederim. Sen de kalabalık bir cemaat ile cenaze namazımızı kıldırırsın; çünkü ben, Hazret-i Osman'ın evlâdındanım." buyurdu. İbn-i Âbidîn bunu duyunca çok üzüldü ve rüyasını anlattığına çok pişmân oldu. Gerçekten Mevlânâ Hâlid birkaç gün sonra vefat etti. Namazını İbni Âbidîn kıldırdı. Kabri Şam’da Kasyun tepesinde ziyaretgâhdır.

    Mevlânâ Hâlid, Nakşibendî tarikatının en önde gelen simalarındandır. Zâhirî ilimlerde de üstad ve zamanın müceddidi idi. Nakşibendî tarikatında da kendi adıyla anılan kolun kurucusudur. İleri görüşüyle, yakın İslâm beldelerinin her yerine talebe ve halifelerini göndermiş; Nakşî tarikatini geniş beldelere yaymaya muvaffak olmuştur. İstanbul ve Anadolu’da en güçlü tekkeleri kurdular. Zenginler ve hükümet adamlarından uzak durmayı şiar edindiği halde, devlet ricâlinden çok müridleri olmuş; hatta zamanın padişahı Sultan II. Mahmud’un sempatisini kazanmıştır. Öyle ki bu padişah ve sonraki padişahlardan Sultan Abdülmecid ile oğlu Sultan Vahîdeddin Nakşî-Hâlidî idi. Bugüne intikal eden Nakşî tekkelerinden neredeyse tamamı Hâlidî kolundandır. Mevlânâ Hâlid’in hocası Abdullah Dehlevî’nin diğer halifelerinden gelen kollar da vardır.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: Hazret-i Peygamber, şalvar giymiş midir?
    Cevab: Şalvar, İbrahim aleyhisselâmın sünnetidir. Şalvar, entarinin altına don, pantolon gibi avret yerinin açılmasını önleyen bir şey giymek demektir. Hazret-i Peygamber şalvar giymiş; hatta “Ayakta şalvarını giymek fakirliğe sebep olur” buyurmuştur. Sahabilerden şalvarı olan giymiş, olmayan giymemiş, entari veya peştemal ile örtünmüştür. Hazret-i Ali’nin fitne zamanında “Koyun sürüsünü kesmedim yani aralarından geçmedim, şalvarımı ayakta giymedim. Bu hüzün nereden geldi, anlamadım” buyurduğu meşhurdur. Pantolon, İtalya menşeli olmakla beraber, şalvarın şekil değiştirmiş hâlidir. Ata binmekte kolaylık temin etmesi sebebiyle Türkler arasında tutulmuş ve bu vâsıtayla Avrupa’da tanınmıştır. Âdetlerde, Müslüman olmayanlara uymak câiz görülmüştür.
    12 Ağustos 2012 Pazar
  • Sual: 1883 yılının Ocak ayında Selânik vilâyetindeki miras işlerine asliye mahkemesi mi bakıyordu?
    Cevab: O tarihte ahvâl-i şahsiye denilen evlenme, boşanma, nesep, velâyet, ehliyet ve miras ile kısas ve diyet dâvâlarına tek hâkimli şer'iyye mahkemesi bakardı. Asliye mahkemeleri cumhuriyetten sonra kuruldu. Bahsettiğiniz mahkeme ilâmı sahtedir. Damga pulu bile sonraki tarihlidir. Metinde bir mahkeme kâtibinin asla yapamayacağı imlâ hataları vardır. Üstelik yazı, mahkeme ilâmlarında kullanılan yazı değildir. Mahkemenin, o zamanlar gayrı resmî olarak faaliyet gösteren umumhânelerden birisine resmî müzekkere yazıp cevab alması da çok gülünçtür.
    2 Eylül 2012 Pazar
  • Sual: Hazret-i Ali’yi şehid eden İbni Mülcem müslüman mıydı?
    Cevab: Hâricî bid’at mezhebinden bir müslüman idi.
    2 Eylül 2012 Pazar
  • Sual: Sizce Lozan bir zafer mi, hezimet mi?
    Cevab: Şahsa ve bakış açısına göre değişir. Kemalistler için zafer, muhafazakârlar için hezimet sayılır.
    2 Eylül 2012 Pazar
  • Sual: Zaman yolculuğu mümkün olsa, asr-ı saadette gidilirdi. Şu halde imkânsız denebilir mi?
    Cevab: Bu bir fen meselesidir. Maneviyatı yüksek olan zâtların, zaman yolculuğuna ihtiyaç duymaksızın, başka usullere müracaat ederek eskiler ile görüştüğü yaygın bir rivayettir. İmam-ı Rabbani, Mektubat’ta Reşehat'ta anlatılan bir hâdise münasebetiyle tayy-ı mekânın mümkün, ama tayy-ı zamanın mümkün olamayacağını ima ediyor.
    3 Eylül 2012 Pazartesi
  • Sual: Hazret-i Meryem, dünyadaki kadınların en üstünü müdür? Onu böyle yapan hususiyetler nelerdir?
    Cevab: Âli İmrân sûresi 42. âyet-i kerimesinde meâlen buyuruluyor ki: Melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah seni seçip temizledi. Seni bütün dünya kadınlarından üstün tuttu”. Kasâs sûresinin başındaki âyet-i kerimelerde ise Musâ aleyhisselâmın annesi ve Firavun’un hanımı övülmektedir. Ulemâ der ki: Kan bakımından yakın olduğu için, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Hadîce ile Hazret-i Âişe’den dahâ üstündür. Fakat bir bakımdan üstünlük, her bakımdan üstün olmasını göstermez. Bu üçünden en üstün hangisi olduğunu, âlimlerimiz başka başka söylemiştir. Hadîs-i şerîflerden anlaşıldığına göre, üçü de ve Hazret-i Meryem ve fir’avunun hâtunu Hazret-i Âsiye, dünya kadınlarının en üstünüdürler. Hadîs-i şerîfte, “Fâtıma, Cennet hâtunlarının üstünüdür. Hasen ve Hüseyn de, Cennet gençlerinin yüksekleridir” buyuruluyor ki, bu, bir bakımdan üstünlüktür (İtikadnâme). Nitekim Taberânî, Hâkim ve Müsned’de geçen hadîs-i şerîfte “Cennet kadınlarının en efdali. Hüveylid kızı Hazret-i Hadîce, Fatımatü binti’n-Nebiy, İmran kızı Meryem ve Firavun'un halilesi ve Müzahim kızı Âsiye'dir” buyurulmaktadır. Taberânî ve Bezzâr’daki hadîs-i şerifte ise, “Hadîce, devrindeki kadınların en hayırlısıdır. Meryem, devrindeki kadınların en hayırlısıdır. Fâtıma, devrindeki kadınların en hayırlısıdır” buyurulmaktadır. Yine bir başka rivayette: "Meryem'den sonra cennet kadınlarının efendisi Fâtıma ile Hadice'dir." Buyuruldu.
    Kurtubî tefsirin’de hülâsaten deniyor ki: Allahü teâlânın Meryem’i seçip temizlemesi hususunda, Mücâhid ve Hasan küfrden temizlenmeyi anlamış; Zeccâc ise hayz, nifas ve benzeri hallerden temizlenmeyi ve Hazret-i İsa’yı doğurmak üzere seçildiğini bildirmiştir. Âlemlerin kadınların üstün tutmayı ise Hasan, İbni Cüreyc gibi müfessirler çağdaşı olan kadınlardan üstün tuttuğu mânâsını vermiş; Zeccâc gibi bazıları ise Sûr'a üfürüleceği ana kadar bütün kadınlardan üstün olduğunu söylemiştir. Kurtubî “Sahih olan da budur” diyor.
    Bir hadîs-i şerifte (Müslim) "Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Fakat kadınlardan İmrân kızı Meryem ile Firavun'un karısı Âsiye'den başkası kemale ermemiştir. Ve şüphesiz Âişe'nin kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir." Buyuruldu. Ulemâ der ki: Kemâl en ileri noktaya varmak ve noksansız olmak demektir. Herşeyin kemali kendisine göredir. Mutlak kemâl ise yalnızca yüce Allah'a aittir. Şüphesiz ki insan türünün en mükemmel olanları peygamberlerdir. Ondan sonra ise sıddîklar-dan, şehidlerden ve sâlihlerden müteşekkil Allah'ın evliyası gelir.
    Kur'ân-ı Kerîm'in ve hadis-i şeriflerin zâhir ifadesi Hazret-i Meryem'in, Hazret-i Havva'dan Kıyametin kopuşuna kadar görülecek son kadına kadar bütün dünya kadınlarının hepsinden faziletli olmasını gerektirmektedir. Çünkü melekler kendisine Allahü teâlâdan mükellefiyet, haber vermek ve müjdelemek gibi şeyler ihtivâ eden vahyi -diğer peygamberlere bildirdikleri gibi- bildirmişlerdir. Meryem’in bu sebeple peygamber olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Ama umumun görüşü böyle olmadığıdır. Ondan sonra ise fazilette, Hazret-i Fatıma, sonra Hazret-i Hadice ve sonra da Hazret-i Âsiye gelir. Nitekim İbni Abbas’ın rivâyetine göre: Resûlullah aleyhisselâm’ın şu sözü meseledeki müşkililği kaldırmaktadır: "Dünya kadınlarının efendisi Meryem, sonra Fâtıma, sonra Hadice, sonra da Âsiye'dir."
    Allahü teâlâ Hazret-i Meryem'e hiçbir kadına vermediği şeyleri bilhassa vermiştir. Bunlar Ruhü'l-Kuds'ün onunla konuşması, ona görünmesi, gömleğinin yakasına üflemesi ve üflemek için ona yakınlaşmasıdır. Bunlar, hiçbir kadına verilmiş değildir. Ayrıca Hazret-i Meryem, Rabbinin kelimelerini tasdik etmiş ve çocuk doğacağı müjdesi kendisine verilince Hazret-i Zekeriyya'nın alâmet istemesi gibi ayrıca bir alâmet istememiştir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ indirdiği Kitab-ı Hakîminde ona “Sıddîka”, yani çokça tasdik eden, Rabbinin sözlerini doğrulayan kadın adını vererek şöyle buyurmuştur: "Ve onun annesi sıddîka bir kadındı." (Mâide suresi, 75). Bir başka yerde de Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ve o Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tas­dik etmişti. O kânitlerden, yani Allah'ın emirlerine itaat edenlerden idi" (Tahrim suresi, 12).
    Hazret-i Meryem, daha dünyaya gelmeden hayırlı bir işe, Mescid-i Aksâ’ya hizmete adanmıştı. Kendisine ruh üflenip, babasız çocuğa hâmile kalınca, kavmi tarafından aşağılandı. Bu yolda çok sıkıntılar çekti. Oğluna yapılan eziyetler bir anne için kaldırılacak yük değildir. Oğlunun yükselmesinden sonra da sıkıntılar içinde yaşamıştır. Bütün bunlar ve Mesîh’in annesi olma şerefi, Hazret-i Meryem’i kadınların en üstünü yapan hususiyetlerdir.
    5 Eylül 2012 Çarşamba
  • Sual: Manastırlı İsmail Hakkı hakkında malumat verebilir misiniz?
    Cevab: Manastırlı İsmail Hakkı, Manastır’da 1264/1846’da doğdu. İstanbul’da tahsil görüp icâzet aldı. İstanbul’un büyük câmilerinde vâizlik yaparak şöhret kazandı. Hukuk Mektebi ve Medresetü’l-Vâizîn’de Arapça hocalığı yaptı. Meşrutiyetten sonra İttihadcılara destek verdiği için muhafazakâr çevrenin nefretini çekti. Masonluk ve İttihadcı dalkavukluğu ile itham olundu. Hatta Ayasofya’daki bir vaazından sonra kürsüden inerken düşüp ayağını kırması, bir ilahî ceza olarak görüldü. Ferâiz ve nikâha dair iki eserinden başka İmam Ebû Hanîfe’nin menkıbelerine dair Mevâhibü’r-Rahman kitabı vardır. Sırat-ı Müstekîm ve Sebîlü'r-Reşâd mecmualarındaki yazılarında mezheblerin telfîkini müdâfaa etmiştir. 1330/1913’te İstanbul’da vefat etti. Görülüyor ki, Manastırlı İsmail Hakkı âlimdir. Kıymetli kitapları vardır. Ancak hayatı karışık bir şahsiyettir.
    11 Eylül 2012 Salı
  • Sual: Vehbe Zuhayli hakkında malumat verebilir misiniz?
    Cevab:

    Vehbe Zuhayli, zamanın en meşhur İslâm hukukçularındandır. 1932’de Şam yakınlarında dünyaya geldi. Şam ve Kahire ulemasından hususî tahsil gördü. Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ni, Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ni, Aynüşşems Üniversitesi’nin Adab Dili ve Edebiyatı Fakültesi ile Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesinde şeriat sahasında doktora yaptı. Şam’da ve Birleşik Arab Emirlikleri’nde ders, vaaz ve hutbe verdi. Talebe yetiştirdi. Cidde Fıkıh Konseyi gibi birçok beynelmilel heyetin âzâsı yahud müşaviridir.
    Son devir İslâm hukukçuları arasında en çok eser verenlerden birisidir. Tefsir sahasında da mahirdir. Kırmızı fesi, başından hiç çıkarmadığı beyaz sarığı ve cüppesiyle klasik Osmanlı ulemâsı tipinde ve zihniyetindedir. Mezheplere bağlı, muhafazakâr bir âlimdir. Modernistlere amansız muhalefeti ile tanınmıştır. Müslüman kadının gayrımüslim erkekle evlenebilmesi gibi İslâm fıkıh geleneğine uymayan fikirlere karşı çıkar ve reddiyeler yazar. Çok zor şartlar altında bile bu mücadeleden hiç taviz vermeyen şahsiyetiyle tanınmıştır. Öyle ki zamanımızda Ehl-i sünnet fıkhı çerçevesinde mücadele veren ender şahsiyetlerdendir. Kendisini mezhepsizlik, hele modernistlikle itham edenlerin, eserleri ve şahsiyetinden hiç haberdar olmadığı anlaşılmaktadır. Hele Zuhaylî’nin kadınlara aybaşı iken yaklaşmanın büyük günah olduğunu inkâr ettiğine dair ithama hayret edilir. Zira kitabın kerahiyat bahsinde “Kadına aybaşı iken yaklaşmak ititfakla haramdır. İnkârı küfrdür” demektedir. Kur’an-ı kerim “İyi bilmediğinin ardına düşme” ve “Zan, hakikat değildir” buyururken, şahsiyetler hakkında sahih bir malumata sahip olmadan hüküm vermek vebal değil midir?
    Türkiye'de daha çok el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu’nun tercümesi olan İslâm Fıkhı Ansiklopedisi adlı çalışmasıyla tanınmaktadır. Vaktiyle Mısır’da hazırlanan el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa kitabına benzer. Mezheblerin kavilleri sistematik bir şekilde yazılmış; her birinin dayandığı deliller verilerek fıkıhla meşgul olanlara yol gösterilmiş; bu vesileyle mezheblere dayalı fıkhı reddeden modernistlere de bir bakıma cevap verilmiştir.
    Kitabın mukaddimesinde cemiyeti içinde bulunduğu uçurumdan kurtarmak için ıslah hareketine ihtiyaç vardır. Bu da İslâm fıkhıdır diyor. Kasdettiği ıslahın reform olmadığı ortadadır. Zuhaylî, taassuba varmamak kaydıyla mezheblere bağlı fıkhı şiddetle müdafaa ve Kur’an’a dayalı fıkıh telâkkisini reddetmiştir. Zaruret, ihtiyaç, acizlik ve özür hallerinde telfike götürse bile başka mezhebin kavliyle amel edilebileceğini söylemiştir ki bu bir usul kaidesidir; müellifin telfiki müdafaa ettiği, hele mezhebsiz olduğu manasına gelmez. Bilakis, mukaddimede telfiki ve özürsüz mezheblerin ruhsatlarını araştırmayı reddetmektedir. Dört sünnî mezhebin muteber kitaplarına dayanılmıştır. Bunların haricindeki mezheblerin de fıkhî görüşleri verilmiş; ancak bunlara hak mezheb muamelesi yapılmamıştır. Kıymetli ilmihallerde bile Şiî ve Hâricîlerin itikadî ve fıkhî görüşleri hakkında bilgi verilirken; bir fıkıh ansiklopedisinde bundan daha tabiî bir şey olamaz.
    Kitapta zaman zaman mezheblerin dayandığı deliller değerlendirilerek, bunlardan zayıf kavle istinad edenin karşısında diğeri tercih edilmiştir. Bu, suistimale açık olmakla beraber, mezheb içindeki âlimlerin bile her zaman yaptığı bir şeydir. Böylece mukallide azimet hususunda yol gösterilmiş olmakta; avam ictihada değil, bilakis âlimleri taklide sevkedilmektedir. Zuhaylî’nin bu tercihlerinde nefsânî veya modernist bir tesir altında kaldığı hiç görülmemiştir. Kardâvî, hele Mahmasânî ile aynı kategoride değerlendirilemez. Zira her ikisini de marjinal söz ve görüşleri sebebiyle delâlete düşmekle itham eder.
    Avam için yazılmış olmadığından, bir ilmihal gibi günlük meselelerin hal tarzını bu kitapta aramak doğru değildir. Müellif Şâfiî olduğu için, diğer mezheblerden nakillerde zaman zaman hatalar göze çarpar. Buna benzer hatalara İmam Şa’rânî hazretlerinin el-Mizânü’l-Kübrâ ve İbnü’r-Rüşd’ün Bidâyetü’l-Müctehid kitaplarında bile rastlanır. Bir mezhebe mensup kimsenin başka mezheblerden yaptığı nakillere her zaman itimad edilememektedir. Nitekim bir mezhebin hükmü, ancak kendi mezheb âlimleri tarafından yazılmış muteber kaynaklardan öğrenilebilir. Zuhaylî, kitabında bazen yersiz izah ve tercihlere girişir; hadis-i şeriflerin kritiğinde gereksiz hassasiyetler gösterir.
    Meselâ cenaze namazının mescide kılınmaması hususunda, hiçbir maslahat yokken, sırf Hanefîlerin istinad ettiği hadîs-i şerifi zayıf bulduğu için, bunun hilâfı olan Şâfiî kavlini tercih etmiştir. Evet, bu hadîsi rivâyet edenlerden birinin hâfızasına sonradan halel geldiği rical kitaplarında yazarsa da, bu hâdisi daha evvel rivayet ettiği sâbittir. Hadîslerin sıhhatine bakarak kavilleri tercih etmek, bugün için insanı her zaman doğru neticeye götürmez. Zira bir müctehidin zayıf, hatta mevzu bulduğu bir hadîs, başka bir müctehidin aradığı kıstaslara ve teşkil ettiği metodolojiye göre sahih olabilir. Hanefî ictihadlarının çoğu hadîs-i şerife değil de, kıyasa dayalı intibaı verir. Bu doğru değildir. Kuruluş itibariyle önce olduğu için mezhep kitapları yalnızca ictihadları tasnif etmiş; dayandığı delilleri bildirmeye gerek görmemiştir. Bu sebeple Hanefîlerin dayandığı hadîslerin çoğu bugüne intikal etmemiştir. Sonra gelen Hanefî âlimleri, bu hususta gereken tercihlerde bulunmuşlardır. Üstelik Hanefîler cenaze namazının mescide kılınmaması hususunda sadece müellifin zayıf bulduğu Ebu Hüreyre hadîsine değil, selef-i sâlihînin de tatbikatına bakmışlardır. Nitekim Medine halkının ameline ehemmiyet veren Mâlikîler de bunlarla beraberdir. Bu meseleye kitabın mütercimi de dikkat çekmiştir.
    el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu kitabının Türkçe tercümesinde de bazı sıkıntılar vardır. Buna benzer problemler memleketimizde Türkçe’ye tercüme edilen hemen her dinî eserde rastlanan türdendir. Meselâ abdest bahsinde muvâlat, guslde değil ama abdestte farzdır derken; gusl bahsinde abdestte ve guslde farzdır denilmiştir. Bu bakımdan kitap, hele Türkçe tercümesi avam için lüzumlu ve faydalı değildir.

    5 Ekim 2012 Cuma
  • Sual: Son devir Osmanlı âlimlerinden Mustafa Sabri Efendi'nin, Anadolu’daki Yunan Harbi esnasında Türkiye'nin sadece İngiliz himayesine girerek kurtulabileceğini savunduğunu, Anadolu hareketine karşı çıkmış biri olduğunu söyleyenler var. Bu husustaki hakikatler nelerdir?
    Cevab: Mustafa Sabri Efendi, mütareke devrinin şeyhülislâmlarından ve önde gelen siyasetçilerinden. Sadrazam vekilliği bile yapmıştır. Bu devirde memleketin içinde bulunduğu fena vaziyetten kurtulması için çeşitli hal tarzları düşünen ve müdafaa edenler olmuştur. Sultan Vahideddin ve İstanbul hükümetleri, zamanın en güçlü devleti olan İngiltere ile iyi geçinerek zaman kazanmayı ve hâdiseler yatışınca müsait bir sulh anlaşması yapmayı istiyordu. Bunun için zaman kazanmak ve elde koz tutabilmek üzere Anadolu hareketini tertiplediler. İstanbul, İngiliz işgalinde idi. Bu şehri kaybetmek, istiklâli kaybetmek demekti. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarından bazısı bile, zaman zaman memlekette İngiliz vesayetini veya Amerikan mandasını müdafaa etmiştir. İstanbul’daki meşru hükûmetin temsilcisi olarak Mustafa Sabri Efendi’nin Anadolu’da merkezî hükûmetin politikalarına aykırı hareket eden, vergi ve asker toplayan, mahkeme kurup ceza veren, üstelik memleketi felâkete sürükleyen İttihadcıların da hulûl ettiği bir hareketi tasvib etmemesi tabiîdir. Mevkıf adındaki hatıralarında ve Hilafetin Kaldırılmasının Arkaplanı adıyla neşredilen makalelerinde bunu etraflı anlatmaktadır.
    20 Ekim 2012 Cumartesi
  • Sual: Necib Fazıl meal olarak, Kanuni devrinde iki büyük hata olduğunu, bunlardan birinin şeyhülislâmların padişah tayiniyle o mevkiye getirilmesi olduğunu, bunun da bir daha Zembilli, Ebussuud gibi sadece hakikatten yana şeyhülislâmların gelmesinin önünü tıkadığını söylüyor. Bu hususta ne dersiniz?
    Cevab: Şeyhülislam, Osmanlılarda pâyitaht müftüsüdür. Bütün müftüler ve diğer bütün memurlar her zaman padişahın tayiniyle gelmiştir. Bu hükümdarın hakkı ve vazifesidir. Memur olmayan, yani hazineden maaş almayan âlimler, elbette ki böyle bir tayine ihtiyaç duymadan faaliyet gösterir. Sonra bu ayarda şeyhülislâm gelmemesinin sebebi bu değildir. Kanuni gibi padişah da gelmemiştir. Çünki devir değişmiş, devlet zaafa düşmüştür. Bu da bütün aksamda kendisini göstermiştir. Kaldı ki Necip Fazıl bir tarihçi değildir. Şairliği ve polemik yazarlığı güçlü olduğu için, tarihî meselelerdeki değerlendirmeleri bazen isabetli olmamıştır. Bu mevzularda sözü sened sayılmaz.
    20 Ekim 2012 Cumartesi
  • Sual: İmam Buhârî’nin İmam Ebu Hanîfe için ağır ifadeler kullandığı doğru mudur?
    Cevab:
    İmam Buhârî'nin doğrudan İmam-ı A'zam'ı kasd eden bir ifadesi yoktur. Müctehid olduğu için bazı meselerde kendi ictihadına uymayan mevzuları izah ederken, bazı kimseler şöyle demiş gibi ifadeler kullanır. Hanefi alimlerinden Abdülgani Meydani de bu izahlara Keşfu'l-İltibas amma evredehu'l-Buhârî an badi'n-nâs adlı kitabında cevap vermiştir. Dolayısıyla mesele, ictihad farklılıklarının ilmi zeminde tenkidinden ibarettir. Yoksa bazılarının vehmettigi gibi İmam Buhârî'nin, İmam Ebu Hanîfe veya başka bir alime hakareketi mevzubahis değildir. Hatta Şâfiî kitaplarında, istihsana yer verdiği için zaman zaman Hanefî ictihadları tenkit edilir. Ama bunun ilmî tenkitten öte bir mânâsı yoktur. İmam Ebû Hanîfe’yi en çok övenler ve onun menakibini yazanlar da yine Şâfiîlerdir. Meselâ İmam Süyûtî, İmam Şa’rânî gibi Şâfiî âlimleri İmam Ebu Hanîfe’ye çok yüksek bir tazim göstermektedir. İbni Hacer, İmam Ebu Hanife hakkında övgü dolu müstakil bir kitap yazmıştır. Hatta Şa’rânî, İmam Ebu Hanife’yi tenkid eden kendisi gibi Şâfiî mezhebindeki büyük bir tefsir âlimini “O, İmam-ı Azamın ayaklarına su bile dökemez” diye vasıflandırmaktadır.
    24 Ekim 2012 Çarşamba
  • Sual: İlk minare yapılırken sabah ezanından önce salât verdirilmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Sabah namazına hazırlanmayı temin için veya Mısır Vâlisinin tam sabah ezanı vakti kilise çanlarının kasıtlı olarak uzun müddet çalmasına misilleme olarak verdirildiği söylenir.
    24 Ekim 2012 Çarşamba
  • Sual: Gadîr-i Hûm hutbesi ile alâkalı olarak Ehl-i sünnet kaynakları ne söylemektedir?
    Cevab: Vâli olarak gittiği Yemen’den dönen Hazret-i Ali’nin bir muamelesinden dolayı halk arasında dedikodu çıktı. Bu dedikodu, kendisini kötülemeye kadar vardı. Vaziyete muttali olan Resulullah, Mekke ile Medine arasında Gadîr-i Hûm denilen mevkide “Ali benim dostumdur, ben onun dostuyum” mealindeki sözü söyledi ve Ehl-i beytine riayeti tavsiye buyurdu. Bu hadis-i şerifte geçen ve dost manasına gelen mevlâ kelimesi, aynı zamanda vâris, veli gibi ma’nâlara da geldiğinden, Şiîler bu sözün halifelik için olduğunu iddia ettiler. Bu sebeple Hazret-i Ali'nin yerine Hazret-i Ebu Bekr'i halife yapıkları için kendisine biat eden sahabilerin imanını kaybettiğini söylediler.
    31 Ekim 2012 Çarşamba
  • Sual: Atatürk’ün, Mescid-i Nebevî’yi yıkma teşebbüslerine karşı çkarak krala mektup yazdığı doğru mudur?
    Cevab: Hayır. Bunun 12 Eylül ihtilâli devrinde Atatürk’ü bazı kesimlere dindar göstermek için uydurulduğunu, hâdisenin baş aktörlerinden Nevzat Yalçıntaş televizyonda bizzat itiraf etmiştir.
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: Eshab-ı kiramdan Halid bin Velid’in bir kabile baskınında Müslüman olduklarını söyledikleri halde Mâlik isminde bir kabile reisini öldürttüğü, hatta aynı gece zevcesini câriye olarak aldığı; Hazret-i Ömer’in de buna öfkelendiği iddia ediliyor. İşin aslı nedir?
    Cevab: Hazret-i Peygamber'in vefatından sonra irtidad edenleri yola getirmek için Halîfe Hazret-i Ebû Bekr tarafından görevlendirilen Hâlid bin Velid, vaktiyle Hazret-i Peygamber'in âmili (zekât memuru) olan ve daha sonra mürtedlerin arasında müslümanlara karşı çarpışan Mâlik bin Nüveyre'nin mürted olduğunu ve pekçok müslümanı katlettiğini anlayınca öldürmüştü. Esir düşen karısı cariye olarak Hâlid bin Velid'e düştü. Cariye ıddet beklemediği için; istibra da vacib olmadığından, Hâlid bin Velid bu cariye ile zifafa girdi. Mâlik'in kardeşi halîfeye gelerek, kardeşinin irtidad etmediği, dolayısıyla bu cezanın haksız olduğu hususunda itirazda bulundu. Öte yandan Eshâb'dan Hazret-i Ömer ve Ebû Katâde de buna iştirak etti. Halîfe, Hâlid'i çağırtıp vaziyeti sordu. Hâlid: "Resulullah‘ın (Hâlid Allahın kılıncıdır!) dediğini duymadınız mı? Allahın kılıncı ancak kâfir ve münâfıkların boynunu vurur" diye kendini savununca Halîfe, Hâlid'in sözünü kabul ve itirazı reddederek Hâlid'i beraat ettirdi. (İbni Abdilberr, II/429)
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, Yunus Emre'yi tekfir etmiş midir?
    Cevab: Hayır. Yunus Emre’nin şathiyelerini okuyan dervişlerin men edilip cezalandırılmasını söylemiştir.
    24 Kasım 2012 Cumartesi
  • Sual: Sultan IV. Murad’ın şair Nef’î’yi idam ettirmesi, şer’en câiz midir?
    Cevab: Nef'i, herkesi hicveden şiirleriyle meşhurdur. Hicv, dinen men edilmiştir. Kendisi hicv yazmaması hususunda defalarca ikaz edildiği halde, dinlememiş; bu sebeple ta’ziren idam edilmiştir. Din, hükümdara cemiyet için zararlı ve ıslahı mümkün olmayan kimseleri idam etme salahiyetini vermiştir. Buna siyaseten katl denir.
    6 Aralık 2012 Perşembe
  • Sual: Kanuni Sultan Süleyman zamanında çıkarılmış bir kanunnâmede içki ithalatı tanzim ediliyor. İçki imali, satışı ve içilmesi dinen yasak olduğu halde, böyle bir şeye neden yer verilmiş olabilir?
    Cevab: İslâm devletinde yaşayan gayrımüslimler içki imal edebilir, içebilir, satabilir. Devlet de bundan vergi alabilir.
    15 Aralık 2012 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde tatbik edilen devşirme müessesesi İslâm hukukuna uygun mudur?
    Cevab: İslâm hukukunda hür insanların köleleştirilmesi câiz değildir. Köle statüsü, ya savaşta elde edilen esirler, yahud daha evvel meşru bir şekilde köleleştirilmiş kişilerin çocukları için bahis mevzuu olur. Savaşta elde edilen esirler köle yapılırsa, bunun beşte biri devlete, beşte dördü gâzilere aittir. Beşte birin beşte biri de padişaha aittir. Meşru bir şekilde köleleştirilmiş olan kimseyi, hür bir kimse satın alarak köle sahibi olabilir. Osmanlılar, savaşta devletin hissesine düşen beşte birden zekâ ve fizikî meziyetlerine bakarak devlet adamı ve asker yetiştirmiştir. Buna pençik sistemi denir. Pençik, Farsça beşte bir demektir. Pençik oğlanları sıkı bir terbiye ile yetiştirilir. Fetihlerin yavaşladığı bir ara, pençik oğlanları bu iş için yetmemiş; bunun için devşirme sistemi getirilmiştir. Buna göre gayrımüslim vatandaşların yüksek meziyetlere sahip çocukları, devlet adamı ve asker olarak yetiştirilmek üzere devlet tarafından alınır. Aileleri para ve vergi muafiyeti ile razı edilir. Böylece önlerine parlak talihli bir istikbal yolu açılır. Bunların statüsü, pençik oğlanları ile aynıdır.
    Tamamen devletin ihtiyacından doğan devşirme müessesesinin hukuka uygun olup olmadığı hususunda çeşitli görüşler serdedilmiştir:
    Albert Howe Lybyer ve buna uyarak Basilike Papoulia, devşirmelerin köle statüsünde bulunduğunu söyler; bu tatbikatın kardeş katli gibi şeriata aykırı, ama devletin menfaati için yapılan amme hukuku tasarrufu olduğuna işaret eder. Ménage, Hoca Sadeddin Efendi ve İbni Kemal'in devşirmeyi şeriatla bağdaştırdıklarından bahseder. Devşirme oğlanların Enderun tahsilini bitirip çırak edilmeleri, azat mânâsına gelmediğini, köle statüsünün devam ettiğini Lybyer, Repp ve Menage söyler. Papoulia, ise "kapıya çıkmayı" azat edilmek olarak kabul eder.
    İslâm devleti bir yeri savaşla fethederse, esir ettiği halkı ya köleleştirir, ya da zimmî statüsü tanır. Hakan Erdem, devletin sonradan bu obsiyonunu değiştirerek, bazılarını tekrar köle statüsüne sokabileceğini müdafaa eder. Nitekim Osmanlıların devşirme aldığı aileleri vergiden muaf tutması bunun göstergesidir. Zira kölelerden vergi alınmaz. Ancak zimmî statüsü bir anlaşma ile verilir; sonradan zimmîlerin isyanı gibi bir sebep olmadan tek taraflı feshedilemez. Üstelik devletin vergiden muaf tuttuğu başka zimmîler de vardır. Bir amme hizmetinin karşılığı olarak teb’aya vergi muafiyeti tanımak rastlanan bir şeydir.
    Claude Cahen, devşirme sistemini, kendi teb’asını muntazam ve müesseseleşmiş bir şekilde toplamaya dair kendine has bir Osmanlı tatbikatı olarak görür.
    Gümeç Karamuk, devşirmelerin köle değil, hür insanlar olduğunu iddia eder; devşirme tatbikatının, mutlak bir hükümdarın otoritesine dayanarak teb’asını hizmetine yerleştirmesinden ibaret olduğunu söyler.
    Devşirmeleri köle statüsünde sayanlardan Paul Wittek, Osmanlıların devşirme usulünü, Şâfiî mezhebinden istifâde yoluyla tatbik ettiklerini söyler. Bu mezhebde, kendileri veya ataları Müslümanlığın doğuşundan sonra diğer semâvî bir dine girenler, ehl-i zimmet statüsünde sayılmazlar. Nitekim Osmanlılarda Sırp, Hırvat, Bulgar, Rum, Arnavud, Rus ve Hıristiyan Boşnaklar gibi İslâmiyetin zuhurundan sonra Hıristiyan olmuş halkların çocukları devşirme olarak alınır; bunun aksi olduğu kat’iyetle belli bulunan Yahudi ve Ermenilerin çocukları devşirilmezdi. Devşirmelerin köle statüsünde olduğu anlaşılmaktadır. Wittek’in bu husustaki görüşü de daha makul ve meseleyi izaha daha elverişlidir.
    8 Ocak 2013 Salı
  • Sual: İman etmeyenlerle iman etmiş kadınların evlenmesi caiz olmadığına göre, iman etmemiş olan Ebu Tâlib'in Müslüman olan zevcesi Fâtıma binti Esed ile evli kalışını nasıl anlamak gerekir?
    Cevab: Şeriatin hükümleri tedricen gelmektedir. Bu evlilik o hükmün gelişinden evvel olup bitmiş idi. Ebu Tâlib'in öldükten sonra diriltilip iman ettiğine dair bir haber-i vâhid de vardır.
    17 Şubat 2013 Pazar
  • Sual: Bir konferansçı, Eflâkî’den alarak şu hâdiseyi anlattı. Bir kişi Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’e "Neden Mevlânâ Mesnevî’ye Kur’an demiş? Keşke demeseymiş" diye sormuş. O sırada Mevlânâ bunu duymuş ve o adama "Neden Mesnevî Kur’an olmasın? Hatta Kur’an'dan da yüksektedir" demiş. Bu hâdise doğru mudur?
    Cevab: Hâdise doğru ise, te’vil edilir. Tasavvuf ehlinin nice sözleri te’vile muhtaçtır. “Mesnevî Kur'an-ı kerimin izahıdır. Avam, Kur'an-ı kerim okusa yanlış mânâ verebilir. Mesnevî okuyup, hakikî imana kavuşunca, Kur'an-ı kerimi okusa faydalıdır” demek istemiştir. Yoksa İslâm inancına göre hiç bir kitap Kur'an-ı kerimden yukarı olamaz. Mevlânâ gibi bir zât da böyle bir şey söylemez.
    17 Şubat 2013 Pazar
  • Sual: Hazret-i İbrahim’e indirilen koçun eti ne olmuştur?
    Cevab: Ciğerini közleyip yediler, gerisini fakirlere dağıttılar. (Meâricü’n-Nübüvve)
    22 Şubat 2013 Cuma
  • Sual: Bir siyer kitabında “Resulullah aleyhisselâm dünyayı teşriflerinden sonra şeytanlar haber getiremez ve kâhinler konuşamaz olmuştur” diyor. Fakat daha sonra Hazret-i Osman’ın halasının kâhin olduğunu yazıyor. Bunda tezat yok mudur?
    Cevab: Şeytanlar, gökten haber getiremez; kâhinler de buna dayanarak konuşamaz oldu. Kâhinin manası çok geniştir. Yıldızlara, aya, güneşe, burca, tabiat hadiselerine, ele, yüze, kumdaki işaretlere vs bakarak gelecekten haber verenlere de kâhin deniyor.
    5 Mart 2013 Salı
  • Sual: Bildiğim kadarıyla Osmanlı Devleti Hanefî mezhebinde idi. Peki ceza hukukunda veya başka işlerde, diğer üç mezhebe mensup olan ahalisine nasıl muamele ediyordu?
    Cevab: Mahkemede kadı efendinin mezhebi tatbik edilir. O da Osmanlı Devleti’nde Hanefî mezhebidir. Taraflar hangi mezhebde olursa olsun, kadı Hanefî mezhebinin esahh kavillerine göre hüküm verir. Taraflar isterse, mahkemeye gitmeyip, kendi mezheblerinden hakeme müracaat edebilir. Bu hakem, tarafların mezhebini tatbik edebilir.
    17 Nisan 2013 Çarşamba
  • Sual: Hakkında övgü dolu bir yazı yazdığınız Said Ramazan el-Bûtî, bir kitabında, Resulullah’ın intihara teşebbüs ettiğini yazıyor. Buna ne dersiniz?
    Cevab: Bûtî, büyük bir âlimdir. Mesnedsiz bir şey söylemez. Bûtî'nin Fıkhu’s-Sîre’de anlattığı ve sizin işaret ettiğiniz hâdise, Sahih-i Buharî’de geçiyor. Rüya bâbının birinci hadîsidir. Peygamberliğin kendisine bildirildiği ilk zamanlarda bir ara vahyin kesilmesi üzerine Resulullah aleyhisselâmın çok üzüldüğü, birkaç defa kendisini aşağıya atmak üzere yüksek kayalıkların eteğine geldiği, her seferinde Cebrail aleyhisselâm tarafından “Sen Allah’ın resulüsün” denilerek engellendiği yazıyor. İntihara teşebbüs değil, tasavvur vardır, aynı şey değildir. İkincisi şeriat gelmeden emir ve yasak olmaz. Henüz intihar yasaklanmış değildir ki, bundan dolayı Resulullah hâşâ hata işlemiş olsun. Aslını bilmeden hemen insanları tenkide kalkışmak büyük kabahattir. Kati bilgi sahibi olmadan biriyle cidal ve husumette bulunmak, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle yasaklanmıştır.
    23 Nisan 2013 Salı
  • Sual: İslâm şahıslar ve aile hukukuna bakıldığında, bizim bugünki hukukumuzla, dolayısıyla Germen ve ona bağlı olarak da Roma hukukuyla benzerlik gösteriyor. Muhteva olarak olmasa bile, bu şekilde tasnifinde bu hukukların tesirinden bahsetmek mümkün mü?
    Cevab: Hukuk sistemleri arasında benzerlik tabiidir. Hele bu sistemler birbirine yakın coğrafyalarda ve zamanlarda ortaya çıkmışlarsa. Hukuk sistemlerinin hepsinde orijin (menşe, kaynak) ne olursa olsun, normatif hâle gelmesinde hukukçuların ciddi rolü vardır. Hukuk kaidelerini, Anglosakson hukukunda olduğu gibi pratisyen veya Roma ve İslâm hukukunda olduğu gibi teorisyen hukukçular ortaya çıkarmıştır. Müşterek aklın ve adalet idealinin mahsulüdür. Hukuk sistemlerinin kaynağı da çok derine inilirse aynıdır.
    28 Nisan 2013 Pazar
  • Sual: Sahâbe-i kiramın hepsinin müctehid olduğu rivayet olunuyor. Müctehid olmanın şartları çok ağır ve sahâbenin hepsinin de Kur’an-ı kerimi ezbere bilmediği malum bulunduğuna göre bu rivayeti nasıl anlamak gerekir?
    Cevab: Sahâbe-i kiramın hepsinin müctehid olduğu meselesi ihtilaflıdır. İmam Busayrî gibi hepsi müctehiddir diyen de var; İmam Gazâlî gibi hepsi müctehid değildir diyen de var. Hepsi müctehid olsa bile, tamamı ictihad etmemiş; edenleri taklit etmiştir. Sahâbîler arasında 250 kadarının ictihadda bulunduğu; diğerlerinin büyük bildikleri sahâbîlere fetvâ sorarak taklit ettiği malumdur. Müctehid ictihad etmedikçe başka müctehidi taklit edebilir. Sahabenin hâli farklıdır. Şer’î hükümlerin teşekkül zamanına ait bir keyfiyettir.
    10 Mayıs 2013 Cuma
  • Sual: Müslümanların Medine’deki Beni Kurayza Yahudîlerinin erkeklerini öldürdüğü, kadınlarını savaş ganimeti yaptığı doğru mudur?
    Cevab: Hazreti Muhammed, Medinelilerin daveti üzerine bu şehre gelip, bir İslâm site devleti kurulduğunda, burada yaşayan Müslüman Araplar, Müşrik Araplar, Yahudiler ve Hıristiyanlarla bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmaya göre adı geçen topluluklar bir arada müttefik olarak yaşayacak, birbirlerine yardım edecek, can, mal ve din hürriyeti teminat altına alınacak, aradaki ihtilaflarda Hazreti Peygamber hâkim sıfatıyla hükmedecekti. Medine Sözleşmesi’ni, hukukçular, tarihin bilinen en eski yazılı anayasal metni kabul ederler.
    Ancak bu sözleşmenin ömrü uzun olmadı. Birinci sebebi Medine’deki Müşrik Arapların Müslüman olmasıydı. İkincisi ise Yahudilerin ahdini bozması oldu.
    Medine’de şehrin içinde az bir Yahudi topluluğu yaşardı. Şehrin yakınında Beni Kaynuka, Beni Nadîr ve Beni Kurayza adlı üç Yahudi topluluğu vardı. Medine’nin köyü mesabesindeki Hayber’de de Yahudiler yaşardı. Medine’ye ayrım konak (takriben 15 km) mevkide müstahkem bir kalede yaşayan Beni Kurayza Yahudileri, Hendek Savaşı’ndan önce bu sözleşmeyi ihlal ederek Mekkelilere yardım ettiler. Bu sebeple Hendek Savaşı kazanıldıktan sonra Beni Kurayza üzerine sefer yapıldı. Kale düştü. Beni Kurayza erkek ve kadınları esir oldu. Kendilerine bir hakem seçmeleri teklif edildi. Onlar, eskiden beri dostları olan Medineli Sad bin Muaz’ı hakem seçti. Sa’d, Tevrat’ı iyi bilirdi. Bunlara Tevrat’a göre hükmetti. Bu hüküm gereği erkekler idam edildi. Kadınlar esir yapıldı. Öldürülenler şehir halkından değildi.
    Bütün savaşlarda yenilen esir edilir ve esirlere yapılan muamele tarih içinde çeşitli yerlere göre değişir. Ortaçağ, esirlerin tamamen öldürüldüğü bir devirdir. İslâm hukuku bu hususta devlet başkanına üçlü bir obsiyon tanımıştır: Esirleri öldürmek, esirleri köle yapmak, esirleri fidye karşılığı serbest bırakmak. Bunların daha insanî olduğunu takdir edersiniz.
    Müslümanlar Yahudilere karşı böyle bir tavır takınsaydı, Beni Kaynuka, Beni Nadîr ve Hayber Yahudilerine de aynısını yapardı. Beni Nadîr Yahudileri, kendileriyle görüşmek üzere gelen Hazreti Muhammed’e suikast tertipledikleri için bulundukları yerden Şam’a göçmeye zorlandılar. Hiç biri öldürülmedi. Halbuki yakın tarihimizde devlet başkanlarına suikast teşebbüsünün bile idamla cezalandırıldığını bilirsiniz.
    Beni Kaynuka Yahudileri ise Bedir galibiyetinin ardından Müslümanlara taarruz ettiler. Yapılan muharebede yenildiler. Hiç birisi öldürülmedi. Hepsi Şam havalisindeki Ezriat’a göçtüler. İslâm dini müşriklere karşı, Yahudi ve Hıristiyanlara dikkate değer bir yakınlık gösterir. Ehl-i kitap adı verilen bu topluluk, hukuk önünde Müslümanlarla eşittir. Can ve mal emniyeti, din ve vicdan hürriyeti güvence altındadır. Kestikleri yenebilir, kadınları ile evlenilebilir.
    16 Mayıs 2013 Perşembe
  • Sual: Müslüman, sadece Muhammed aleyhisselâmın dininde olanlar için kullanılır bir tabir midir?
    Cevab: Müslüman, islâm olmuş, teslim olmuş, selâmette olan mânâsına Müslim kelimesinin farsçasıdır. Türkçede Müslim yerine çok yaygın kullanılır. Muhammed aleyhisselâma iman edip şeriatını kabul edenlere Müslüman dendiği gibi; daha önce gönderilen peygamberlerin tebliğ ettiği tevhid inancına girenlere de Müslüman denir. Kur’an-ı kerimde meselâ İbrahim aleyhisselâm için Müslüman tabiri kullanılır. Bugün Müslüman denince, daha ziyade Muhammed aleyhisselâmın şeriatına dâhil olanlar kastediliyor. Önceki ümmetler için Musevî, İsevî tabirleri kullanılıyor. Mânâ bakımından hepsi müslümandır. Ama son peygamberlere inanmadıkları için tevhid inancında eksiklik bulunan bugünki Yahudi ve Hıristiyanları dışarıda tutmak itibarıyla yalnız Muhammed aleyhisselâma iman edenler Müslüman olarak anılmaktadır. Aslında tevhid dininin ismi İslamdır. Ama bugünki kullanışta ve anlayışta Muhammed aleyhisselamın şeriatına İslam deniyor. Doğrusu Muhammedîlik olmalıydı. Ancak önceki bütün dinlere şâmil olduğu için böyle denmiyor. İslam deniyor.
    18 Mayıs 2013 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı câmilerine neden sahabilerin veya büyük zâtların isimleri konulmamıştır? Bunun mahzuru var mıdır?
    Cevab: Osmanlılarda hiç bir câminin ismi yoktur. Halk arasında bir isim söylenmiş; o câminin ismi olmuştur. Bu da umumiyetle yaptıranın ismidir. Gecekondu mahallelerinde mimarî estetikten mahrum zavallı binalara Hazret-i Ebubekir Câmisi yazıyorlar. Saygısızlık değilse bile, küçük düşme bahis mevzuu oluyor.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Piyasada dolaşan ve Sakal-ı şerif denen hatıraların ziyareti ve öpülmesi meşru mudur? Bunların hakikaten Hazret-i Peygamber’e ait olduğu nereden bellidir?
    Cevab: Hazret-i Peygamber traş olduğunda, Sahabiler saç ve sakal kıllarını paylaşır; hatıra olarak saklarlardı. Hasta oldukları zaman bu kılı suya koyup bu suyu içerlerdi. Vefat ettiklerinde gözlerinin üzerine konmasını vasiyet ederlerdi. Sahabe-i kiramın tatbikatı delildir. Bu bakımdan sakal-ı şerif ziyareti meşrudur. Resulullah aleyhisselâmı hatırlamaya ve kalbin rikkatine vesile olur. Bugün elde bulunan sakal-ı şeriflerin bazısının şeceresi vardır. Hepsine hüsn-i zan etmek lâzımdır. Maksat Resulullah’ı hatırlamaktır, sakal değildir. Öpmek lâzım değildir. Hatta sırayla öpülürse, sıhhî bakımdan muvafık olmayabilir. Önüne gelip hürmetle bakar, salavat getirir.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: Eyüp Sultan hazretleri Muaviye’ye karşı olanlardan mıydı?
    Cevab: Eyüp Sultan, yani Hâlid bin Zeyd Hazret-i Ali’nin vâlilerindendi. Sıffîn’de onun tarafında idi. Ama sonra Muaviye’ye bîat etti. Hatta Yezid'in kumandasındaki ordu ile İstanbul'a geldi. Burada vefat etti. Onların aralarındaki ihtilâflar, taraftar olmalar, hakkı müdafaa içindir; nefsânî değildir. Sahabe-i kiram çok yüksek meziyetli, adalet ve hakkın tecellisini her şeyin üzerinde tutan insanlardı.
    19 Mayıs 2013 Pazar
  • Sual: İmam Ebu Hanife’nin “Son iki senem olmasa idi helâk olmuştum” sözünün hikmeti nedir?
    Cevab: Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî’nin ikinci cild 61. mektubunda diyor ki: İmam Ebû Hanîfe, ömrünün son iki senesinde ictihadı bırakarak uzlet eyledi. Vefatından sonra, rüyada görülüp “Son iki sene olmasaydı, Nu’mân helâk olurdu” dedi. Uzletinin sebebi, marifeti tamamlamak idi. Bu marifetin neticesi olan, iman-ı hakîkîye, yani imanın kemâline kavuşmak idi. Yoksa ilimde ve amelde, derecesi çok yüksek idi. Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye kitabında der ki: Ehl-i sünnetin reisi İmam Ebû Hanîfe, Ehl-i beyte çok bağlıydı. “Eğer o iki sünnet olmasaydı, Numan helâk olurdu” buyurdu. Bu iki sünnetten birincisi, Cafer Sâdık hazretlerinden aldığı fıkıh ve diğer ilimler; ikinci sünnet ise, onun babası Muhammed Bâkır hazretlerinden aldığı tasavvuf, tarîkat ve edeb ilmidir. “İki sene” ile “iki sünnet” Arab harfleriyle aynı yazıldığı için bu ihtilâf meydana gelmiştir. Hemen hemen mânâ aynıdır. Bu sözü Resulullah ve sahabîlerin sünneti şeklinde tefsir edenler de vardır.
    15 Haziran 2013 Cumartesi
  • Sual: Abdülfettâh Ebû Gudde Ehl-i sünnet midir?
    Cevab: Kendisi Suriyeli bir Ehl-i sünnet âlimidir. Muhaddistir. Meşhur Osmanlı âlimi Zâhid el-Kevserî'nin icâzetli talebesidir.
    15 Haziran 2013 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı devrinden TC’ye kalan ilim ve fen mirası nedir? Bugün mesela neden bir ilacın ismi Türkçe değildir?
    Cevab: Bugünki manada ilmin teknolojiye sistematik olarak aktarımı 19. asrın başlarındadır. Aslında Osmanlı zannedilenin aksine, Dünya'daki teknolojik ilerlemeleri takip etmekle birlikte katkılar da yapıyordu. Mesela Emin Paşa tarafından fransızca olarak 1840 senesinde neşredilen roket teknolojine dair kitaptan günümüzdeki çoğu bilim tarihçilerinin bile haberi yoktur desem yanlış olmaz. Bu kitap, Osmanlıcaya da tercüme edilmiştir. Diğer bir misal, İsmail Gelenbevî'nin (v. 1791) bilhassa mantık üzerine yazdığı kitap ve risaleler, asrındakilerin fevkinde olduğu yakın zamanda yapılan çalışmalarda ortaya koyulmuştur. (Khaled El-Rouayheb, Relational Syllogisms and the History of Arabic Logic, 900-1900, Boston: Brill, 2010). IRCICA tarafından cildlerce neşredilmiş, Osmanlı ilimler tarihine dair bibliyografik eserlerde, binlerce ilim adamı ve eserlerinin tanıtımı yapılmaktadır.
    Bu miras neden, günümüz Türkiyesine aktarıl(a)madı? Avrupa'yı gezmiş insanlar, 500-600 sene evvel kurulmuş ve isimleri Katolik üniversitesi olarak geçen eğitim müesseseleri görmüşlerdir. Avrupa, ciddî bir reformasyon hareketi yaşamış olmasına rağmen, müesseselerini ayakta tutmuştur. Bu da devamlılığı temin etmiştir. Osmanlı'nın son zamanlarında da medreselere paralel olarak yeni eğitim müesseseleri kurulmuş; bunların eğitici kadrolarının mühim bir kısmı yine medreselerden temin edilmişti. Sene 1930'a geldiğinde, Üniversite Reformu adında, Türkiye'de geçmiş miras ile irtibatı bir nebze kurabilecek ilim adamları üniversitelerden atılmıştır.
    Aslında, bilim ve teknoloji hayatımızı tamamen işgal ettiğinden, neredeyse herşeyi bilim ve teknolojiye indirgeyerek izah etmeye çalışıyoruz. Halbuki insanı insan yapan konuşup düşünmesidir. İhtiyaç duyduğunuz zaman, bir aleti veya silahı hızlı bir şekilde yapabilirsiniz. Ancak ictimai bir meselenin analizini veya ciddi hukuk problemini çözemezsiniz. Çünki bunlar oturmuş çok ciddi ilmi bir altyapı isterler. Bundan dolayıdır ki Osmanlı ilim hayatında da, dil, hikmet ve hukuk üzerinde yoğun çalışmalar yapılmıştır. Günümüz dünyasının en büyük ihtiyacı, meselelere derinlemesine nüfuz edecek mütefekkir/filozoflardır. Mevcut mirasımız devamedegelseydi, ülkemiz hem hukuk hem de felsefe sahasında belki parmakla gösterilen ve dünyaya ışık tutan bir mevkide olacaktı. Çünki, hukuk ve felsefe güçlü bir geleneğe dayanmaksızın, gelişemez.
    20 Haziran 2013 Perşembe
  • Sual: Resûlullah aleyhisselâmın günde 70 ve 100 defa istiğfar etmesinin sebebi nedir? 
    Cevab: Peygamberler masumdur. Günah işlemezler. İstiğfar ve tevbe etmeleri de icab etmez. Şu kadar ki, istiğfar zikrdir; peygamberler de insanlık itibariyle manevi derecelerinin yükselmesi için istiğfar ederler. Resulullah aleyhisselâm, “Kalbimde envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kere istigfâr ediyorum” buyurdu. Mektubat-ı Rabbânî’de böyle geçiyor. Veya ümmetin günahları için istiğfar eder. Nitekim Taberânî’nin bildirdiği hadîs-i şerifte buyruldu ki: “Kimseden bir şey isteme, sana Cennet var. Kızma, gene Cenneti hak edersin. Güneş batmadan günde yetmiş kere istiğfar et. Allah senin yetmiş senelik günâhını affeder. Dedi ki, "Benim yetmiş senelik günâhım yok. Buyurdu ki, baban için! Dedi ki, babamın da yetmiş senelik günâhı yoksa? Buyurdu ki, ev halkın için. Dedi ki, ev halkımın da yoksa? Buyurdu ki, komşuların için”. Bu da gösteriyor ki, bir kişinin istiğfar etmesi, yalnız kendisine değil, başkalarına da fayda temin etmektedir.
    21 Haziran 2013 Cuma
  • Sual: Şimdi çalınan Mehter marşları ve sözleri, Osmanlılar zamanından kalma mıdır?
    Cevab: Mehter, Yeniçeri Ocağı ile beraber 1826'da kaldırıldı. Meşrutiyet devrinde tekrar kuruldu. Cumhuriyet devrinde tekrar kaldırıldı. 1952'de tekrar kuruldu. 1826’dan eski marşların çoğunun notası bulunamadı. Her iki devirde de yeni marşlar bestelendi. Şimdi çalınanların ekserisi bunlardır. Hücum Marşı, Amed Nesim-i Subh-Dem gibi parçalar eskidir. Ayrıca bando/mızıka için bestelenen marşlar da mehter repertuarındadır. Cumhuriyetten sonra eski marşlardaki bazı ifadeler değiştirildi. Askerlerin Hazır Silah diye başlayan Devlet Marşı’ndaki “Sultan Aziz” kelimesi, “Türk milleti”; Ordumuz Etti Yemin diye başlayan Ordu Marşı’ndaki “Osmanlı” kelimesi, “Şanlı Türk”; Sivastopol Önünde’deki “Arab Binbaşı” terkibi, “Yaman Binbaşı”; Artar Cihadla şanımız diye başlayan marştaki “Osmanlıyız” kelimesi, “Pek Şanlıyız”; İzzeddin Hümâî beyin meşhur marşındaki “Kafkasya Dağlarında Çiçekler Açar” mısraı; “İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar”; “Yaşa Ey Şanlı Ordu Sen Binler Yaşa” mısraı da “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” şeklinde değiştirildi.
    13 Temmuz 2013 Cumartesi
  • Sual: Abdülhakim Arvasi’nin "Yeryüzünde iki Türk kalsa, biri ben olurdum” sözünün aslı var mıdır?
    Cevab: Bu söz Ahmed Arvasi Beye nisbet edilmektedir. Ehibbasının beyanına göre, Abdülhakim Efendi’nin, böyle bir söz söylediği sâbit değildir. Üstelik söz, mefhum itibarıyla mantıksızdır. Abdülhakîm Efendi, seyyiddir, yani Arab asıllıdır. Ayrıca Kürdistan mıntıkasında, ana dili Kürtçe olarak yetişmiştir. Ancak her zaman Osmanlıların İslâmiyete hizmetlerin, sahabe-i kiramdan hemen sonra geldiğini beyan buyurduğu ve Osmanlı padişahlarını çok övdüğü, ayrıca “Yaşanacak yer Türkiye’dir. Ehl-i sünnetin kuvvetli olduğu yerdir. İklimi müsaittir, ucuzdur. Hicaz’da olsaydım, buraya gelmekliğim icab ederdi” dediği kendisini tanıyanlardan işitilmiştir.
    25 Temmuz 2013 Perşembe
  • Sual: Şeyh Edebâlî’nin vasiyetnâmesi sahih midir?
    Cevab: Merhum Tarık Buğra'nın Osmancık adlı romanında geçen, düzülmüş bir vasiyettir; aslı yoktur.
    25 Temmuz 2013 Perşembe
  • Sual: Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya vakfiyesinde câmiyi vakıf olmaktan çıkaran kimseye beddua ettiği doğru mudur?
    Cevab: Evet. Bu ifade bütün vakfiyelerde klişe olarak geçer. Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir. Yani vakfeden şartı, âyet ve hadîs hükmü gibidir. Kimse değiştiremez.
    25 Temmuz 2013 Perşembe
  • Sual: Cengiz Han ve Attila hakkında dinî bakımdan ne söylenebilir?
    Cevab: Cengiz Han (Timuçin), Moğoldur ve animisttir. Tarihin kaydettiği en gaddar insanlardandır. Milyonlarca Müslüman ve Türk kanı dökmüş; o ve soyu Türkistan, İran, Anadolu ve Iraktaki Türk ve İslâm medeniyetine onulmaz ağır darbe indirmiştir. Attila, Türk ise de, zamanındaki müminlere büyük sıkıntı vermiştir. Maksatsız sefer ve fetihlerle çok kişinin canını yakmıştır. Her ikisi de zâlim kimselerdir. Bir Türkün ve Müslüman’ın kendilerine muhabbet beslemesi beklenemez.

    Tâhirü'l-Mevlevî'nin, Cengiz'in İslâm ve Türk âlemine karşı olan mezalimine dair muteber tarihlerden alarak hazırladığı Cengiz ve Hülâgü Mezalimi adında bir kitabı vardır.
    26 Temmuz 2013 Cuma
  • Sual: İslâmiyet denilince akla neden hemen yeşil renk gelmektedir?
    Cevab: Yeşil renk, dinin şiarı olarak görülür. Resulullah’ın en çok giydiği ve sevdiği üç renkten biridir. Cenneti, sukûneti, istikrarı sembolize eder. Eskiler, pabuç, paspas, lazımlık gibi hakaret mahalli eşyanın yeşil olmamasına dikkat ederdi.
    26 Temmuz 2013 Cuma
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin son asrındaki suç nisbeti ile alakalı istatistikler var mıdır?
    Cevab: Bu ciddi bir ilmî tedkikat mevzuudur. Devlet İstatistik Enstitüsü neşriyatı arasında Osmanlı Devletinde son asırdaki ceza istatistikleri var. Ecnebi devletleri de kendi neşriyatından takip etmek gerekir.
    28 Temmuz 2013 Pazar
  • Sual: Evliyalar hakkında tertiplenmiş bir ansiklopedide Malkara’da medfun Pir Ali Efendi’den bahsediliyor. Kaynak olarak Şakâyık-ı Nu’maniyye Zeyli ve Sicil-i Osmanî veriliyor. Çok aramamıza rağmen bu kabri bulamadık. Belediye ve vakıflara müracaat ettiğimizde, kayıtlarında böyle bir kabrin olmadığı cevabı verildi. Ne yapmak lâzım?
    Cevab: Anadolu’nun çok yerinde, bu gibi zâtların kabrinin bulunduğu kaynaklarda geçer; ama yılların tahribatı sebebiyle haylisi yerinde bulunamamaktadır. Zelzeleler, yangınlar, hükümet tasarrufları sebebiyle kabirler, hatta mezarlıklar kaybolmuştur. Bu hususta maksada kavuşmak çok zordur.
    28 Temmuz 2013 Pazar
  • Sual: Harem-i Şerif’e gayrı Müslimlerin girememesi hangi hükümden kaynaklanmaktadır?
    Cevab: Âyet-i kerimede (Tevbe: 28) mealen, “Bu yıldan sonra müşrikler Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar!” buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerime, hicretin 9. senesinde gelmiştir. İmam Ebu Hanife, bu yasağı ibadet için anlamış ve ibadet dışında gayrı müslimlerin Mescid-i Haram’a girmesine cevaz vermiştir. Eskiden müşrikler çıplak olarak Mescid-i Haram’a girer ve el çırparak Kâbe’yi tavaf ederlerdi. Âyet-i kerime bunu yasaklamıştır. Diğer mezheplerde farklı hükümler vardır. İmam Mâlik ve Şâfiî’ye göre ancak seyahat gibi bir ihtiyaç sebebiyle girebilir. Bazı âlimlere göre, âyet-i kerimenin öncesinde gelen müşrikler necistir (pistir) sözünden; bunların cünüplüğü sebebiyle girmesinin yasak olduğu neticesini çıkarmışlardır. Halbuki ekseri ulema, bu necisliğin itikat bakımından olduğunu, maddî değil, manevî pisliğin kast edildiğini söyler. İbni Abidin der ki: Zimmînin mescide, hangisi olursa olsun, girmesi câizdir. İmam Malik hangi mescide olursa olsun girmesi mekruhtur, demiştir. İmam Muhammed, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed, Mescid-i Haram'a girmesi mekruhtur, demişlerdir. Âyet-i kerimedeki nehy (yasaklama) teklifî değil, tekvinîdir. Nitekim fakihler yolcunun cünüb olarak mescidden geçmesini câiz görmüşlerdir. Hal böyle iken ibarenin mânâsı, çıplak olarak, bu senenin haccından sonra hacca veya umreye gelmesin demektir. Bu sene hicretin 9. senesidir. Resul-i Ekrem, Hazret-i Ebû Bekr’i hac emiri kılmış ve Hazret-i Ali de hac ahkâmına dair Berâet (Tevbe) suresini ilan etmekle memur edilmiştir. Hazret-i Ali: “Dikkat edilsin, bu seneden sonra herhangi bir müşrik hacca gelemez; çıplak tavaf edemez” buyurmuştur. (Buhâri, Müslim) Resulullah aleyhisselâm, Sakif heyeti gibi gayrı müslim elçilerini mescidde kabul etmiştir. Müşrikler, zimmîler, Mekke ve Medine'de yerleşmekten de menedilirler. Çünkü Resulullah aleyhisselâm “Arab arazisinde iki din bir araya gelmez” buyurdu. Eğer gayrı müslim ticaret için Mekke ve Medine’ye gelirse câizdir. Fakat ikameti uzatamaz.
    28 Temmuz 2013 Pazar
  • Sual: Ruslar 1552'de Kazan'ı istila edip oradaki müslümanları katlettiği zaman, en güçlü çağını yaşayan Osmanlı Devleti niçin buna bir reaksiyon göstermemiştir?
    Cevab: Osmanlı hükümeti, Don-Volga kanalını açarak bunu engellemeye çalıştılar. Ama mesafe uzaklığı, mevsimin müsaadesizliği, maddî imkânsızlıklar mâni oldu. Kanuni sultan Süleyman zamanı, hem devletin en güçlü çağıdır; hem de çözülmenin başladığı zamandır. Uzun seferler, geniş fetihler sebebiyle bütçe ilk o zaman açık vermiştir. Hükümetin daha ehemmiyetli meşguliyetleri vardı.
    19 Eylül 2013 Perşembe
  • Sual: Burada bazıları tekâmül okumaktan bahsediyorlar. Böyle bir mektep mi vardır?
    Cevab: Eskiden imam ve müezzinlerin çoğu resmî tahsilden mahrum olduğu için, memuriyete girebilmek ve terfi edebilmek için de diploma arandığından, tekâmül kurslarına devam edip, dışarıdan mektep imtihanlarını vererek diploma alırlardı. Burada muhtelif muallimler fahrî veya ücretle ders verirdi. 1960’larda merhum Eşref Osmanağaoğlu’nun İsmailağa medresesinde açtığı tekâmül kursu meşhurdu.
    19 Eylül 2013 Perşembe
  • Sual: Mevlânâ Hâlid Bağdadî’nin Câliyetü’l-Ekdâr kitabında Bedr ehlinin sayısı 313’ten fazladır. Bunun sebebi ne olabilir?
    Cevab: Bedr Gazvesi’ne katılan Müslümanların sayısı hakkında ihtilaf vardır. Sahih rivayete göre Resulullah hariç olmak üzere 313 kişidir. Nitekim İbni İshak, 83 muhâcir, 61 Evsî ve 170 Hacrecî olmak üzere 314 sayısını vermektedir. İbn Cerir der ki: Selefin umumunun ifadesine göre Bedr Gazvesi’ne katılan Müslümanların sayısı 310 kişidir. Buharî rivayetinde Bera' şöyle buyurdu: "Bedr gününde muhacirler altmış küsur, Ensâr ise 340 küsur kişi idiler." İbn Cerir, İbni Abbas’dan şöyle nakleder: "Bedr gününde Muhacirler 70, Ensâr ise 236 kişi idiler." Bazı zâtların Bedr’e iştirakleri hakkındaki rivayetler zayıftır. Bunlarla sayı artabilir. İsimleri benzeyen sahabiler tek kişi sayılmış olabilir. Câliyetü’l-Ekdâr’da Bedr’e iştirak eden bir sahabinin ismi tekrar edilmiş olabilir.
    23 Eylül 2013 Pazartesi
  • Sual: Zilhicce hilâli, ilk gün başka ülkede görülüp de, kendi memleketimizde görülemezse, Zilhicce ayı bir gün sonra mı başlar?
    Cevab:

    Hesab da, rüyet de ayın başlaması için birer kriterdir. Kamerî aylar, ayın dünya etrafında bir defa dolaşıp yeniden doğuşu ile başlar. Oruç, kurban ve hac, kamerî ayın başlamasına göre ifa edilen ibadetlerdir. Kamerî ay doğar; ama o beldede görülmeyebilir. Bu sebeple dolunaydan itibaren 14 gece sayılıp 29. gece hilâl güneş batarken garb semasında gözetlenir. Görülürse, yeni ay başlar; herhangi bir sebeple görülmezse, içinde bulunulan ay 30 güne tamamlanır. Buna tekmil-i selâsin denir ve hadîs-i şerif ile emrolunmuştur. Yeni ay hesaba göre o gün doğsa bile, ay otuza tamamlanır ve ertesi gün yeni ayın 1’i olur. Bu sene olduğu gibi, bir ay hesaba göre başka, rü’yete göre başka gün başlayabilir. İbâdetlerde ise, esah kavle göre hesab değil, rü’yet esastır. Osmanlılar zamanında kamerî aylar hesab ile değil, rü’yet ile başladığından, çoğu zaman bu tekmil-i selâsin muamelesi yapılır ve bu, hükümet ve taşrada kadılar marifetiyle ilan edilirdi. Bu bakımdan Osmanlı vilâyetlerinin birinde Zilhicce ayı başlamışken, diğerinde daha 30 Zilka'de hüküm sürüyor olabilirdi. Hatta bu sebeple tarihî hâdiselerin çoğu milâdî güne çevrilirken bir gün kayma olabilmektedir. Zilka’de ayının 29.unu 30’a bağlayan gece Türkiye ve Hicaz’da Zilhicce hilâli görülemediği için, eğer Osmanlı Devleti zamanında olsaydı, bu sene (hicrî 1434) Zilka’de 30’a tamamlanıp, ertesi günü (yani 7 Ekim 2013 Pazartesi günü) Zilhicce’nin 1’i sayılıp, Kurban Bayramı da 16 Ekim Çarşamba günü başlayacaktı. Zilka’de 30 gün olsaydı; 29. gece hilâl görülemediği için, zaten 30’a tamamlanacak ve ertesi günü hilâl gözetlenmeyecekti. Zira kamerî aylar 31 gün olamaz.

    Ramazan hilâli, dünyanın her hangi bir yerinde şer’î esaslara muvafık bir şekilde görülürse, Hanefî mezhebine göre diğer beldelerde de Ramazan ayı başlamış olur. Şâfiî’de her belde kendi gördüğü ile amel eder. Osmanlılar zamanında Bursa veya Edirne’de hilâlin görüldüğü sonradan sâbit olur ve haber alınırsa, İstanbul’da da Ramazan ayı o gün başlamış sayılırdı. Zilhicce hilâli ise böyle değildir. Bunda her beldede ayrı ayrı şer’î esaslara göre görülmüş olması aranır. Bir beldede görülünce, esah kavle göre, başka beldede de Zilhicce ayının başlaması lâzım gelmez. Rü’yet yapılamadığı için kamerî ayın şer’î bir şekilde başlamadığı memleketlerde, kurbanların ihtiyaten ertesi günü kesilmesi, Ramazan’dan sonra da iki gün ihtiyaten oruç tutulması ile mesele hallolmaktadır.

    14 Ekim 2013 Pazartesi
  • Sual: Yavuz Sultan Selim bir sefer sırasında bir papaza “Babamın devri mi daha iyiydi, yoksa benim devrim mi? diye soruyor. Papazın “Sizin devriniz daha iyidir” cevabına istinaden, “Sen bu cevabınla, her yıl bir öncekinden kötü gelir mealindeki hadis-i şerifi inkâr ettin” diyerek papazı idam ettirmesi hâdisesi doğru mudur?
    Cevab: Menkıbenin aslı öyledir: Şark seferine giderken konuştuğu papaz, “Babanızın devri iyidir” diyor. Padişah da “Sizin devriniz iyidir, deseydin, kafanı keserdim” demiş. Yani, dalkavukluk ettiğini anlardım, halbuki yıl yıldan kötü gelir, demek istemiş. Hikayenin bir başka versiyonunda, Sultan Selim, kadı veya müftü tayin edilecek birine, yahut vazife vermek istediği birisine bu suali sormuş; o ise dalkavukluk olsun diye, sizin zamanınız iyidir deyince, hadis-i şerifden haberi yok diyerek bu kişiyi tayinden vazgeçmiştir. Menkıbedir, tarihî bir hâdise değildir.
    26 Ekim 2013 Cumartesi
  • Sual: Osmanlıca tıb kitaplarında ilaçların mikdarları bildirilirken kullanılan dirhemin, bugünkü karşılığı nedir?
    Cevab: Dirhem-i şer'i 70 arpa ağırlığı, yani 3,36 gramdır. Necasette ise dirhem-i örfi olan 4,8 grama itibar edilir.
    26 Ekim 2013 Cumartesi
  • Sual: Muaviye’yi sevmiyorum diyenin hükmü nedir?
    Cevab: İslâmiyet, eshab-ı kiramın hepsini, ayırmaksızın sevmeyi emretmektedir. Kur’an-ı kerimde meâlen, “Allah onlardan râzıdır; onlar da Allah’tan râzıdır” buyurularak buna işaret edilmektedir. Muaviye bin Ebi Süfyan, eshab-ı kiramın önde gelenlerindendir. Vahy kâtibidir ve Resulullah’ın kayınbiraderidir. İslâmiyete çok hizmeti olmuş büyük bir sahabidir. Zamanı, İslâm tarihinin altın çağlarındandır. Bunu sevmemek, kötü bilmek, günahtır. Fakat umumiyetle bu kişilerin bid’at sahibi olduğu görülmektedir. Muaviye bin Ebi Süfyan’ı iyi bilmek, bu zamanda Ehl-i sünnetin neredeyse alâmetlerinden olmuştur.
    26 Ekim 2013 Cumartesi
  • Sual: Osmanlılar umumiyetle Batıya sefer yapmıştır. Orta Asya'ya sefer yapıp, Türk boylarını bir araya toplayamaz mıydı?
    Cevab: Osmanlı Devleti, İslâmiyeti yaymak ve korumak için mücadele etmiştir, Turancılık için değil. Kaldı ki o zaman için Orta Asya’daki Türkleri birleştirmesi kolay bir iş değildi. Osmanlı misyonu için bir faydası da yoktu. Ama Asya’daki Müslümanlara ve Türk boylarına icabında yardım etmiştir.
    26 Ekim 2013 Cumartesi
  • Sual: Divan-ı mezâlimde tatbik edilen muhakeme ve tahkikat usulleri, niçin normal kadı mahkemelerinde câri değildi? Şeriat bu usullere izin veriyorsa, bunların kadı mahkemelerinde tatbik edilmemesi adaletin tecellisi bakımından bir kusur değil midir?
    Cevab: İki çeşit delil sistemi vardır. Bazı davalarda kanunî delil aranır. Bu deliller sâbit olmadıkça, o davaya bakılıp karar verilemez. Mesela zina suçunun sabit olması için ya dört defa ayrı ayrı suçun ikrarı veya dört hür, erkek, Müslüman ve âdil şahidin şahidliği lâzımdır. Bu, kanunî delildir. Burada hâkimin o hâdise hakkında bilgisi bile delil sayılmaz. Bir de vicdanî delil sistemi vardır. Burada hâkim mevcut her çeşit delil, karine ve emareyi takdir edip vicdanî bir karar verir. Kadı mahkemelerinde, ekseriya kanunî delil sistemi arayan davalara bakılır. Her dava kanunî delil istemez, vicdanî delil kâfidir. Divan-ı Mezâlimlerde bu vicdanî delil arayan davalara bakılır. Hazret-i Peygamber ve Sahâbe’nin tatbikatı böyle olmuştur. Bu bir kusur değil, üstünlük sayılabilir. Bu şekilde İslâm hukuku, zamanın ve zeminin değişikliğine kolayla adapte olabilmiştir. Osmanlılarda Tanzimat’tan sonra nizamiye mahkemeleri kurulurken, divan-ı mezâlimler örnek alınmış ve bu mahkemelerin bir nevi kurucusu sayılan Ahmed Cevdet paşa, Celâleddin Devânî’nin Divan-ı Def-i Mezâlim adlı risâlesini Farsça’dan Türkçe’ye tercüme edip, meşruluk temeli olarak takdim etmiştir.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Bir yandan Halife Harun Reşid’in Behlûl Dânâ hazretleriyle yakınlığından bahsediliyor; bir yandan da Musa Kâzım hazretleri gibi evliyanın en büyüklerinden olan bir zatı, Bağdâd’a getirtip hapsettiğinden bahsediliyor. Böyle bir şey nasıl oluyor?
    Cevab: Behlûl Dânâ, meczup bir veli; Musa Kâzım ise, tahta Ali soyunun geçmesini isteyenlerin bir nevi parti lideri gibi gördüğü çok mühim bir şahsiyet idi. Halife kendisinden çekindiği için göz altında tutardı. Halife Mensur da tahtını tehlikede gördüğü zaman, muhaliflerini ve tehlikeli gördüğü kimseleri hapsetmekten veya öldürmekten çekinmezdi.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Sultan II. Mahmud''un yaptığı kıyafet inkılâbında, ulemâ fese karşı çıkmış mıydı?
    Cevab: Ulema hep padişahın yanında olmuştur. Fes, İslâmiyete aykırı bir serpuş değildir.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: İslâmiyette câmi yıkmaya cevaz verilmiş midir?
    Cevab: Umumun menfaati için yıkılıp, parası ile yeni bir vakıf kurulur. Câmi harab olmuşsa veya cemaati kalmamışsa yahud buradan yol geçmesi gerekiyorsa, câmi yıkılabilir. Osmanlı tarihinde az da olsa misalleri vardır.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Rûhü’l-Me’ânî tefsiri muteber midir?
    Cevab: Âlûsî yazmıştır. Kendisi Ehl-i sünnet ise de, bazı fikirleri ulema tarafından aşırı bulunup tasvip edilmemiştir. Tefsiri de bu sebeple ilim çevrelerinde pek itibar görmemiş; ancak üslubu sebebiyle halk arasında popüler olmuştur.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Şeyhülislâm Ebussuud Efendi fetvalarında, “Bir Müslüman, başka birine hâşâ cima' lafzı ile dinine, imanına ve ağzına söğse, kâfirdir, katli helâldir” diyor. Günümüz âlimleri te’vil ediyor; ama bu büyük âlim neden te’vile gerek duymamıştır?
    Cevab: Bu sözünde, kasıt varsa, söyleyen kişi imandan çıkar, tevbe etmezse, mürted olduğu için katli gerekir. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi zamanında İslâm cemiyeti ve devleti vardı. Müslümanlar dinini biliyordu. Bu sebeple o zaman te’vile ihtiyaç yoktu. Şimdi te’vil edilir; kasdının dine, imana söğmek olmadığı, kişiye hakaret olduğuna yorulur. Ama söğen kişi, kasdın açıklarsa, o zaman başkadır.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Ebu Süfyan ve hanımı Hind iman ettiler mi?
    Cevab: Her ikisi de iman edip sahabîlik şerefine kavuştular. İslâmiyete çok faydaları oldu. Ebû Süfyan, Tâif’in fethinde bir gözünü; Yermük’te diğerini kaybetti. Hind ise Mekke fethinde müslüman oldu ve kadınlar adına Resûlullah ile sözleşme yaparak hayırlı duaya mazhar oldu. Yermük gazâsında, İslâm ordusunda bulunup, askeri harbe teşvik ederdi.
    8 Aralık 2013 Pazar
  • Sual: Harem hakkında hangi eserleri tavsiye edersiniz?
    Cevab: Harem hakkında çok kitap vardır. Bir kısmı ehil olmayan kimseler tarafından sansasyon maksadıyla yazılmış gayrı ciddi kitaplardır. İlmî olarak Leyla Saz’ın, Ayşe Osmanoğlu’nun, Safiye Ünüvar’ın, Ahmed Akgündüz’ün, Cengiz Göncü’nün kitapları ilk etapta aklıma gelen kıymetli eserlerdir.
    30 Aralık 2013 Pazartesi
  • Sual: Safiye Ünüvar Saray Hatıralarım kitabında Sultan Reşad ile alakalı şunu söylüyor: "Fukaraya dağıttığı paraları, kâğıt para olarak değil, gümüş para olarak verirdi." Bunun dinî bir sebebi var mıdır?
    Cevab: Din, para olarak, altın ve gümüşe itibar eder. Kâğıt ve metal para kullanmak, kolaylık için câizdir. ama ibadetler, altın ve gümüşe göre hesaplanır. Kâğıt paranın değeri muntazam değildir. Halk, kâğıt paraya itibar etmezdi. Bu sebeple bazı ulema, zekâtın kâğıt para olarak verilmesini câiz görmemiştir.
    30 Aralık 2013 Pazartesi
  • Sual: Nuri Demirağ hakkında malumat verir misiniz?
    Cevab: Nuri Demirağ işadamı idi. 1945'te Milli Kalkınma Partisi’ni kurdu. Böylece Çok Partili Devre şeklen de olsa geçildi. İstihbarat ile alakası olduğu, bu partiyi de danışıklı dövüş olarak İnönünün arzusu üzerine kurduğu söylenir. Milletvekilidir. Hakkında çok malumat bulunabilir.
    30 Aralık 2013 Pazartesi
  • Sual: Birgivî'nin Tarikatü’l-Muhamediyye isimli eseri elime geçti. Kendisinin aklî ilimlere karşı uzlaşmaz bir tavrı olduğunu; mantık hâricindeki aklî ilimlere bid'at dediğini gördüm. Kâtib Çelebi tarafından da bu nedenle tenkit edilmiş. Halbuki kendisi bir Hanefî âlimidir, müsbet ilimlere karşı daha toleranslı olması gerekmez miydi?
    Cevab: Ben öyle bir intibâ edinmedim. Birgivî, Tarika kitabında ilimleri, emrolunan, yasaklanan ve mendub ilimler olmak üzere üç kısma ayırır. İlm-i nücûm, ilm-i kelâm ve ilm-i hikmeti, yasaklanan ilimler kategorisinde ele alır ve der ki: “Zeki, dindar, çalışkan kimselerden bâtıl yollara kayma korkusu olmayanların, kelâm ilmini öğrenmesi ve öğretmesi münasiptir”. İlm-i nücûmdan yasak olan şeylerin, gök cisimlerinin hareketlerinden, geleceğe dair mana çıkarmak olduğunu söyler. Felsefecilerin, her sözünü değil; din hakkında söylediklerini reddeder. Hâdiseye İmam Gazâlî’de olduğu gibi avam-havas bilgisi açısından yaklaşıyor ve bu sözleri, muayyen kimseler için söylüyor olsa gerektir. Nitekim temel dinî ilimlerden mahrum sıradan bir kimse, müspet ilimlerle çok alâkadar olursa, imanı tehlikeye düşebilir. Din câhillerinin, müsbet ilim öğrenmesi, insanların umumuna zarar verecek bir husus olarak görülmüştür. Sadece Birgivî değil, çok İslâm âlimleri, ilmin ehline verilmesi gerektiği, ehli olmayan kimsenin elinde ilmin zararlı olduğunu söyler. Pozitif ilimlere menfi bakılmış olsa, asırlarca medreselerde okutulup, ortaya nice faydalı eserler konur muydu? Âlimler ilmi maksat değil, insanlara dünya ve âhirette fayda verecek bir vâsıta olarak görür.
    2 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Sultan II. Mahmud ile Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın karşı karşıya gelme sebebini merak ediyorum?
    Cevab: Kavalalı Mehmed Ali Paşa, liyakatli ve muhteris bir vâli idi. Sadrazam Hüsrev Paşa, kendisini aşağılayınca, Fransızların tahrikine kapılıp isyana kalkıştı.
    9 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Tarihte Köroğlu diye bir kahraman yaşamış mıdır?
    Cevab: Muhtemelen yaşamıştır. Mahallî idareciler tarafından zulme uğradığı; bu zâlim idareciyi bertaraf etmek üzere hükümet ile işbirliği yaptığı söylenir.
    9 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Hazret-i Fâtıma’nın hiç âdet görmediği doğru mudur?
    Cevab: Âdet görmeyen kadının çocuk doğurması mümkün değildir. Hazret-i Fâtıma’nın beş çocuğu dünyaya gelmiştir. Şiî rivayeti olsa gerektir.
    9 Mart 2014 Pazar
  • Sual: Taksim Heykeli’nde, Atatürk'ün yanındaki askerlerin, Rus askerleri olduğu doğru mudur?
    Cevab: 1928’de yaptırılan Taksim Heykeli’nin bir yüzünde, Mustafa Kemal, iki en yakını İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak ile tasvir edilir. Asker ve halkın da bulunduğu bu yüzde, Sovyet generalleri Frunze ile Voroşilov'un heykeli vardır. Bu da Ankara'ya yapılmış Sovyet yardımına duyulan minnettarlığı sembolize eder. Heykelin kuzey yüzünde ise Mustafa Kemal ile askerlerin, heykelin yan yüzlerinde de birer askerin tasviri bulunur.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: Tarihî şahsiyetler hakkında ileri geri konuşmak dinen câiz midir?
    Cevab: Gıybet ve iftiranın günah olması, ölmüş kimse için de bahis mevzuudur. “Ölülerinizi hayırla anınız!” mealinde hadis-i şerif vardır. Alenî yaptığı ve tevatürle bildirilen günahları zikretmek gıybete girmez. Bunun dışında, iyi bilinmeyen hususlarda şahsî değerlendirmeler yapmak tehlikelidir; zira ölü kendini müdafaa etme imkânı bulamaz ve helâlleşmek de mümkün olmaz.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: Sultan II. Mahmud’un portresini devlet dairelerine astırması hakikat midir? Öyle ise bunun şer’î izahı nedir?
    Cevab: Canlı resminin yapılıp hürmet makamına asılması şer’î prensiplere aykırıdır. Sultan II. Mahmud devri, siyasî bakımdan çok karışık bir devrin üzerine bina edilmiştir. Bir şeyin o zaman vâki olması, caiz olduğunu da göstermez. Şu kadar ki, canlı resminin asılması hususunda ihtilaf vardır. Ulemadan gölgesiz (minyatür) resme veya o hâliyle yaşamayacak portre resmine cevaz verenler vardır.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: Peygamber Efendimizin üvey çocukları hakkında malumat verebilir misiniz?
    Cevab: Hazret-i Hadice, daha evvel iki defa evlenmiş; iki kocası da vefat edince, çocuklarını büyütmek endişesiyle kendisine talib olanları reddetmişti. Atîk bin Hâlid el-Mahzûmî ile evliliğinden Hind adında bir kızı oldu. Sonra Ebû Hâle Zürâre bin Nebbâş et-Temîmî ile evlendi. Bundan da Hâle, Hind ve Tahir bin Ebî Hâle adında üç oğlu oldu. Bu evliliklerden birinin diğerinden önce olduğuna dair rivayetler de vardır. Bunları Hazret-i Peygamber büyüttü. Müslüman oldular. Hind bin Ebî Hâle, Mekke’nin fethinde Resulullah’ın devesinde yedekte idi. “Ben, hem baba, hem anne, hem de kardeş bakımından insanların en üstünüyüm. Babam Resulullah, annem Hadice, kardeşim Kâsım, Abdullah, Fâtıma vs dir” derdi. Cemel Vak’ası’nda veya Basra’da taundan vefat etti. Cenazesinde bütün şehir halkı hazır bulundu. Çok beliğ ve fasih konuşurdu. Resulullah’ı böyle medheden sözleri vardır. Hind’in yine aynı isimde bir oğlu oldu ve Carif vebâsında vefat etti. Tahir bin Ebî Hâle, Hazret-i Peygamber tarafından Yemen’deki Ak ve Eş’ar kabilelerine hâkim tayin edildi.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: İslâm hukukunda adam öldürme suçundan dolayı kısas değil de diyete mahkûm olana veya mağdurun vârisleri tarafından affedilen kimseye, ayrıca mahkemenin ceza vermesi meşru mudur?
    Cevab: Katl suçundan diyete mahkûm olan veya affedilen kimseye, mahkeme ta’zir cezası verebilir. Buna salahiyeti vardır. Osmanlılarda ta’zir cezaları öteden beri padişah kanunnameleri ile tanzim edilir. Hemen hepsinde de bu gibi kimselere ayrıca verilecek ta’zir cezalarından bahsolunur. Şu halde, Osmanlılarda kadılar, bu ta’zir cezasını vermeye mecburdur. Kanunnamede olmasaydı, kadı faile ta’zir cezası verip vermemekte muhayyerdir. Bu ceza kanunnamelerinden bilinen en eskisi Sultan Fatih’e aittir. Şu halde Osmanlılarda Fatih’den beri kadılar, diyet cezasına mahkûm olan veya affedilen faile ayrıca bir ta’zir cezası vermektedir. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar bu usul devam etmiş; yeni kurulan nizamiye mahkemeleri, adam öldürme gibi ceza davalarında şer’iyye mahkemelerinin hükmü verilene kadar beklemiştir.
    24 Nisan 2014 Perşembe
  • Sual: Rıza Nur, müslüman mıdır?
    Cevab: Kitaplarından anlaşıldığına göre, itikadı yoktur. Ancak oğulluğu Nihal Atsız, babasının son zamanlarında tövbekâr olup câmi câmi dolaştığını, namaz kıldığını söylerdi.
    28 Nisan 2014 Pazartesi
  • Sual: Taftazani ve Seyyid Şerif Cürcani itikadda hangi mezhebdendir?
    Cevab: Birincisi Eş’arî; ikincisi ise prensip itibariyle Mâtüridî mezhebine mensuptur.
    28 Nisan 2014 Pazartesi
  • Sual: Makbul İbrahim Paşa’nın bahçesine heykeller diktirdiği gerçek midir?
    Cevab: O heykeller ganimet olarak geldi; bir müddet saray bahçesinde hürmet mevkiinde olmayarak durdu; sonra kaldırıldı.
    28 Nisan 2014 Pazartesi
  • Sual: Said Havva’nın kitapları muteber midir?
    Cevab: Politik bir şahsiyettir. Modernist görüşleri vardır. Hepsini tetkik etmedim.
    3 Mayıs 2014 Cumartesi
  • Sual: Said Halim Paşa nasıl bir şahsiyettir? Bir yazar, “Kendisinin İttihatçılarla tek alakası, vatana hizmet içindir; fikirleri zerre uyuşmazdı” diyor.
    Cevab: Said Halim Paşa, İttihatçıdır ve Sultan Hamid düşmanıdır. Dindar bir müslümandır; fakat modernisttir. Fikirleri makbul değildir. Osmanlı Devleti’ne ve millete zarar vermiş bir şahsiyettir. Onun sadrazamlığı zamanında Cihan Harbi’ne girilmiş; hatta rivayete göre sadrazamın bundan haberi bile olmamıştır. Her iki halde de büyük kabahattir. İttihatçılığı vatana hizmet için değil; Mısır’a hidiv olmak içindi. Buhranlarımız gibi dinî mahiyette eserler yazmıştır. Buna rağmen tanıyanlar, gururlu, tutuk ve sıradan bir şahsiyet olduğunu; zengin bir Mısır prensi olmaktan başka meziyetinin bulunmadığını söylüyorlar. Sadece onu değil, Akif gibi diğer İttihatçıları da aklamak için bugün olmadık çarelere müracaat edenler vardır.
    3 Mayıs 2014 Cumartesi
  • Sual: Kur’an-ı kerim'de Davud aleyhisselâma gelen iki davacının hikâyesi anlatılıyor. Bunlardan 99 koyunu olan, ortağının 1 koyununu da almak istiyor. Bu hâdise üzerine Davud aleyhisselâmın tevbe etmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Buna dair anlatılan Urya hikâyesi uydurmadır. Davud aleyhisselâm, davanın iki tarafı arasında, delil sormadan, şahit aramadan, bir kişinin beyanına hemen inanıp hüküm verdiği için sonradan ikaz buyurulup pişman olmuştur. Bu hâdiseyle beraber, davacının, iddiasını delille ispatlama mecburiyeti getirilmiştir.
    3 Mayıs 2014 Cumartesi
  • Sual: Asr-ı saadette sabun var mıydı?
    Cevab: Serir adında sabun vazifesi gören bitki vardı.
    27 Mayıs 2014 Salı
  • Sual: Osmanlılarda gayrımüslimlerden alınan vergilerin nisbeti müslümanlardan fazla mıdır?
    Cevab: Şer'en gayrımüslimden alınan vergi, aynı sahada müslümandan alınan vergiden daha az olamaz; fazla olabilir. Bu fazlalık; zimmet anlaşması ile tayin edilir. Osmanlılarda aynı nisbettedir.
    27 Mayıs 2014 Salı
  • Sual: Timur’un Moğol olduğu, attan düşüp sakatlanması gibi hususların kaynağı nedir?
    Cevab: Bunlar herkese malum hakikatlerdir. Yezdî ve İbni Arabşah, birbirine zıt iki tarihçi olarak o devri anlatır. Justin Marozzi’nin Timurlenk kitabı da faydalıdır. Moğol olmak esef edilecek bir şey değildir. Timur, Moğoldur. Ama Moğollar müslüman olunca Türkleşmiştir. Timur, Moğolca bilmezdi.
    21 Haziran 2014 Cumartesi
  • Sual: Amerika’nın keşfi için Kristof Kolomb’un Kanuni’den gemi istemesine rağmen, hayır cevabı almasının ve Osmanlıların coğrafi keşiflere girişmemesinin sebebi nedir?
    Cevab: Kolomb, Sultan Kanuni’den çok önce Amerika’ya gitti. Sultan II. Bayezid'den yardım istediğine dair bir rivayet vardır. Avrupa hükümdararın bile o zaman ciddiye almadığı birine Osmanlılar ne diye yardım etsin? Bunun bir kabahat olup olmadığını bugünki bakış açısıyla söylemek kolay değildir. Bunun stratejik, ideolojik ve ekonomik derin sebepleri vardır. Coğrafi keşifler, Osmanlı korkusu dolayısıyla, Osmanlı ülkesi üzerinden geçen ticaret yollarını by-pass edebilmek için girişilmiş hareketlerdir. Osmanlıların buna niye girişmediğini sormaktan abes bir şey olamaz. Okyanusa açılabilmek ise buna mukavemetli gemilere ve en mühimi yakında ikmal üslerine sahip olmakla mümkündür. İspanyol ve Portekizlilerin sahip olduğu bu imkana, Osmanlılar sahip değildi.
    27 Temmuz 2014 Pazar
  • Sual: Şems-i Tebrizî’nin babası Mecûsî midir?
    Cevab: Babasının İsmâilî mezhebinde iken Sünnîliğe girdiği söylenirse de, doğru değildir. Sünnî bir Müslüman idi.
    20 Ağustos 2014 Çarşamba
  • Sual: Şevkânî’nin eserleri okunabilir mi?
    Cevab: Şevkânî, Şia’nın Zeydiyye koluna mensup ise de, Zeydiyye dışında modernistliğe yakın, hatta İbni Teymiyye’yi andıran görüşleri vardır. Bazı eserleri ilim ehline faydalı ise de, işin ehli olmayana okunması tavsiye edilmez.
    20 Ekim 2014 Pazartesi
  • Sual: Bir kitapta, Sultan Süleyman Kanunî, İstanbul’a su getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin kendisine, şeriata aykırı kanunları Avrupa’dan getirdiğin için, İstanbul’a öyle bir b... s... ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez dediğini okudum. Böyle bir hâdise vâki midir?
    Cevab: Bu sözde bir yanlışlık olsa gerektir. Kanuni Sultan Süleyman, her işinde fetva alırdı. Padişahların kanun yapması zaten meşrudur. Kanuni Sultan Süleyman, kendisinden önceki ve sonraki padişahlar gibi çok kanun yapmıştır. Bunlar, şeriatın boşluk bıraktığı yerlerdedir ve şeriata aykırı değildir. Zenbilli gibi ilmiye sınıfının en yüksek mertebesine ulaşmış bir âlimin böyle câhilce ve terbiyesizce konuşması düşünülemez. Aklı başında biri de bunu söylemez. Doğru olup olmaması bir yana rivayetin aslı şudur: Sultan Süleyman’ın yeniçerilere vermiş olduğu salahiyet hakkında reisülküttab Hayri Efendi’nin, sonradan kendisi de reisülküttab olan kardeşi Şeyda Efendi, bir mecliste Süleyman Han hazretlerinin hayratından bahsolunurken, cevaben, Sultan Süleyman’ın hayrı şerrine mukabil olamaz. Çünki icad etmiş olduğu yeniçeri kazuratını, getirmiş olduğu Kırkçeşme suları tathir edemez, demiştir. (Raif Yelkenci, Mevlânâ’ya Dair, Tarih Mecmuası, Kasım 1972, 78)
    20 Ekim 2014 Pazartesi
  • Sual: Muhyiddin Abdal adlı şahsın yazdığı bir şiir vardır. Bunu ilahi okumak caiz midir?
    Cevab: Yazan kim olursa olsun, dinî prensiplere aykırı olmayan faydalı şiir ve ilahînin okunmasında ve dinlenmesinde mahzur yoktur.
    20 Ekim 2014 Pazartesi
  • Sual: Muhammed İkbal ve görüşleri dinen makbul müdür?
    Cevab: Kitaplarında zikrettiği fıkhî bazı fikirlerinin makbul ve muteber olmadığını İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı kitabımda beyan ettim. Muhammed İkbal, Sünnî Hanefi mezhebinde bir aileye mensuptur. Büyük kardeşi Ata Muhammed, Gulam Ahmed’in takipçisi ve Kâdiyânî olmuştu. İkbal ise açıkça Kâdiyânîlerin kâfir olduklarını söylerdi. Sûfîlere olan inancını hayatı boyunca sürdürmüştür ve onları Urduca ve Farsça kaleme aldığı şiirlerinde ve Urduca ve İngilizce mektuplarında övmüştür. İkbal hakkında yazılan bazı ilmî eserlerde şöyle deniyor: İkbal'in düşünce yapısının inkişafını anlamak için hayatını 3 safhaya bölmek gerekir: 1-Bu devrede, vahdet-i vücudu müdafaa eder. Namaz, oruç gibi ibadetlere lâkayddır. Müzik dinlemek için kulüplere giderdi. Hindu-Müslüman birliğini müdafaa ederdi. 2-Bu safhada, liberal bir filozoftur. İslâm Hukuku'nda zamanın icaplarına göre ve maslahat icabı bazı değişiklerin yapılmasını istemektedir. Bu mevzu hakkında dersler vermiştir. Ehl-i Sünnet âlimleri ona çok şiddetli bir şekilde karşı çıkmışlardır. Hatta bazıları onun küfrüne fetvâ vermiştir. Bu devirde, Hindu ve İngilizlere muhaliftir. Hazret-i Müceddid'in görüşlerinden tesir görmüş ve bazı şiirlerinde onu övmüştür. Namaz, cuma ve oruç gibi ibadetleri ifa etmeye çalışırdı. 3-Bu son safha mühimdir. Gerçek bir müslüman ve sûfî mütefekkir ve şâirdir. Kendini cihad ve mücâdeleye adamıştır. Oğlu ile beraber Serhend'de İmam-ı Rabbânî hazretlerinin türbesini ziyaret etmiştir. Bu ziyaret, kendisine çok tesir etmiş, âdetâ dünyasını değiştirmiştir. İkbal ve oğlu Kâdirî tarikatına mensuptu. İkbal bundan defalarca bahsetmiştir. Çocukluğundan itibaren Kur’an-ı Kerimi okurdu. Hayatının ilk iki safhasında ve Avrupa'da iken bile bundan vazgeçmemiştir. Hazret-i Peygamber’in âşığı idi. Urduca ve Farsça şiirleri bu zaviyeden mühimdir. Oğlu Dr. Cavid İkbal, ictihada meyillidir. İkbal, bugün Pakistan’da Mevlânâ Celâleddin Rûmî gibi alâka ve hürmet gören bir şahsiyettir.
    23 Kasım 2014 Pazar
  • Sual: Zulmeden bir mü’mini veya kâfiri Yezid diyerek aşağılamak doğru mudur?
    Cevab:

    Ehl-i sünnet itikadı, kimseye lâneti caiz görmez. Halife Muaviye’nin oğlu Halife Yezîd hakkında söylenenlerin çoğu Şiî rivayetleridir ve mübalağalıdır. İnsaflı tarihçiler malum kabahatlerini sayarlar. Ama küfrüne hükmetmek câiz değildir. Büyük âlim el-Kadî Ebû Bekr İbnü’l-Arabî, el-Avâsım ve’l-Kavâsım kitabında bunu uzun anlatmaktadır. Burada ve Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya kitabında diyor ki: “Yezîd, İstanbul’u ilk kuşatan İslâm ordusunun kumandanı idi. Hazret-i Peygamber’in ‘Kostantiniyye'ye ilk defa sefer eden ordu mağfiret olunmuştur’ buyurarak övdüğü bu orduda, Eyüb Sultan, İbni Abbas, İbni Ömer, İbni Zübeyr, hatta bir rivayette Hüseyn bin Ali gibi onlarca sahâbî vardı. Birçok sahâbî, kendisini meşru halife saymış ve arkasında namaz kılmıştır. Günahkâr olması, bu gerçeği değiştirmez. Çünki sâlih veya fâcir her imamın ardında cihâda gitmek, Ehl-i sünnetin şiarıdır. Hazret-i Hüseyn’in ölüm emrini Yezîd vermedi. Yalnızca Kûfe’ye varmasına müsaade olunmayıp, Medine’ye geri döndürülmesini veya kendisine biat ettirilmesini yahud diri olarak Şam’a getirilmesini istemişti. Cinayeti Ubeydullah bin Ziyad işledi.”
    Şanlı şehid Hazret-i Hüseyn’in ailesi ve on yaşındaki oğlu İmam Zeynelâbidin hazretleri Şam’da hüsnü kabul gördü. Yezîd’in niyeti kötü olsaydı, Zeynelâbidin’i de öldürmemesi için bir sebep yoktu. Ama Ubeydullah bin Ziyad gibi uzlaşmasız birini Hazret-i Hüseyn üzerine göndermesi ve katillere korkusundan bir ceza vermemesi, kabahattir.
    Bed’ül-Emâlî şerhi Nuhbe’de der ki: “Yezîd’in Medine halkını incitmeye veya İmam Hüseyn’i öldürmeye emir verip vermediği ve buna râzı olup olmadığı kat’i olarak bilinmediği için susmak iyidir. Çünki kimseye lânet etmek emredilmedi. Hak edene lânet etmek ibâdet olmadığı gibi; lânet etmemek de günâh değildir.” İmam Ahmed bin Hanbel Kitâbü’z-Zühd’de, Yezîd’in hutbesinden iktibas yaparak, sözünü hüccet kabul etmiştir. Sülemî, Temhîd kitabında, “Fâsık da olsa bir mümine, hatta hayatta veya küfr üzere öldüğü âyet ve hadisle bildirilmemiş kâfire lânet etmek câiz değildir. Zira ölmeden tevbe edip imana gelmek ihtimali vardır. Ancak ismen zikretmeyerek kâfirlere veya âyet ve hadîsle yapanlara lânet bildirilen amelleri işleyenlere lânet câizdir” diyor.
    Sa’düddîn-i Teftâzânî’nin Yezîd’e lâneti câiz gördüğü bildiriliyor ise de, işin aslı böyle değildir. Zira bu âlim, Akâid-i Nesefiyye şerhinde diyor ki, “Yezîde lânet meselesinde, Ehl-i sünnet âlimleri ikiye ayrıldı. Hulâsa ve başka kitaplarda, ona ve Haccâc’a lânet câiz olmadığı bildirildi. Çünki Peygamberimiz aleyhisselâm Ehl-i Kıbleye lânet etmeyi yasakladı”.
    İmam Rabbânî hazretleri de Mektubat’ta Yezîd’e lâneti yasaklamakta ve şöyle demektedir: “Evet, nasipsiz Yezîd, Eshâb-ı kirâmdan değildi. Onun tâlihsizliğine karşı, kim ne diyebilir ki, hiçbir kâfirin yapmadığı işi, o bedbaht kimse yapmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerinden bazısının, ona lânete izin vermemesi, onun işini beğendikleri için değil, belki pişman olmuş, tevbe etmiştir dedikleri içindir.”
    İbdâ’ kitabı 403. sahifesinde diyor ki: “Lânet etmek ve millete, mezhebe söğmek çok çirkin, pek kötü bir bid’attir. Bu âdet, Yahudilerden Müslümanlara geçti. Tirmizî’deki hadîs-i şerîfte, ‘Mü’min lânet etmez’ buyuruldu. Yezîd’e, Hazret-i Hüseyni öldürmek için emretti sanarak, lânet etmek de doğru değildir”.
    İhyâ’da diyor ki: “Yezîd’in, Hazret-i Hüseyni öldürdüğü veya öldürmek için emir verdiği hiç belli değildir. Belli olmayan bir kötülüğü söylemek câiz değildir. Hele lânet etmek hiç doğru olamaz. Çünki bir müslümana, açıkça bilinmeyen bir günâhı yüklemek câiz değildir. Hazret-i Hüseyni öldürene lânet olsun da denilemez. Eğer tövbe etmedi ise lânet olsun, denilebilir. Çünki Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşî kâfir idi. Sonra iman ve tövbe etti. Buna lânet câiz olmadı.”
    Yezîd’e lânet câiz diyenler, Hârre Vak’ası’nda Medine halkını incittiği içindir demişlerdir. Zira hadîs-i şerif “Medine halkını incitene lânet olsun” buyuruyor. Bu bile, çoğu âlim tarafından lânete cevaz için delil alınmamıştır. Yezîd’e lânetin, Kerbelâ Fâciası ile de hiç alâkası yoktur. Hazret-i Peygamber, bir işin kötülüğünü göstermek için, şu işi yapana lânet olsun buyurmuştur. O işin, bu hâliyle Allah’ın rahmetinden uzak bir iş olduğunu ifade eder. Kâfir olduğunu veya bu işten dolayı aslâ affedilmeyeceğini göstermez. Yezîd isminin konmaması da, bir şey ifade etmez. Yezîd adında çok sayıda sahabî ve âlim vardır. Yezîd, Allah arttırsın manasına gelen bir dua kelimesidir.

    22 Aralık 2014 Pazartesi
  • Sual: Ani kalesini fetheden Sultan Alparslan’ın şehirde katliâm yaptığı doğru mudur?
    Cevab: Selçuknâme’de, Sultan'ın kaleye önce eman verdiği, fakat bundan istifade eden düşmanın, kaleyi tahkim edip, müslümanlara taarruz ettiği, bunun üzerine muharebe yapılıp sultanın bunları yendiği, düşmanın öldürüldüğü söyleniyor. düşmanı yenen ve düşman kalesini anveten (savaşla) fetheden İslâm kumandanı, muhariblerden esirleri dilerse öldürür, dilerse fidye karşılığı serbest bırakır. Fetih, sulh (barış) ile olmuşsa, barış anlaşmasının hükümlerine göre hareket edilir.
    28 Aralık 2014 Pazar
  • Sual: Türklerin bazı milletlerin müslümanlığına vesile olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar hangi halklardır?
    Cevab: Hind Müslümanları, Afganlar, Çinli Düngenler, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, Patriyot denilen Rum müslümanları, Torbeş denilen Makedon müslümanları, Çerkesler, Abazalar, Gürcüler, Lazlar, Hemşinli halkı ve (bazı) Kürtlerdir. Bunun dışındaki milletlerden müslüman olanlar, Türkler veya yakındaki müslüman topluluklar içinde erimiştir.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan Diriliş filminde, mütesettir bir kadın olmaması dikkatimizi çekti. Osmanlı öncesinde Türk cemiyetlerinde tesettür bu kadar yaygın değil miydi?
    Cevab: Filmlerde ve romanlarda anlatılan şeylerin gerçek olması gerekmez. Türkler, Müslüman olduktan sonra, bu yeni dini gönülden benimsemişler; eski örf ve âdetlerinden bu dine aykırı ne varsa terk etmişlerdir. Hiç bir Türk cemiyetinde Müslüman kadınlar dışarıda başı açık dolaşmamıştır. Hatta Türkler müslüman olmadan evvel bile, kadınların başlarının ihtişamlı başlıklarla örtülü olduğunu, eski hikâye, destan ve resimlerden anlaşılmaktadır. Göçebe topluluklarda dinî bilgi ve dindarlık zayıf olabilir. Bir de göçebelerde, yaşanan sıkı ve hareketli kır hayatı sebebiyle kaç-göç (tesettür değil) şehirdeki gibi sıkı olmayabilir.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Bir akademisyen, Abduh’un daha sonra Efgani ile yollarının ayrıldığını, Sultan Abdülhamid’e mektup yollayıp onunla yardımlaştığını söyledi. Şu halde Abduh’un modernist fikirleri değişmiş midir?
    Cevab: Mektup, Abduh’un, Sultan Hamid’e hulûs çakarak, Mısır’da bazı dinî reformlar yapmak için destek arama arayışında olduğunu gösteriyor. Efganî ile yollarının ayrıldığını göstermiyor. Abduh, ölene kadar üstadının yolundan ayrılmamış; İslâm dünyasında modernizmin üç rüknünden birini teşkil etmiştir. Önceleri Efganî’nin İslâm birliği idealinin! Osmanlılarla olabileceği fikrini, sonradan değiştirmiş; Arab asıllı bir lider arayışı içine girmiştir. Nitekim İngilizlerin yardımı ile, istediği reformlara muvaffak olabilmiş; kaç asırlık Ezher Üniversitesi’ni sıradan bir dinî mektep hüviyetine dönüştürmüştür. Efganî ile aralarını ayıran, ölüm olmuştur. Kaldı ki Efgani de önceleri Sultan Hamid’e yanaştı. Padişah kendisini teşhis ederek, göz hapsinde tuttu.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Wael Hallaq İslâm hukuku konusunda salahiyetli midir?
    Cevab: Hristiyan olmasına rağmen, İslâmiyeti ve İslâm hukukunu iyi biliyor. Objektif fikirlere sahiptir.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Seyyid Hüseyin Nasr’ın Ehl-i sünnet dışı görüşleri var mıdır?
    Cevab: Seyyid Hüseyn Nasr, mutedil bir Şiîdir. Modernistlere karşı tavrı, takdire şayandır.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Hadis-i şeriflerde, kıyâmete yakın Konstantiniye’yi alacağı bildirilen Beni Asfar kimdir?
    Cevab: Hadis-i şeriflerde geçen Beni Asfar (Sarıoğulları) tabirinin Rumlar, Bizanslılar, Avrupalılar olduğu çok zannedilmektedir. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle geçiyor: “Sizinle Beni Esfar arasında sulh olur; sonra onlar, ahdi bozarlar ve on iki bin kişilik, seksen fırkalık bir kuvvetle üzerinize yürürler” (Buharî, İbni Mâce)
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: İbni Kesir Ehl-i sünnet midir? Tefsiri muteber midir?
    Cevab: İbni Kesir, Şâfiî mezhebinde bir Ehl-i sünnet âlimidir. Ancak İbni Teymiyye’nin talebesi olduğu için, zaman zaman sözlerinde bunun tesirinde kalmıştır. Bu sebeple bir rivayet tefsiri olan tefsiri, ulema tarafından tutulmamış; ancak halk arasında popüler olmuştur. Abdülgani el-Meydanî, Fadlü’z-Zâkirîn isimli eserinde, “İbni Kesîr tefsirini okumamalıdır; içinde dalâlât-ı kesîre vardır” diyor.
    7 Şubat 2015 Cumartesi
  • Sual: Peygamber efendimizin hiçbir savaşta müşrik öldürmediği ve silah kullanmadığı doğru mudur?
    Cevab: Resulullah aleyhisselam, iştirak ettiği harblerle bizzat savaşmis; Uhud’da Ubeyy bin Halef’i harbe (kısa mızrak) ile öldürmüştür.
    12 Mart 2015 Perşembe
  • Sual: “Ama Hangi Osmanlı?” kitabınızda, "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar" atasözünü, "Doğru söyleyeni domuzlu köyden kovarlar" şeklinde vermişsiniz. Latife yaptığınızı sandım. Bu hususta malumat verebilir misiniz?
    Cevab: Doğrusu domuzludur. Hristiyan köyü kastedilir. Yani Hristiyanlar, İslâmiyete dair anlatılan bir şeyi elbette doğru kabul etmezler demek istiyor. Eski Türkçe’de domuz, sağır nun ile donguz şeklinde okunur. Denizli’nin de, domuzludan geldiği, Pendname’de yazar.
    12 Mart 2015 Perşembe
  • Sual: Selçuklu Sultanı Melikşah, Şiî miydi?
    Cevab: Bahsettiğiniz yer, ciddi bir kaynak değildir. Sultan Melikşah, Ehl-i sünnet itikadında, Şâfiî mezhebine mensup mübarek bir hükümdar idi.
    12 Mart 2015 Perşembe
  • Sual: Dolmabahçe Sarayı'nın ismi nereden gelmektedir?
    Cevab: Deniz doldurularak yapıldığı için bu ismi almıştır. Daha önce burada bir has bahçe var idi.
    27 Mart 2015 Cuma
  • Sual: Avrupa'nın aydınlanma devrinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yeri neydi? O devirlerde Avrupa’nın tavırları Osmanlı’ya nasıl tesir etti? Avrupa’nın Osmanlı merakı o devirlerde yerini aydınlanma düşüncesine mi bıraklıştı, yoksa halen benzemeye mi çalışıyorlardı? Doğu Avrupa (Rusya dahil) aydınlanmaya nasıl karşılık verdi?
    Cevab: Eğer bu sualde kullanılan kelimeler bilerek kullanıldı ise, cümleler şu şekilde okunabilir: Avrupa'daki “Age of Enlightenment”da, yani 1650-1780 arasındaki zamanda Osmanlılar ne yapıyordu? Normal bir hayat sürüyordu. Bu devirde Avrupa'da vuku bulan değişikliklerin Osmanlı’ya tesiri oldu mu? Elbette. Bu devirde Avrupa, hala Osmanlı'ya benzemeye mi çalışıyordu? Hayır. Hiç bir zaman böyle bir şeyden söz edilemez. Osmanlıların klasik devirdeki bazı üstünlükleri, Avrupalılar için model teşkil etmiş ve kısmen adapte etmeye çalışmışlardır. Osmanlı elçilerinin gelişiyle, Avrupa’da bazı modaların çıkması (kahve, türban, çubuk vs) ,başka bir mevzudur. Şark, egzotikliği ile her zaman Garb’a tesir etmiştir. Yoksa Aydınlanma düşüncesinin tesiriyle kendine baska idoller mi bulmuştu? Apayrı bir kültür ve dünya görüşü olup, umumi bir model olarak aldığı söylenemez. Lokal hususlarda olabilir. Zira Orta ve Yeniçağ Devletleri birbirine benzer. Bunlar etraflı okumaları gerektiren meselelerdir.
    29 Mayıs 2015 Cuma
  • Sual: Eshab-ı kiram insan değil midir? Şu halde yaptıkları hataları te’vil etmeye gerek var mıdır?
    Cevab: Eshab-ı kiramın hata olarak vasıflandırılan işleri, şer’î hukukun vaz edilmesi safahatında mühim bir rol oynamıştır. Bu işler olmuştur ki, din ve hukuk bunlara hüküm getirmiştir. Kur’an-ı kerim, Allah’ın sahabenin hepsinden razı olduğunu bildiriyor. Bu, günahları varsa da, affedileceğini göstermektedir. Hadis-i şerifler de bu istikamettedir. “Eshabım hakkında dilinizi tutun. Birisi Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımın verdiği bir avuç sadakaya erişemez. Allahü teala onları, benim sohbetim hürmetine affetmiştir” buyurmuştur. Sahabenin ihlâsı tam olduğu için, sevabları çok kıymetli, hataları da biiznillah afuvdür. Hepsini sevmek ve onlara karşı edebli olmak, Ehl-i Sünnetin şartı ve şiarıdır. "Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz" sözü de bunu göstermektedir. İslâm dininde peygamberlerden başka kimse masum değildir, yani günah işleyebilir. Eshab-ı kiram insandır, ama seçilmiş ve muhterem insanlardır. Eshab-ı kiramın, kendileri gibi olmayanlardan farkı, en azından aslan ile kedi arasındaki fark gidir. İkisi de aynı familyadandar ama biri nere, öteki nere?
    29 Mayıs 2015 Cuma
  • Sual: Bazı Osmanlı tarihçileri ve ilahiyatçılar, Osmanlıların Matüridiliğinin kâğıt üzerinde olduğunu, aslında koyu bir Eş’arî tatbikatının bulunduğunu; bilhassa Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Eş’arî Arap ulemasının nüfuzunun arttığını; bu sebeple de pozitif bilimlerin gelişmediğini söylüyorlar. Ne dersiniz?
    Cevab: Osmanlı Devleti’nde, Arap memleketlerinin fethinden önce de yetişen âlimlerin çoğunun ilim silsilesi Eşarî âlimlerine uzanır. Arap beldelerinin fethinden sonra Eş’arî mezhebinden âlimler yetişmiştir. Ama Hanefîler, ezcümle Osmanlılar Mâtürîdîdir. İlk mektepte ‘Rabbin kim, dinin ne..’ diye sorulduğu zaman her çocuk ‘itikatta mezhebim Ebu Mansur Mâturidîdir’ der. Eş’arîlik, Ehl-i sünnetin hak bir mezhebidir. İslâm imparatorluğunun yayıldığı ve İslâm medeniyetinin dünyayı aydınlattığı zamanlarda, Eş’ariyye mezhebi hâkimdi. Eş’arîliğin kader inancının, Cebiyye’ye biraz akın olması sebebiyle bu iddialar ortaya atılıyor ise de, asılsız ve mantıksızdır. Eş’arîliğin kabul edilip edilmediğinden evvel, Eş’arîliğin pozitif bilimlere mâni olduğu ön kabulünü münakaşa etmek gerekir. Bu, ilk müsteşriklerin ortaya attığı ve artık arkasında bunların yerli temsilcilerinden başkasının durmadığı bir iddiadir. Mesele, Eş’arî mezhebine mensub olan İmam Gazâlî'nin eserlerinin ilk müsteşrikler tarafından hatalı değerlendirilmesine dayanmaktadır. Ulema, başından beri ilimleri bir tasnife tâbi tutmuş; bazı ilimlerin, altyapısı bulunmayan sıradan kişilere zararlı olabileceğine dair ikazlarda bulunmuştur. Yoksa bu ilimlerin reddi kastedilmemiştir. Meselâ İmam Gazali, Tehâfütü’l-Felâsife eserinde şunları yazmaktadır: ‘Biz bu tür bilgilerin [pozitif ilimler] iptali üzerinde tafsilatlı olarak durmayacağız; çünkü bu hiçbir fayda temin etmez. Kim ki bunu iptal etmek için münazaraya girişmenin dinin gereği olduğunu düşünürse, dine karşı suç işlemiş ve onu zaafa uğratmış olur. Zira [astronomiye dair] bu meseleler, hiçbir şüpheye yer bırakmayan geometri ve matematik ispatlara dayanmaktadır’. Bunlar, yabancı eserlerde de artık açıkça ifade edilmektedir (George Saliba, Islamic Science and the Making of the European Renaissance, MIT Press, 2007). Ayrıca bilim tarihi üzerindeki son çalışmalardan, Eş’arî mezhebinin pozitif bilimlerin gerilemesinden ziyade ilerlemesine yardımcı olduğu anlaşılmaktadır. Mesela Eş’arî kelâmcısı Bakıllânî'nin kelâma dair kitabı uzerinde yapılan bir çalışmada (George Saliba, “The Ash'arites and the science of the stars”, Editör Richard G. Hovannisian, Georges Sabagh, Religion and culture in medieval Islam, Cambridge, 1999, s. 79-92.), astrolojinin bir bilim olmadığı, astronomiden ayrılması gerektiği ifade edilmektedir. Bu, astronominin pozitif bir bilim olması yolunda mühim bir adımdır. Ayrıca Osmanlı Devleti’ndeki âlimlerin kaleme aldıkları kitapları kısaca takdim eden literatür eserleri (IRCICA Osmanlı Matematik Literatürü Tarihi, 2 cild; Osmanlı Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü Tarihi, 2 cild ve Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, 2 cild) dikkate alındığında, bütün ilimlere dair yazılan binlerce eserin neden kaleme alındığı nasıl izah edilebilir? Bu eserlerin çoğu yazma hâlinde kütüphanelerin tozlu raflarında beklemektedir. Medreselerin müfredatları da tedkik edildiğinde, kapatılana kadar pozitif bilimlerin müfredatta olduğu rahatlıkla müşahede edilebilir.
    16 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: ‘Allah kâinatı altı günde yarattı, sonra arşa yayıldı’ meâlindeki müteşâbih âyetlere İmam Ebu Hanife mana vermemiş iken, sonraki Hanefî âlimlerinin bunları te’vil etmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Kur’an-ı kerimde bazı müteşâbih âyetler vardır. Bunların mânâsını ancak Allah bilir ve râsih ilimli âlimler anlar. Bu gibi müteşâbih âyetlere, selef ulemâsı, ezcümle İmam Ebu Hanife hazretleri mânâ vermemiş; Allah'ın eli, yüzü, istivâsı mealindeki âyetleri okur ve inanırız; fakat bunların manasını bilmeyiz, mânâ vermeyip geçeriz, demiştir. Hatta İmam Gazali Allah'ın eli vardır yüzü vardır istifa eder bile demeyi uygun görmemiştir. Çünkü insanların eli, yüzü gibi el anlaşılma ihtimali vardır. El, yüz gibi ifadeler bir uzuv gibi değil; Allahu tealanın sıfatı olarak anlaşılmalıdır. Bunu bir uzuv gibi anlamak  Müşebbihe'ye girer ki bid'attir. İnsan eli gibi inanmak ise küfrdür. İlk zaman bunları izaha ihtiyaç yoktu. İnsanların imanı saf idi. Sonra gelenlerden bozuk itikatlı olanlar, bunlara yanlış mânâ verdiği için, Ehl-i sünnet âlimleri insanların imanını korumak için bu âyetleri te’vil etmişler, dine uygun mânâ vermişlerdir. İstivâyı, hâkimiyet; eli, kudret; yüzü, rıza olarak te’vil etmişlerdir. İmam Gazâlî’nin el-İlcâm kitabı bu mevzuya dairdir. Kendilerine Selefî diyen Vehhabî mezhebinin sâlikleri, bu te’villeri kabul etmezler. Ancak kendileri bu sefer beşerî te’villere düşmekten de kurtulamazlar. Bu sebeple selefin yolundan ayrılırlar.
    16 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: İktisat fakültesinde doktora yapıyorum. "Müslümanların İlimde Geri Kalması ve Medreselerin Süreçteki Rolü" başlıklı bir bitirme projesi aldım. Bu mevzudaki makaleniz çok yol gösterici oldu. Ayrıca tavsiye edeceğiniz referanslarr var mıdır?
    Cevab:

    Aşağıdaki kitaplara müracaat edilebilir:

    * George Saliba, Islamic Science and the Making of the European Renaissance, Cambridge, 2007. (Türkçe tercümesi mevcut).

    * George Saliba, Rethinking the Roots of Modern Science: Arabic Scientific Manuscripts in European Libraries, Occasional Paper, Center for Contemporary Arabic Studies, Georgetown University, 1999. (Türkçe tercümesi mevcut: maverd.blogspot.com).

    * Mohamad Abdalla, Islamic Science: The Myth of the Decline Theory, 2008 (Tezin pdf haline buradan erişilebilir: http://www98.griffith.edu.au/dspace/handle/10072/22965).

    * Khaled El-Rouayheb, Rational Syllogisms and the History of Arabic Logic, 900-1900, Boston, MA, USA: Brill Academic Publishers, 2010.(Son kısmı Osmanlılardaki mantık çalışmalarına dairdir).

    *John M. Hobson, The Eastern Origins of Western Civilisation (Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri), Trc. Esra Ermert, İstanbul, 2007.

    * Fuat Sezgin, İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri, Ankara, 2004.

    * Rüştü Raşid, Klasik Avrupalı Modernitenin İcadı ve İslam'da Bilim, Ed. Bekir S. Gür, Ankara, 2005.

    * George Makdisi, The Rise of Humanism in Classical Islam and the Christian West (İslâm'ın Klasik Çağında ve Hıristiyan Batı'da Beşerî Bilimler), Trc. H. Tuncay Başoğlu, İstanbul, 2009.

    *Hastings Rashdall, The Universities of Europe in the Middle Ages.

    *Ahmed Çelebi, İslamda Eğitim Öğretim Tarihi, Trc. Ali Yardım.

    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Turan ideali, milliyetçi cereyanlar neticesinde mi çıkmıştır; yoksa çok daha öncesinde var mıydı?
    Cevab: Osmanlılar, her zaman Türkistan ve Türklük meseleleriyle gerçekçi bir şekilde alâkadar olmuşlardır. Sultan II. Selim ve Sokullu Mehmet Paşa zamanında Don-Volga kanalı açılmaya teşebbüs edildi. Açılsaydı, Kafkasya ve Türkistan'la bir temas kurulabilirdi. Bunun dışında bugünkü mânâda Turancılık ideali, 20. asrın başında ortaya çıkmıştır. Büyük ölçüde İttihat ve Terakki mensuplarının meydana getirdiği ütopik bir ideolojidir. Türk milliyetçiliği, daha ayağa yere basan, gerçekçi ve Müslüman Türk mirasını ön planda tutan bir idealdir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in üstün olduklarını söylediği, fazileti belli olan bazı sahabenin diğer sahabeden üstünlüğü var. Vahşi’nin faziletçe en düşük seviyede olduğuna dair cemiyetteki söz nereye dayanmaktadır?
    Cevab: Sahabenin üst derecelendirmesi vardır; ama alt derecelendirmesi yoktur. İmam Rabbanî, sahabînin, sahabi olmayan faziletli bir kimseye üstünlüğünü anlatırken, Vahşi’nin derecesi, Veysel karenî veya Ömer Mervânî’den yukarıdır buyuruyor. Nitekim 58.mektubunda diyor ki: “Bu büyüklerin yolu Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân yoludur. Hayrü’l-beşer aleyhisselâmın sohbetinde bir kere bulunmakla, Eshâb-ı kirâmdan her biri öyle bir dereceye yükselirdi ki, onlardan sonra gelen evliyânın en büyüklerinden pek azı, en son olarak, bu dereceye yükselebilmişlerdir. Bundan dolayı, Uhud gazvesinde Hazret-i Hamza’nın şehîd olmasına sebep olan Vahşî, iman edip, bir kere Peygamber aleyhisselâmın huzurunda bulunduğu için, tâbiînin en üstünü olan Veysel Karanî’den efdal olmuşdur. Abdullah bin Mübârek’e, “Muâviye ile Ömer bin Abdül’azîzden hangisi efdaldir?” diye sorulduğunda, “Resûlullah aleyhisselâmın yanında giderken Muâviye radıyallahü anhün bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîz’den yüzlerce daha kıymetlidir” buyurdu.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Sultan Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü doğru mudur? Buna dair yabancı kaynaklarda ne yazıyor?
    Cevab: Dukas, Babinger, Barbaro böyle söylüyor.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Hazret-i Ali’nin hutbede cemaate hitaben mahdumu Hazret-i Hasen’e kızlarını vermemelerini söylemesinin sebebi nedir?
    Cevab: Hazret-i Hasen çok güzeldi. Herkes kızını ona vermek için yarışırdı. O da kendisine uzanan eli geri çevirmez, evlenip, yenileriyle evlenebilmek için öncekileri boşardı. Bir kızı alıp sebepsiz boşamak câiz ise de, hoş birşey olmadığı için Hazret-i Ali onları ikaz ediyor. Onlar da o öyle yüksek bir zâttır ki, bizim kızımızı alsın da, isterse boşasın dediler ve evlendirmeye devam ettiler. Zira Hazret-i Peygamber ile akraba olmak büyük bir şereftir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Tarih ilminde hangi sahada çalışmak daha faidelidir?
    Cevab: Tarihin her sahası buna müsaittir. Yakın tarih daha müsaittir. Zira daha nâfizdir; ama sisli kısmı fazladır.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Kafes sistemi, son padişaha kadar devam etti mi?
    Cevab: Veliahdın, sarayda yaşadığı ve bazılarının “kafes sistemi” dediği usul, devletin sonuna kadar devam etti. Ancak veliahdın halka karışması ve fazla ortada gözükmesi pek tasvip edilmezdi. Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında, veliahd nisbî bir serbestlik içinde yaşadılar. Meşrutiyet'ten itibaren veliahd, halka karışabilmekle beraber, Dolmabahçe Sarayı’nın veliahd dairesinde ve kendi sayfiyesinde oturdu.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Sultan Abdülmecid müsrif bir padişah mıdır?
    Cevab: Hayır; ancak cömert idi.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: İstanbul'un fethi ile alâkalı bir hadis var mıdır?
    Cevab: “Kostantiniyye elbette bir gün fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandan ve onun askeri de ne iyi askerdir” meâlindeki hadis-i şerif Ahmed bin Hanbel’in Müsned kitabında ve Hâkim'in Müstedrek'inde mevcuttur.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: İstanbul’un fethinden sonra, 3 gün yağmanın serbest bırakıldıığı doğru mudur?
    Cevab: Savaş ile fethedilen şehirlerdeki bütün mal ve esirler ganimettir. Yani beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra, savaşa bilfiil katılanlara taksim edilir. Savaş kızıştığı zaman, kumandan, askere yağma va’dedebilir. Bu takdirde askerin yağma ettiği, ganimet sayılmaz, mülkü olur. İstanbul’un fethi sırasında muharebeler kızışınca, Sultan Fatih’in böyle bir tamimde bulunduğuna dair rivayet mevcuttur. Savaş hukukuna aykırı bir muamele değildir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Bazı modern yazarlar Kayı boyunun ve ilk Osmanlıların Şiî olduğunu söylüyor. Doğru mudur?
    Cevab: Kayı boyu ve ezcümle Osmanlı hânedanı Sünnî-Hanefî’dir. Mensupları arasında üç tane Osman ve iki tane Bayezid bulunan bir aile Şiî olur mu?
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Peygamber Efendimizin amcası hakkında nasıl bir zan içinde olmalıyız?
    Cevab: Ebu Leheb’in küfr üzre öldüğü sâbittir. Ebu Tâlib için de böyle ise de, İbni Hacer diriltilip iman ettiğine dair zayıf bir rivayeti bildiriyor. Bu hususta susmalı, Resulullah’ı üzecek şey konuşmamalıdır. Bilinmesi lâzım gelen hususlardan değildir.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Hırka-i şerif neden çok büyüktür?
    Cevab: Dış giysisi olduğu için. Zira bugünki palto ve pardesülerin muadilidir. Hırka denince, bugün giyilen yün kollu ve önü açık giysi anlaşılmamalıdır.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Seyyid Kutup hakkında ne söylersiniz?
    Cevab: Merhum Ahmed Davutoğlu'nun Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri ve Hakikat Kitabevi'nin Fâideli Bilgiler kitabında ve benim İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı kitabımda tafsilat vardır.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Osmanlı cemiyetinde homoseksüel münasebetlerin hoş karşılandığına dair bazı yazılar ve televizyon programlarına rastlıyoruz. Bu mevzuda ne dersiniz?
    Cevab: Anlatılanların hepsi mübalağadır. İslam devleti, insanların hususi hayatına karışmaz. Aleniyete dökülürse takip eder ve gerekirse cezalandırır. Hazret-i Peygamber zamanında bile zina ve livata vardır. Osmanlı cemiyetinde bu gibi vak’aların varlığından bugün bahsedilmesi, yaygın değil, nâdir olduğundandır.
    30 Ağustos 2015 Pazar
  • Sual: Ümmetçilik yahut İttihad-ı İslâm faideli bir ideoloji miydi?
    Cevab: İttihad-ı İslâm faydalı, fakat geçmişte ve bugün bunu müdafaa edenlerin ekserisi nâkıs, zararlı veya art niyetli kimselerdi.
    1 Eylül 2015 Salı
  • Sual: Bir gazete yazarı "Para Vakıfları" ile alakalı yazısında Ebussuud Efendi’nin fâize cevaz verdiğini söyledi. Aslı var mıdır?
    Cevab: Osmanlı Hukuku kitabımda, bunun Kur'an-ı kerimde men edilen ribâ olmadığını, muamele satışı semeni olduğunu beyan ettim. Fâiz, Osmanlılar zamanında hem şirket kâr payı, hem muamele satışı semeni, hem de haram olan ribâ için kullanılmaktadır. Fıkıh malumatı bilmeden Osmanlı tarihini anlamak mümkün olmuyor.
    1 Eylül 2015 Salı
  • Sual: Sahabe-i kiram arasında muhannesler varmış. Sayısı 6 kadarmış. Bazı kimseler bunları homoseksüel olarak vasıflandırıyor. Doğru mudur?
    Cevab: İkisi aynı şey değildir. Muhannes, kadınsı hareketler yapan efemine kimse demektir. Bu kişiler, doğuştan hormonal bozukluğu bulunan kimseler olabilir veya başka maksatlarla böyle davranıyor olabilirler. Sahabe devrindeki muhanneslerin böyle olduğu malum değildir.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Kimi tarih kitaplarında nakledilen ''Garanik Hadisesi'' uydurma mıdır?
    Cevab: Uydurma olduğunu söyleyenler vardır. Doğru bile olsa tefsiri farklıdır. Şeytan bu şekilde fısıldadı. Yani bu sözü Hazret-i Peygamber değil, şeytan tekrar etti. Cebrâil aleyhisselâm hemen bunu bildirdi. Hazret-i Peygamber de vaziyeti anlayınca men etti.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: 1923’te Mustafa Kemal’in Balıkesir Zağnos Paşa Câmii'nde hutbe verdiği doğru mudur? Doğruysa izahı nedir?
    Cevab: Doğrudur. Zamanın icap ve şartlarına göre hareket etmiştir.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Hazret-i Ömer ve Amr ibnü’l-Âs hazretlerinin İran şahı Nuşirevan ile alâkalı menkıbesi doğru mudur?
    Cevab: Menkıbedir. Her ikisi Nûşirevan’ın vefat ettiği 579’dan sonra dünyaya gelmiştir.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Sultan Baybars'ın din ve dünya işlerindeki müspet cihetiyle beraber, bazan sert ve acımasız hareket ettiği; İslâmiyete olan derin bağlılığına rağmen kımız içtiği söyleniyor. Buna ne denir? 
    Cevab: Buhranlı zamanlar sertlik gerektirir. Kımız ise her ne kadar fetvâ böyle değil ise de bazı ulemaya göre sıhhat için ve sarhoş etmeyecek kadar caizdir. Hükümdarlar hakkında söylenen menfi şeyler her zaman mübalağalıdır. Kayd-ı ihtiyat ile dinlemelidir.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Kelb köpek demek olduğuna göre, eshab-ı kiramdan güzelliği ile meşhur Dıhye’ye niçin Kelbî deniyor?
    Cevab: Arabların meşhur Ben-i Kelb kabilesinden olduğu için bu lakapla anılmaktadır. Kureyş de köpekbalığı demektir.  Eski cemiyetlerde, kabilelerin vahşi hayvan adı almaları adetti.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta muhalif milislerin arasında savaşırken ölen şehid midir?
    Cevab: Fıkıh kitapları, şehidlik için bazı şartlar aramakta ve tasnifler yapmaktadır. Meşru bir cihad esnasında cephede hemen ölen ile zâlim tarafından öldürülen mümin şehiddir. Bir de veba, zelzele, yangın, devasız dert gibi çeşitli sebeplerle veya canını, ırzını, malını korurken ölenler hükmen şehid sayılır. Bahsettiğiniz kimseler, her ne kadar meşru cihad değil ise de, zorla götürüldükleri için mazurdur ve imanı varsa şehid sayılır. İç harb gibi felâketli zamanlarda fitneye karışmadığı halde, haksız yere öldürülen mümin hakiki şehiddir.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Çeşitli açılardan bakıldığında Ömer Seyfeddin nasıl bir insandır?
    Cevab: İttihatçılarda İslâmcı, Osmanlıcı, Batıcı ve Türkçü ideolojilerin sentezi vardır. Ömer Seyfeddin de öyledir. Çoğu İttihatçı gibi, gelgitleri olan bir müelliftir. Ruhi problemleri de vardır. Pek müslümana yakışmayan bir hayat yaşamış olmakla beraber, samimi dindar veya milliyetçi tema taşıyan hikâyeleri de yok değildir.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Enver Paşa İslâmcı mıydı?
    Cevab: Samimi inancı bakımından diğer İttihatçıların çoğundan ayrılsa bile hayır. İttihatçılar, politika icabı bütün ideolojileri kullanmışlardır.
    5 Eylül 2015 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde, bilhassa 16. asır ve sonrasında müderris alımlarında adam kayırmacılık yaşanmış mıdır? 
    Cevab: Her zaman her yerde bu mümkündür. Ama müderrislik için belli vasıflar aranır. Bu vasıflara sahip bulunmayan kimsenin fiilen müderrisliğe tayini ve bu vazifeyi yapması padişahın oğlu bile olsa mümkün değildir. Beşik ulemalığı adıyla, talebeye burs ve pâyesiz tayin adıyla fahri profesörlük gibi vasıflandırılabilecek tatbikat vardır. Ama bunlar kaideyi bozmaz. İlmiye sınıfı Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar meslek haysiyetini ve kalitesini iyi-kötü muhafaza etmeye çalışmıştır. Bu bahis fıkıh kitaplarında da ele alınmıştır. Meselâ İbn Abidin'de müderrisliğe dair şunlar yazılmaktadır: "Devlet reisinin nâehil birini müderris tayin etmesi sahih değildir. Çünki devlet reisinin işleri amme menfaati ile kayıtlıdır." ve "Müderris olan kişi, tedrise ehil değilse, müderrisler için tahsis edilen maaştan birşey alması ve yemesi caiz olmaz."
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Seyyâh Şeref el-Zamân el-Mervezî'nin Sultan Sencer devrinde yazdığı Tabâi' el-Hayavân isimli seyahatnamesinde, Rusların müslüman olmak için Harezm hükümdarına sefirler gönderip, müslüman olduklarını yazmış. Lâkin Rus olduklarını söylediği bu insanların dört tarafı denizlerle çevrili bir adada yaşadıklarını yazmış. Daha da garibi mütercim dipnotta, buna istinaden bu kavmin Ruslar değil de Vikingler olma ihtimalinin kuvvetinden bahsediyor. Türklerden olduğu gibi, Ruslardan da bir kısım insanların topluca müslüman olduklarına dair bir şey okumuş muydunuz? 
    Cevab: Böyle bir şey işitmedim. Eski tarihlerde geçen mekân ve topluluk isimlerini çok ciddi tahkik etmek gerekir. Zira yanıltıcı olabilir. Bu isimler bahsedilen kavimlerden münferit bir grup olabilir.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Bir televizyon programında Mevlânâ’nın Moğol ajanı olabileceğine dair bir söz söylendi. Doğru mudur?
    Cevab: Mevlânâ gibi bir zât için ajan tabirini kullanmak, söyleyenin çok sathi olduğunu gösterir. Elbette memleketin yeni efendileri ile işbirliği yaparak Müslümanları korumuş olabilir. Bunda akla ve dine aykırı bir husus yoktur.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: İstanbul patrikliğinin orta çağda bağlı olduğu Heraklia (Ereğli), Karadeniz mi, Marmara’da mıdır?
    Cevab: Patrikhane ile alakalı bütün kaynaklarda geçen meşhur ve muteber bilgi, Marmara Ereğlisi şeklindedir.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Hazret-i Peygamber Cennet'te evlenecek midir? 
    Cevab: Zevcelerinin yanında olacağı; ayrıca Hazret-i Meryem ile Asiye’nin Cennet’te Hazret-i Peygamber ile evlendirilerek mükâfatlandırılacağı hadis kaynaklarında geçer. (İbni Asâkir)  
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Bir tarihçi, Fatih devrinin hiç bir kaynağında Peygamber Efendimizin İstanbul'un fethiyle alâkalı meşhur hadîsinin geçmediğini; hatta yabancı memleketlere gönderilen fetihnâmelerde de bu hadîse atıf yapılmadığını; bu hadîsin Fâtih ile alâkalandırılmasının çok sonraları olduğunu söylüyor. Ne dersiniz?
    Cevab: Müsnedü Ahmed bin Hanbel’de ve Hâkim’in Müstedrek’inde geçen bir hadîs-i şeriften haberdar olmamaları mümkün değildir. Tevâzuları sebebiyle anmamış olabilirler. Tarihçiler, beş asır öncesine ait bir meselede her vesikayı görmüş olamaz.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Osmanlı ordusundaki dinî tatbikat ile alâkalı kaynak sıkıntısı çekiyorum. Yardımcı olabilir misiniz?
    Cevab: Benim alay müftüleri ve tabur imamları ile alâkalı yazıma bakabilirsiniz. Ayrıca zamanımızda sayıları gittikçe artan matbu asker günlükleri ve hatıratlara bakabilirsiniz.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: İmam Rabbanî hazretleri bir mektubunda cüllab içince halsiz düştüğünü söylüyor. Bunun sebebi nedir?
    Cevab: İmam Rabbânî hazretleri inkıbaz rahatsızlığı için ilaç olarak cüllâb (gülsuyu) içiyor. Bu da ishal yapıyor. Bundan dolayı halsiz düşüyordu.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in cenazesine kaç kişi katılmıştır?
    Cevab: Pazartesi vefat etmiş. Çarşamba günü defnedilmiştir. Cenaze namazını üç gün boyunca yüzlerce kişi münferiden kılmıştır. Defninde kaç kişinin bulunduğu malum değildir. Gaslinde 8-10 kişi bulunmuştur.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Fıkıh kitaplarında, "Müslümanların mahallesinde ev satın alan zimmînin, bu evi bir müslümana satması emrolunur. Câmi civarındaki evlerini zimmîlere kiraya veren müslümana, bunlardan alıp, namaz kılanlara vermesi emrolunur" diye yazıyor. Bu hükümler Osmanlı'da, hele İstanbul gibi birkaç yüzbin nüfuslu büyük şehirlerde tatbik edilebilmiş midir?
    Cevab: Tamamı müslümanlarla meskûn ve müslümanlar tarafından kurulmuş Eyüp gibi mahallelerde, gayrımüslimin ev almasına müsaade edilmez. Taraf-ı sultanîden izin verilmiş ise, kimse itiraz edemez. Fıkıh kitaplarındaki ifade, prensibe işaret ediyor. Osmanlılarda sadece Eyüp Sultan'da ve Mekke ile Medine'de bu hüküm tatbik edilmiştir.
    6 Eylül 2015 Pazar
  • Sual: Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya değil, o zamanki İttihatçılara karşı ayaklandığını söylemiştiniz. Buna rağmen Şerif, niye İngilizlerle birlik olup Fahreddin Paşa’ya saldırdı?
    Cevab: Savaş böyle bir şeydir. Şerif Hüseyn Paşa, emellerine kavuşmak için İngiltere ile müttefik idi. Ancak neticede İngiltere kendisine oyun oynadı. Fahri Paşa, İttihatçılardan aldığı emirleri sürdürmekte inad edip, hükümetin teslim ol emrini dinlemeyerek Medine'yi Şerif’e teslim etmedi. Bu sebeple İbnüssuud’un ve İngilizlerin elini güçlendirmiş oldu.
    17 Eylül 2015 Perşembe
  • Sual: Garanik hâdisesinin mahiyeti ve sıhhati nedir?
    Cevab: Resûlullah Kur'an-ı kerim okurken, şeytan onun sesini taklit ederek putları övdü. Müşrikler bunu işitince sevindi veya böyle bir komplo kurdular.  Hazret-i Peygamber, Cebrail aleyhimesselâm vâsıtasıyla hâdiseye muttali olunca ikaz etti. Şeytan âyetleri diye mübalağa edilen mesele bundan ibarettir.
    28 Eylül 2015 Pazartesi
  • Sual: Eminönü’ndeki Yeni Câmi’yi Mahpeyker Kösem Valide Sultan mı, Safiye Valide Sultan mı başlattı?
    Cevab: Eminönü’ndeki Yeni Vâlide Câmii’ni Hadikatü’l-Cevâmi Mahpeyker Kösem sultan başlattı diyorsa da yanlıştır. Doğrusu Safiye Vâlide Sultan başlattı. Vefatıyla inşaat yarım kaldı. Yıllar sonra Hadice Terhan Vâlide Sultan tamamladı. Mahpeyker Sultan, Üsküdar’daki Çinili Câmii yaptırdı.
    28 Eylül 2015 Pazartesi
  • Sual: Firdevsî hakkında ne dersiniz?
    Cevab: Firdevsî, bir İslâm âlimi değil; İran mitolojisine ait şiirleriyle tanınan mutedil bir Şiî’dir. 
    17 Aralık 2015 Perşembe
  • Sual: Arşiv vesikalarında künyesinde her "Es-seyyid" yazan kişi Peygamberimizin soyundan mıdır?
    Cevab: Hayır. Bu bir ta’zim kelimesidir. Umumiyetle efendi yerine ve ulema için kullanılır. Arab dünyasında seyyid yerine şerif tabiri de caridir.
    22 Aralık 2015 Salı
  • Sual: Alia İzzetbegoviç’in kitapları okunabilir mi?
    Cevab: Umumiyetle güzel tespitleri vardır. Fakat felsefe ve modernizmin tesirinde bazı ifadeleri de bulunduğu için temkinli ve tedbirli olmalıdır.
    22 Aralık 2015 Salı
  • Sual: Bazı tarihçiler, Cengiz Han’ın inançlara saygılı olduğunu söylüyorlar. Ne dersiniz?
    Cevab: Milyonlarca müslümanı ve türkü katl ve ülkelerini yerle bir etmiştir.
    22 Aralık 2015 Salı
  • Sual: Hazret-i Peygamberin amcası Ebu Talib hangi inanca mensuptu? 
    Cevab: Hazret-i İbrahim’in dininde idi.
    2 Ocak 2016 Cumartesi
  • Sual: Hazret-i İsa, Mi’raç’ta Resulullah aleyhisselam ile görüştü. Bu sebeple Hazret-i İsa da sahabe sayılır mı? Kıyamete yakın gelince onu gören mü'minler de tâbiî olacak mı?
    Cevab: Sahabî sayılmak için, Hazret-i Peygamber’in dünya hayatında mümin olarak görmek lazımdır. Mi’raç dünya hayatı değil, âhiret hayatındandır. 
    2 Ocak 2016 Cumartesi
  • Sual: Yıldız Sarayı’nı yağmalayanların listesi hakkında malumat almak istiyorum?
    Cevab: Bu listeyi 17 Nisan 1335 (1919) tarihli ve 7929 numaralı İkdam gazetesi neşretti. Kadir Mısıroğlu’nun Sultan Abdülhamid kitabında da vardır (s.594).
    2 Ocak 2016 Cumartesi
  • Sual: Osmanlılar zamanında İslâmiyeti seçenlerin az olmasının sebebi nedir?
    Cevab: Osmanlılar zamanında çok sayıda topluluk müslüman oldu. Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Patriyotlar, Torbeşler, Hemşinliler, Çerkesler, Abazalar, Gürcüler ve Lazlar ile Kürtlerin büyük bir kısmı bu devirde müslüman olmuştur.
    13 Ocak 2016 Çarşamba
  • Sual: Çeçenlerle Dağıstanlılar aynı millet midir?
    Cevab: Dağıstan'da Avarlar, Laklar, Lezgiler, Tabasaranlar, Gazikumuklar, Kumuklar, Nogaylar ve Çeçenler yaşar. Hepsi birbirinden farklı ırklardır. Çeçenler, bir Kafkas ırkıdır. Aslının Cücen adlı bir Moğol ırkı olduğu ve Avarlarla aynı ırktan geldiği de söylenir. Çeçenler için aslında Türk veya asıllı olup sonradan Kafkasyalılaştığı da söyleniyor. Avarlar, Türk-Moğol menşeli bir ırktır. Lisanlarını unutup; Kafkas lisanı konuşurlar. Lezgiler, bir Kafkas ırkıdır. Avar, Çeçen ve Lezgiler birbirine yakındır. Nogaylar ve Kumuklar, Türk asıllıdır.
    21 Ocak 2016 Perşembe
  • Sual: Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanının İslâmî perspektiften vaziyeti nedir?
    Cevab: Kendisi Mısır’da Osmanlı hâkimiyetinin tesisi için çalıştı. Fakat sonra kendi nüfuzu ile otonom hâle geldi. Mısır’ın hassasiyeti sebebiyle Bâbıâli bu emrivâkiyi kabul etti. Yunan isyanında çok hizmeti geçti. Maksadının sadrazamlık olduğu söylenir. Kendisini çekemeyen bazı devlet ricâlinin istiskali sebebiyle gücendi. Fransızlar kendisini kışkırttı. Kütahya’ya kadar geldi. Kendisine Suriye vâliliği de verildi. İslâm hukuku zaviyesinden bâgî (isyancı) hükmündedir. Fakat Mısır ve İslâmiyete hizmeti pek çoktur. Sonra yerine geçenlerde, bunun meziyetlerine pek rastlanmamaktadır.
    21 Ocak 2016 Perşembe
  • Sual: Tarihte hep müslüman halklara yapılan mezalimleri görür, işitir, üzülürüz. Allahü teala kâfiri bir mümine üstün getirmeyeceğini vaadediyorken, bu toplulukların zulme uğramaya sebep olacak halleri yüzünden buna maruz kalmış olabileceklerini düşünmek yanlış olur mu?
    Cevab: Mutlak olmamakla beraber, Kur’an-ı kerim, adaletten uzaklaşan, zulme meyleden kavimlere ve emr-i marufu terkeden müslümanlara belâ geleceğini beyan buyuruyor. “Hâşâ zulmetmez kuluna hüdâsı/Herkesin çektiği kendi belâsı” beyti bu âyetlerin tefsiri mahiyetindedir.
    15 Şubat 2016 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı şeyhülislâmlarının, ezcümle Ebussuud Efendi’nin Şia’yı tekfir eden fetvâsı var mıdır?
    Cevab: Şia mezhebi fırka fırkadır. İçlerinde müslümanlık dairesinde kalanlar da vardır. Hazret-i Ebu Bekr’in sahabiliğini veya Hazret-i Âişe’nin ismetini inkâr ederek dinden çıkanı da vardır. Allahü teâlânın Hazret-i Ali’ye hulul ederek Ali diye göründüğüne veya Cebrail aleyhissselamın peygamberliği yanlışlıkla Hazret-i Ali yerine ona çok benzediği için Hazret-i Muhammed’e getirdiğine inanarak zındıkaya düşenleri de vardır. Binaenaleyh Şia’nın bazı fırkaları ehl-i bid’at, bazıları mürted ve bazıları mülhiddir. Bazı Şia fırkaları da tarih içinde ortadan kalkmış ve bugüne intikal etmemiştir.
    15 Şubat 2016 Pazartesi
  • Sual: Ebu Tâlib küfr üzere mi ölmüştür?
    Cevab: İnsanların hangi imanla öldüğünü ancak Allah bilir. İnsanlar zâhire göre hükmederler. Ebu Tâlib, Hazret-i Peygamber’in telkin ettiği imanı ikrar etmediği için küfr üzere öldüğüne hükmedilmiştir. Hadis-i şerifte, cehennemde azabı en hafif olan, Ebu Tâlib’dir. Ayağına ateşten ayakkabı giydirilecek, beyni kaynayacak” buyuruldu. Hazret-i Abbas, kulağını yaklaştırıp, “Yeğenim, senin söylediğini söyledi” dediyse de, o zaman müslüman olmadığı için şahadeti makbul tutulmamıştır. İbni Hacer’in rivayetine göre Hazret-i Peygamber’e bir ikram olmak üzere, sonradan anne ve babası ile beraber amcası da diriltilmiş, iman ederek vefat etmişlerdir. Şu halde Ebu Tâlib’in imanı üzerine konuşmak, kâfir olarak öldüğünü dillendirmek doğru değildir. Hazret-i Peygamber’i incitecek şeylerden kaçınmalıdır.
    15 Şubat 2016 Pazartesi
  • Sual: Emeviler devrinde, câmilerde Ehl-i Beyte la’net okutulduğu doğru mudur?
    Cevab: Sıffîn Muharebesi esnasında, Hazret-i Muaviye tarafı Cuma hutbesinde Hazret-i Ali’nin ismini zikretmeyince, Hazret-i Ali tarafındaki ordudan bazı aşırı kimseler, Hazret-i Muaviye ve yanındaki sahabiler aleyhine hutbe okumuşlar; buna cevap olarak da karşı taraftaki bazı kendisini bilmez kimseler onlara lanet okumuşlardır. Bu, Emevilerin emri ve tasvibi ile olmuş değildir. Ömer bin Abdülaziz, bunu tamamen yasaklamıştır. Emeviler zamanında hutbede Ehl-i Beyte lanet okutulduğu, bazı müfrid Şii kaynaklarının uydurmasıdır. Ehl-i Sünnet arasında da mıntıka ve zaman yakınlığı sebebiyle bu kaynaklar yayılmış ve tesir etmiştir.
    16 Şubat 2016 Salı
  • Sual: Osmanlı Devleti, nüfusunun azlığı sebebiyle tedbir almamış mıdır?
    Cevab: Savaşlar, isyanlar, sâri hastalıklar ve göçler, nüfusun artmasına imkân vermemiştir. O zaman için devletin alabileceği ne gibi bir tedbir olabilir ki? İskân siyaseti ile nüfusun dengeli dağılmasını temine çalışmıştır.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerine ait daha detaylı bilgilere ulaşamamamızın sebebi nedir?
    Cevab: Emir Timur’un işgali sırasında, Bursa’nın ateşe verilmesi, devlet arşivinin de yanmasına sebep olmuştur. Bu, en mühim âmillerden birisidir.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Farabi ve İbni Sina, herhangi bir mezhebe bağlı mıydı? 
    Cevab: Önceleri Hanefi mezhebinde idiler. Sonradan Ehl-i sünnete uymayan fikirler ileri sürdükleri rivayet olunmaktadır.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Zâhiriye mezhebi, Ehl-i Sünnet mezheplerinden mi sayılır?
    Cevab: Zâhiriye mezhebinin kurucusu Davud ez-Zâhirî Ehl-i sünnettir. Zahiriyye mezhebinin kavilleri üzerinde ulema ihtilaf etmiştir. 1.Ebû İshak İsferâyînî ve İmamü’l-Haremeyn Cüveynî, kıyasa karşı olduğu için Dâvud Zâhirî’nin kavillerine itibar edilmeyeceğine kâildir. 2.Ebû Amr bin Salâh ise, Dâvud Zâhirî’nin celî kıyası değil, istihsanın bir türü olan hafî kıyası reddettiğini; celî kıyası inkâr edenin İbn Hâzm olduğunu; bu sebeple Dâvud’un celî kıyasa muhalif olmayan kavillerinin muteber sayılacağını söylemektedir. 3.Ebû Hâmid Gazâlî, Mâverdî, Ebû Tayyib gibi ulemâ ise Dâvud Zâhirî’nin kavillerinin her halde muteber olduğu kanaatindedir. 4.İbnü’s-Sübkî de, Dâvud’un icmâʽya aykırı olmayan kavillerinin nazar-ı itibare alınacağını kaydetmektedir. Kavillerinin esas alınmasına kâil olanların, Dâvud Zâhirî’yi müstakil bir mezheb kurucusu olmaktan ziyâde, Şâfiʽî mezhebinde müctehid olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Ancak Zâhirî mezhebinin kavilleri günümüze çok sağlıklı bir şekilde ulaşmış değildir. Ekserisi Zâhirî ulemasından İbni Hâzm’ın kitaplarındadır. İbni Hâzm ise, felsefeyle yakından meşgul olmuş; Dâvud’dan da ileri geçerek kıyasın her türlüsünü ve taklidi reddetmiştir. Bu sebeple ulemâ tarafından Ehl-i sünnet hârici görüldüğünü Şihristânî el-Milel ve’n-Nihal kitabında bildiriyor. İbni Hâzm’ın temsil ettiği görüşler, Selef-i sâlihîn, mânâsı açık olmayan nassları te’vîl ettikten sonra ortaya çıktığı için icmâʽya aykırı görülmüş ve nazara alınmamıştır. Çünki Selef bir hususta ihtilaf ettiği zaman, onların ihtilaf ettiği görüşlerin dışında başka bir görüş ileri sürmek icmâʽya aykırıdır.  Ayrıca İbni Hâzm, ulemânın ileri gelenleri hakkında tezyif edici sözleri ve nezâket hududunu aşan tenkidleri sebebiyle ilmî çevrelerde tasvib görmemiştir.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Muhyiddin Arabî hazretleri hangi mezhebde idi?
    Cevab: Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin mezhebi hakkında sahih bir malumat yoktur. Mâlikî veya Şâfiî olduğuna dair rivayetler vardır. Fıkıh ilmine dair te’lifatı olmadığı için bunu tespit etmek kolay değildir.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Hürrem Sultan’ın resimleri gerçek midir? Eğer gerçekse niye başı açıktır?
    Cevab: Gerçek olup olmadığını bilemeyiz. Hayal mahsulü olmak ihtimali fazladır. Müslüman kadınlar evlerinde başı açık oturabilirler.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Tarihçiler, Osmanlı padişahlarının ani kararlarla kişilerin infazına hükmettiklerini anlatıyor. Padişahların hakikaten böyle salahiyetleri var mı?
    Cevab: İslâm hukukunda, hükümdarların siyaseten katl salahiyeti vardır. Din, millet ve vatan için zararlı olan kimseleri cezalandırabilir; hatta öldürebilir. Buna ta’zir bi’l-katl de denir. Osmanlı padişahları da bu salahiyeti kullanmıştır. Bunu kullanırken zaman zaman ölçü kaçmış, meşru dairenin sınırından çıkılmış, yani hak ettiğinden fazla ceza verilmiş olabilir. Ama zamanımızda bu gibi hadiseler sebeplerinden ayrılarak ve mübalağa edilerek anlatılmaktadır.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: İkinci Cihan Harbi’nde Türkiye'nin savaştan uzak kalabilmesinin sebebi nedir?
    Cevab: Harbden evvel Türkiye, müttefiklerle, yani İngiltere ve Fransa ile anlaşma yapmıştı. Öte taraftan harbin başında da Almanya ile anlaşma yaptı. İlk anlaşma, bir tecavüz vukuunda İngiltere ve Fransa’nın yanında savaşa girmeyi icap ettiriyor; ikincisi ise saldırmamazlığı ihtiva ediyordu. Diğer devletler, Türkiye'nin savaşa girmesini istemedi. Nitekim İspanya da aynı şekilde savaşa dâhil olmadı. İsteselerdi Türkiye'yi savaşın içine gayet kolay çekebilirlerdi. Fakat Türkiye'nin böyle bir savaşı devam ettirebilecek lojistik, ekonomik, politik ve sosyal pozisyonu bulunmuyordu. Müttefikler, va’dettikleri techizatı da vermediler/veremediler. Türkiye'yi ve İspanya'yı serbest bölge ve istihbarat merkezi olarak kullandılar. Buna rağmen Türkiye, harbe girmiş gibi sıkıntı çekti.
    20 Şubat 2016 Cumartesi
  • Sual: Hukuk tarihçisi olmak istiyorum. Ne tavsiye edersiniz?
    Cevab: Hukuk tarihçisi olmak için, hukuk tahsilinden başka, hukukta kariyer (master-doktora) yapmak lâzımdır. Mahir bir hocanın yanında yetişmek icab eder. Osmanlıca okuyabilmek; Arapça ve bir ecnebi lisanı bilmek lâzımdır. Ayrıca hukuk tarihine dair yazılmış umumî ve hususî kitapları mütâlaa etmelidir. Bunun dışında hukuk tarihine yardımcı umumi tarih, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, coğrafya, ilm-i neseb gibi disiplinlere vâkıf ve edebiyattan da nasip sahibi olmalıdır. Çok roman ve şiir okumalı, muhayyile ve ifade kabiliyetini, kelime haznesini inkişaf ettirmelidir. Gezmeli ve ekzantrik insanlarla görüşerek onları dinlemelidir. Hukuk tarihi sadece ilmî bir kariyer değil; aynı zamanda bir umumî kültür branşıdır. Bu arada fakültelerin boş kadrolarına müracaat ederek asistan olunur. Bir yandan da kariyer ve çalışmalar sürdürülür.
    18 Nisan 2016 Pazartesi
  • Sual: Osmanlılar zamanında umumhane var mıydı? Var ise bir İslâm devletinde böyle bir şey nasıl olabilir?
    Cevab: Resmen izin yoktur. Ama gizli kapaklı olarak her zaman her yerde olabilir. Her devirde ve her yerde günah işleniyor.
    18 Nisan 2016 Pazartesi
  • Sual: Peygamber efendimiz, vahiy çeşitlerinden biri veya ilham olmadan, kendi aklına istinaden dini bir hüküm vaz eder mi?
    Cevab: İctihad yoluyla edebilir ve etmiştir.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Şeyhülislamlar niçin Divan-ı Hümâyun toplantılarına katılmamıştır? 
    Cevab: Şeyhülislâmlık icraî değil, istişarî bir makamdır da ondan. Lüzumlu görüldüğü zaman, fikrinden istifade etmek için çağırılırdı.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Son halife Abdülmecid Efendi'nin padişahların içki ve esrar içtiğine dair bir mektup yazdığı, televizyonda söylendi. Bunu nasıl tefsir etmelidir?
    Cevab: Vesika doğru bile olsa, Abdülmecid Efendi bunları bilemez. Bununla asırlar önce yaşamış muhterem zatlara sui zan edilemez.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Osmanlıca rik’a metin okumalarımızı ve diğer hatlarda okumamızı kuvvetlendirmek için tavsiyeniz var mıdır?
    Cevab: Bir şeyi iyi yapmak, çok yapmakla olur.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Kadın, orduda muharib olarak yer alıp, savaş idare edebilir mi? Bazıları Hazret-i Âişe'nin idare ettiği Cemel Vak’asından hareketle caizdir diyor.
    Cevab: Umumi seferberlik olmadıkça, kadınlar harbe, cihada çıkamaz; orduda yer alamaz. Ordu kumandanı hiç olamaz. Cemel Vak’ası harp değil; Hazret-i Âişe kumandan hiç değildi.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: İpek, erkek için haram iken, Osmanlı padişahlarının savaşlarda giydiği doğru mudur?
    Cevab: Harbde düşmana heybetli görünmek için ipekli giyinmek, bıyıklarını ve tırnaklarını haddinden fazla uzatmak caizdir.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Sadeddin Köpek hain miydi? Ona köpek isminin verilmesinin hikmeti nedir?
    Cevab: Selçuklu Veziri idi. Çok güç kazandı. Sonra sultanın oğlu olduğunu iddia edip bu gücünü istismara kalkışınca, ortadan kaldırıldı. Mimar ve kumandan idi. Eski Türklerde (hatta Araplarda) bilhassa vahşi hayvan ismi koymak yaygındı. Köpek bir hakaret lafzı değildi.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Aksakallılar hakkında bilgi verir misiniz?
    Cevab:
    Türkistan’da yaşlı, gün görmüş kişilere aksakal derler. Bazı romanlarda, filmlerde Osmanlı Devleti'ni ihtiyarlar, aksakallılar adıyla bir grup bilge kişinin kurduğu; buhranlı zamanlarda devreye girerek kahramanlara vazife verdikleri ve Türklerin asırlar boyunca hep böyle idare olunduğunu söylüyorlar. Bu tamamen uydurmadır.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Kemah’da bulunan Sağıroğlu ailesi aslen nerelidir?
    Cevab: Türktür. 1642’den itibaren Kemah voyvodası Hüseyin Lütfi Bey’in soyundan gelen ve asırlarca Kemah’ın önde gelen hanedanlarından olan bu ailenin menşei hakkında malumat yoktur. Hazret-i Ali’nin Berberi Zemin Kalesi Cengi isimli halk hikayesinde geçen kale kumandanı Mecusi Zümür’ün oğlu Beşir, müslüman olmuş; bunun üzerine babası tarafından işkence görerek sağır edilmiş, kale düşünce de müslümanlara iltihak etmiştir. Halk arasında Sağıroğlu ailesinin soyu işte bu Beşir’e dayanır. Aileden çeşitli kişiler, Ordu’dan Antakya’ya kadar giderek yeni kollar teşkil etmiştir. Mamafih her soyadı Sağıroğlu olan, bu aileden değildir. 1950’lere kadar Kemah’ın ayanı olan bu aileden, Sabit Sağıroğlu, İttihatçı ve Kemalist kadroda yer almış, Dersim mutasarrıfı olmuş, Gazi’ye suikastten muhakeme edilmişti. Aile, zaman içinde çok sayıda köyünü elden çıkarmış, mahalli, siyasi ve iktisadi ağırlığını tamamen kaybetmiştir. Kemah kültür tarihinde çok ehemmiyetli yeri olan bu aile hakkında arşivde çok sayıda vesika ve halk arasında da çok sayıda hadise anlatılır.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: İmam Zeynelâbidin hazretlerinin anneannesinin Göktürk olduğu doğru mudur?
    Cevab: İmam Zeynelâbidin’in annesi, son İran Şahı’nın kızı idi. Bu kızın annesi, bir Göktürk Prensesi idi. Şu anda İran Şahlarının ve Göktürk Hükümdarlarının soyundan geldiği kat’i olan tek zümre, Hüseynîlerdir.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Osmanlılarda kadın doktor var mıyıd? Var ise nasıl yetişiyordu?
    Cevab: Ebe vardır. Bütün doktorlar gibi usta çırak münasebetiyle yetişiyordu.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Tarih kitapları, II. Dünya Savaşından sonra Nazilerin ve Japon idarecilerin savaş suçlusu sayılıp mahkemelere çıkartıldıklarını ve idam edildiklerini yazıyor. Müttefik devletler mensubu asker veya idarecilerden böyle yargılananlar oldu mu?
    Cevab: Savaş suçu tarifi, milletlerarası anlaşmalarla tayin edilmiştir. Osmanlı Devleti’nde de 1919'da İttihatçılar ve Ermenileri öldürenler için benzeri bir mahkeme kuruldu ve cezalar verdi.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Yeniçerilerin evlenememesi, yanlış bir hüküm değil midir?
    Cevab: Askerlik disiplin gerektirir. Ailesi ve çocuğu olan bunu tam manasıyla yapamaz. Üstelik yeniçeriler kışlada yatıp kalkan profesyonel askerlerdir. Subay olana kadar evlenemezler. 25 yaşından sonra evlenebilirler. Yeniçeriler çok sıkı bir terbiye ile yetiştirilir. Seksüel arzulara kapılmak bir zaaftır. Bu gibi zaafları kontrol altında tutmak üzere yetiştirilirler.
    26 Nisan 2016 Salı
  • Sual: Hazret-i Peygamber’in cenaze namazını sadece 17 kişinin kıldığı doğru mudur?
    Cevab: Hazret-i  Peygamber Pazartesi günü vefat etti. Çarşamba günü defnedildi. Bu arada sahabiler parça parça gelip namazını kıldılar. Bu zaman zarfında yüzlerce, binlerce kişi ayrı ayrı cenaze namazı kıldılar.
    10 Haziran 2016 Cuma
  • Sual: İmam-ı Azam veya talebelerinin ulaşamadığı aslî mevzularda veya ulaştığı halde, sonradan mesela bir hadis-i şerifin ortaya çıktığı hususlarda mezhep içinde hüküm değiştirildiği olmuş mudur?
    Cevab: İmam-ı Azam'ın talebeleri, hocalarının işitmediğini iyi bildikleri bir hadis-i şerifi işittikleri zaman, ictihadlarını buna göre yapmışlar ve sonra gelenler de delili kuvvetli olduğu için bu ictihadı tercih etmişlerdir.
    10 Haziran 2016 Cuma
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında dışardan borç aldığı, bununla saray yaptırdığı ve bu sebeple ekonominin bozulduğu iddiası doğru mudur?
    Cevab: Borç, Kırım Harbi’nin masraflarını karşılamak için alınmıştır. Dolmabahçe Sarayı ihtiyaç için yapılmıştır. Saray, devletin idare edildiği yerdir. Buna harcanan para ise memleket ekonomisi içinde kalmıştır. Ama bu dış borcun memlekete zarar verdiği ve yıkılmasında rol oynayan âmillerden olduğu doğrudur.
    12 Haziran 2016 Pazar
  • Sual: Sivas Kongresi’nde Amerikan mandasının kabul edildiği doğru mudur?
    Cevab: Sivas Kongresi’nde Amerikan mandasının kabulüne delalet edecek 6. madde, sonradan Amerikan reisi Wilson’un Anadolu’da ABD’nin mandaterliğine karşı çıkan beyanatı üzerine çıkarılmıştır. Sivas Kongresi’ni tertipleyenler de sonradan mandaya karşı çıktıklarını söylemek mecburiyetinde kalmıştır.
    12 Haziran 2016 Pazar
  • Sual: Seyyid Nesimî’nin şiirlerinin okunması caiz midir?
    Cevab: Seyyid İmadüddin Nesimî, şair ve tasavvuf ehlinden idi. Haleb’de iken, vahdet-i vücud sarhoşluğundaki bazı yazıları ve sözleri, İslamiyet'e uygun görülmeyerek, 1417’de idam edildi. Müncid’de ve, Tokatlı şair Lütfullah Efendi’nin Tezkiretü’ş-Şuara’sında, Hurufî olduğu bildirilmektedir. Mesnevî şârihlerinden Sarı Abdullah Efendi, Semeratü’l-Fuad kitabında ve İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu’l-Beyan tefsirinde, kendisinin Ehl-i sünnet ve ehl-i tarik olduğunu yazmaktadırlar. Ali Cânib Bey, Edebiyat kitabında, “Bu Türk şairi hakkında en mevsuk malumatı, kendi asrında yaşamış olan meşhur âlim İbni Hacer Askalânî vermektedir. İbni Hacer’e göre, Seyyid Nesimi Tebrizlidir. Asıl ismi Şeyh Nesimeddindir. Hurufîlik yolunun müessisi Fadlullah Esterâbâdî’nin talebesidir. Divanının en doğru olanı Bayezid kütüphanesindedir. Azerî lehçesi ile yazmıştır”. Önce Hurufî olduğu, sonra tövbe ettiği anlaşılıyor. Ancak şeriat zâhire baktığından, tövbesi idamına mâni olmamış olsa gerek.
    12 Haziran 2016 Pazar
  • Sual: Mustafa Kemal Paşa 1923’te kaç milletvekilinin oyu ile cumhurbaşkanı seçildi?
    Cevab: Meclisteki 334 milletvekilinin, celseye iştirak eden 158'inin oyu ile seçildi.
    25 Haziran 2016 Cumartesi
  • Sual: İmam-ı Azam hazretlerinin ‘Son iki sene olmasaydı Numan helak olurdu’ ifadesinin Şianın uydurması olduğu iddiasına ne denir?
    Cevab: Böyle bir rivayet vardır. Sünnî kitaplarda da zikrediliyor. Cafer Sadık hazretleri ile geçirdiği iki seneyi ifade ediyor. İki sene yerine iki sünnet olmasaydı diye de rivayet ediliyor. Burada kast edilen, Hazret-i Peygamber’in ve eshabının ya da ehli beytinin sünneti diye tefsir edilmiştir.
    25 Haziran 2016 Cumartesi
  • Sual: Hilâfetin kaldırılmasının ardında İngilizlerin olduğunun delili nedir?
    Cevab: Bu sualin şak diye bir cevabı yoktur. İngilizlerin rolünün işte bu vesika diye bir delili yoktur ve olması da beklenemez. İşin arka planını anlamak icap eder. Ağa Han'ın kim olduğu, İngilizlerin Wilfrid Blunt gibi casuslarla ve Efganî gibi ajanlarla halifeliği Türklerden almak istemelerini bilmek lâzımdır. İngilizlerin XIX.asırdaki Ortadoğu politikasının esasını bunun teşkil ettiğini görmek gerekir. İngiliz Derviş kitabını tavsiye edebilirim.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Ortadoğu kelimesini İngilizler mi kullanmaktadır?
    Cevab: Bu coğrafî bir tabirdir. Ama burası Avrupa’ya göre ortadoğudur. Ancak Çin’de bile bu tabir kullanıldığı zaman, burası anlaşılmaktadır.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Girit'e giden Türkler hangi boydandır?
    Cevab: En son fethedilen Osmanlı toprağı olan Girit’e çok az Türk yerleşmiştir. Onlar da memurdur. Gerisi yerli Rumlar ile bunlar arasında Müslümanlığı kabul edenlerdir.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Emeviler'in Arap olmayanlara karşı yarı köle muamelesi yaptığı, Arap milliyetçiliği güttüğü doğru mudur?
    Cevab: Bunlar Şiî tarihçilerin propagandalarıdır. Aslı yoktur. Emeviler devri, İslâm tarihinin en parlak devirlerinden biridir. Dünyanın en büyük imparatorluklarından ve en yüksek medeniyetlerinden birine misal verilir. Halefleri olan Abbasîlere yaranmak için tarihçiler Emevîlerin hatalarını şişirmiş; hatta olmadık iftiralar yapmıştır. Bazı Osmanlı tarihçileri de yer ve zaman yakınlığı sebebiyle ister istemez bunlardan tesir görmüştür.
    28 Ağustos 2016 Pazar
  • Sual: Paraların üzerinde niçin Türkiye Cumhuriyeti Merkez bankası değil de Türkiye Cumhuriyet Merkez bankası yazıyor?
    Cevab: Merkez Bankası bir anonim şirkettir ve hususi bir kanunu vardır. Bu kanuna göre, şirket hissedarlarının açıklanması yasaktır. Şirketler, devlet adını kullanamazlar.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Mısırlı Hafız Abdüssamed’i dinlemekte teganni cihetinden bir beis var mıdır?
    Cevab: Yoktur. Ancak Abdüssamed, kıraati ilim ehli tarafından makbul tutulmuyor. Halil Husarî makbul ve muteberdir.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Çerkes Ethem hakkında birbiriyle tezat içinde farklı görüşler mevcuttur. İstanbul ve Ankara’ya karşı hakiki tavrı neydi?
    Cevab: Hepsi de mübalağalı ve sübjektiftir. Çerkez Ethem, önceleri Ankara'nın adamı olarak, Ankara aleyhtarı halkın çıkardığı isyanları bastırmak ve bu isyanları çıkaranları cezalandırmakla meşguldü. Eski bir İttihatçı olarak, bu yolda Ankara hükümetine çok hizmet etti ve çok insan öldürdü. Daha sonra, Ankara muntazam askerî birlikler kurduğunda, Garb cephesi kumandanlığının emrine girmesi emredildi. Bunu hazmedemedi. Gururluydu. Ankara ile otorite yüzünden ihtilaf yaşadı. İstenmeyen adam ilan edildi. Bunun için Yunanlılara sığındı.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Bir makalenizde saltanatın kaldırılışı, Ankara’nın başşehir oluşu ve cumhuriyetin ilanında, mecliste vasıflı ekseriyet nitelikli çoğunluk) olmadığından bahsetmişsiniz. Vasıflı ekseriyet meselesi, 25 maddeden ibaret 1921 anayasasında var mı?
    Cevab: 1924 senesine kadar Kanun-ı Esasî ve Osmanlı mevzuatı caridir. 1921 teşkilat-ı esasiyye kanunu, bunun tamamlayıcısı mahiyetindedir.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Şah İsmail’den sonraki Safevî şahları da dahil olmak üzere İran hükümdarlarının hepsi de gulât-ı şiadan mıydı?
    Cevab: Hayır. İçlerinde Şah I. Abbas (gibi Şia’nın aşırılarından şahlar olduğu gibi; II. Tahmasp gibi mutedil şiî olanlar da vardır. Caferiyye mezhebine mensupturlar. Sonraki şahlar arasında Sünnî olan bir-iki tane vardır. Şah I. Tahmasp’ın oğlu Şah II. İsmail (1534-1577) Sünnî ve Şâfiî idi. Kendisini bu yüzden zehirleyerek öldürdüler. 1722-1729 arası tahtta kalan Afgan asıllı Üveysî hanedanı sünnîdir. Avşarlardan Nâdir Şah önceleri Sünnî iken, İran’da tutunabilmek için mutedil şiîliği kabul etti. Kacarlardan Muhammed Şah (1789-1820) Sünnî ve Nakşî idi. Son şah Muhammed Rıza Pehlevî, Şiî Caferî olmakla beraber, hac seyahati vesilesiyle fikriyatında bir değişiklik yaşamıştı. Sünnîlere yakınlık duyar; onlara hürriyet verirdi. Bu sebeple mutaassıp Şiîler tarafından darbe ile devrilmiştir.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Hazret-i Hasen’i, Yezid’in evlenme vaadi ve tahrikiyle zevcesinin öldürdüğü doğru mudur?
    Cevab: Hazret-i Hasen’i zevcesinin elmas tozuyla zehirleyerek öldürdüğü meşhurdur. Bunu Yezid’in yaptırttığı Şiî uydurmasıdır. Nitekim bunu söyleyen Taberî, meşhur tarihçi ve âlim Taberî değil; bu isimde bir Şiîdir. Kıskançlık saikiyle yaptığı bilinmektedir.
    7 Aralık 2016 Çarşamba
  • Sual: Atatürk’ün İnönü tarafından zehirlendiği söyleniyor. Doğru mudur?
    Cevab: Bu, tâ o zaman ortaya atılmış bir iddiadır. Hatta sarayda bulunan kırmızı karıncalar sebebiyle ilaçlama bile yapılmıştı. Ölüm sebebi sirozdur. Ölüm hâdisesi, çok kişinin gözü önünde cereyan etmiştir. Yaş ortalamasının çok fazla olmadığı bir devirde, üstelik sefahatla yıpranmış bir vücudun bu yaşta hastalanarak ölmesi gayet tabiidir. Başka bir sebep aramaya lüzum yoktur.
    29 Ocak 2017 Pazar
  • Sual: İslâm tarihi tahsili yapmak istiyorum. Ne tavsiye edersiniz?
    Cevab: Türkiye'de İslâm Tarihi Fakültesi yoktur. İlahiyat veya tarih fakültesi okuyup, sonra İslâm tarihi üzerine ihtisas yapılabilir.
    29 Ocak 2017 Pazar
  • Sual: Said Halim Paşa nasıl biridir?
    Cevab: İttihatçıların önde gelenlerindendir. Sadrazamlık yapmıştır. Osmanlı Devleti, cihan Harbi’ne bunun sadrazamlığı zamanında girmiştir. Bütün emeli Mısır hidivi olmaktı. Bu sebeple, Sultan Abdülhamit'e düşmandı. Bütün ömrünü ve servetini bu uğurda harcamıştır. Aynı zamanda modernisttir. Efgani-Abduh çizgisindedir. Buhranlarımız adlı meşhur eserindeki ayağı yere basmayan tespitlerinde bu çizgisini görmek mümkündür. İslâmcı olarak tanıtılması, müspet bir şahsiyet olduğunu göstermez. Zamanında dostları bile, kendisinin vasıfsız bir şahsiyet olduğunu; bu sebeple sadrazamılğa getirildiğini söyler.
    29 Ocak 2017 Pazar
  • Sual: Bazıları Hazret-i Osman’ın halifelik devrinde akrabalarını kayırdığını söylüyorlar. Doğru mudur?
    Cevab: Memuriyetlere tanıdığı, itimat ettiği ve hesap sorabileceği kişileri tayin etmek halifenin en tabiî hakkıdır. Bundan menfaati haleldar olanların uydurduğu bir şeydir. Hazret-i Osman devri, İslâm tarihinin altın çağıdır. Çok şehir fethedilmiş; ekonomik zenginlik sebebiyle refah artmıştı.
    İman eden erkeklerin 4.sü olan Hazret-i Osman çok zengindi. Bütün malını ve mülkünü Resulullah için feda etti. Hadis-i şerifler ile medh olundu. Hilmi ve hayâsı pek fazlaydı. Hicretin 24. senesinin birinci günü halife oldu. Zamanında Horasan, Hindistan, Maveraünnehr, Semerkand, Kıbrıs, Kafkasya, Endülüs ve Afrika’nın birçok yerleri feth edildi. Sasani devleti tarihden silindi. Abdullah bin Sebe adındaki Yemenli bir Yahudi, Müslüman şekline girerek, Mısır’da fitne çıkardı. Cahil ve serserileri aldatarak bir çapulcu alayı Medine’ye gelip, hicretin 35. yılında halifeyi Kur’an-ı kerim okurken şehid ettiler. 82 yaşında idi.
    Hadis âlimlerinden Abdülaziz Dehlevî’nin (v.1745) Tuhfe-i İsnâaşeriyye kitabında diyor ki, Hazret-i Osman, halife iken, herkese lâyık olduğu vazifeyi verirdi. Herkesi yapabileceği işte kullanırdı. Halifenin gaybı bilmesi lazım değildir. O da, güvendiklerini, iş adamı olarak bildiklerini ve emin, âdil olarak tanıdıklarını ve emirlerine karşı gelmez zan ettiklerini iş başına getirmiştir. Bundan dolayı kimsenin ona dil uzatmağa hakkı yoktur. Ona karşı olanlar, onun bu haklı hareketlerini de kötü gösteriyorlar. Hazret-i Osman’ın vâlileri, emirleri, onu sevmekte ve emirlerini yapmakta, askerlikte, memleketler feth etmekte ve çalışkanlıkta, en seçme kimselerdi. Onun zamanında, İslam memleketlerini garbda İspanyaya kadar, şarkta Kabil ve Belhe kadar, bunlar genişletti. İslam ordularını denizde ve karada zaferden zafere ulaştırdılar. İkinci halife zamanında, fitne, fesad ocağı olan Irak ve Horasanı o kadar temizlediler ki, kıpırdanmalarına meydan bırakmadılar. Eğer bu vâlilerden birkaçında, Hazret-i Osman’ın umduğu gibi çıkmayan işler görüldü ise, ona niçin kusur sayılsın? Böyle işleri görünce, hiç susmazdı. Yahud çekemeyenlerin iftiraları olunca, işin doğrusunu araştırırdı. Çünkü hükümet adamlarının düşmanı ve çekemeyenleri çok olur. Herkesin şikâyeti ile memur değiştirilirse, memleketin idaresi altüst olur. Araştırırdı. Şikâyetler doğru çıkarsa, hemen azl ederdi. Böylece, mesela Velid’i azl etti. Hazret-i Muaviye, ona isyan etmedi. Şam’da herkese kendini sevdirmişti. Bunun emrinde bulunanlardan hiç kimsenin burnu kanamıyordu. Müslümanları adalet ile idare ediyor, düşmanla da cihad ediyordu. Böyle bir kahramanı kim azl eder? Mısır vâlisi olan Abdüllah bin Sa’dı da niçin azl etsin? O, Hazret-i Osman’dan sonra, bir yana çekildi. Karışıklıklardan uzak kaldı. Mısır’dan Medine’ye, onun için gelen şikâyetler, hep İbni Sebe’nin başı altından çıkıyordu.
    Sözün kısası, Hazret-i Osman, vazifesini tam yaptı. Fakat, takdir, tedbirine uygun olmadığından, İbni Sebe’nin çıkardığı fitne ateşi söndürülemedi. Hazret-i Osman’ın hâli, her cihetten, Hazret-i Ali’ye benzemektedir. Hazret-i Ali’nin de çeşitli tedbirleri faydasız kaldı. Yalnız, Hazret-i Osman’ın vâlileri, kendisini seviyorlar, emirlerini hep yapıyorlardı. Ganimetleri halifeye muntazam gönderiyorlardı. Bütün Müslümanlar, mal sahibi, rahat ve huzur içinde idi. Hatta fitne çıkmasına bu zenginlik de yardım etti. Hazret-i Ali’nin vâlileri ise, kendisine isyan etti. Vazifelerini yapmadılar. Devlet işleri aksadı. Hazret-i Ali’nin akrabası, amcasının çocukları da böyle yaptı. Hazret-i Osmanı lekelemeğe kalkışanlar, Ehl-i sünnet âlimlerine inanmazlarsa, Şiîlerin en kıymetli kitaplarından olan Nehcü’l-Belâga’da, Hazret-i Ali’nin amcasının oğluna yazdığı mektup var. Burada, o münafıka olan itimadını bildiriyor. Nehcü’l-Belâga, sonra bunun hıyanetlerini uzun yazıyor. Hazret-i Ali’nin vâlilerinden Münzir bin Carut da hâin çıktı. Halifenin ona yazdığı tehdid mektubu, Şiî kitaplarının çoğunda vardır. Hazret-i Ali de, bu vâlileri için lekelenemez. Peygamberler bile, münafıkların tatlı dillerine aldanmıştı. Fakat onlara vahy gelerek, münafıkların çoğunun yüzkarası meydana çıkarıldı. Şiîler, imamların gaybı bilmesi lazımdır, dediği için, Hazret-i Osman’a dil uzatıyorlar. Halbuki bu, Hazret-i Ali’yi de lekelemek oluyor. Bunlara göre Hazret-i Ali, önceden bildiği halde, hâinleri Müslümanların başına getirmiş oluyor. Meşhur Ziyad bin Ebihi’yi de Hazret-i Ali vali yapmıştı. Bu ise muhaldir.
    Mervan’ın babası olan Hakem bin Âs’ı Medine’ye kabul ettiği için de, Hazret-i Osman’a çatıyorlar. Resulullah, Hakem’i münâfıklarla dost olduğu ve Müslümanlar arasında fitne çıkardığı için, Medine’den sürmüştü. İki halife zamanında kâfirler temizlendi; münafıklar kalmadı. Hakem’in sürgünde kalması sebebi ortadan kalkmış oldu. İki halife, onun geri gelmesine izin vermemişlerdi. Çünkü fitne ve fesad, yine çıkabilirdi. Hakem, Beni Ümeyyeden idi. İki halife, Temim ve Adiy kabilelerinden idiler. Cahiliyyet zamanındaki düşmanlıklar hatırlara gelebilirdi. Hazret-i Osman ise, Hakem’in erkek kardeşinin oğlu idi. Bu korku aradan kalkmış oldu. Bunun için, ‘Onu Medine’ye getirmek için Resulullahdan izin almıştım. Halife Ebu Bekre söylemiştim, izin aldığıma şahid istedi. Şahid olmadığı için susmuştum. Halife Ömer, belki benim sözümü kabul eder, demiştim. O da şahid istemişti. Ben halife olunca, bildiğime göre izin verdim’ buyurdu. Resulullah hasta iken, Osman’ı çağırtmış ve ona birşeyler söylemişti. Bu arada, belki Hakem için de şefaat dilemiş ve kabul buyurulmuştur. Hakem’in son zamanlarında nifak ve fesaddan tevbe ettiği de bilinmektedir. Zaten, Medineye geldiği zaman çok ihtiyar idi. Birşey yapacak halde değildi. Resulullah’ın Hakem’i sürgünü, devlet reisinin tasarruflarındandır.
    Hazret-i Osman’ın akrabasına verdiği ihsanlar da, Seyyid Kutub ve bazı Şiî kitaplarının iddia ettiği gibi beytülmaldan değil; kendi öz malındandı. Dört halifeden üçü, beytülmaldan, yani devlet hazinesinden maaş alırlardı. Yalnız Hazret-i Osman maaş almazdı. Çünkü çok zengindi. Maaşa ihtiyacı yoktu. İhsanları, yalnız akrabasına değildi. Herkese ikramı boldu. Allah rızası için, çok hayır yapardı. Her Cuma günü, bir köle azad ederdi. Hergün Eshabı kirama ziyafet verirdi. Allah rızası için verilen mallara israf diyen kimse yoktur. Akrabaya yapılan sadakaya ise, iki kat sevap olduğu hadisi şerifte bildirilmiştir.
    Seyyid Kutub, din âlimi olmadığı için, Şiî tarihlerinden ve Emevî düşmanı Abbasî tarihlerinden alarak yazmaktadır. Onun ‘Afrikıyye’den gelen ganimetin beşte birini damadı Mervana bağışladı’ sözü de iftiradır. Hazret-i Osman, 29 tarihinde, Abdullah bin Sa’dı, bin süvari ve piyade ile Afrika’ya göndermişti. Müslümanlar galib geldi. Çok ganimet ele geçti. Abdullah, bunun beşte birini Mervan ile halifeye gönderdi. Yalnız para olarak beş bin altından ziyade idi. Arada birkaç aylık yol olduğu için, bunları Medine’ye getirmek çok güç ve tehlikeli idi. Bunun bin dirhemini Mervan sattı. Geri kalanını Medine’ye getirdi. Müjde haberlerini de verdi. Çok dualar aldı. Halife onun bu zahmetine ve müjdesine karşılık olarak, satılan kısmın parasından noksan kalanı Mervana bağışladı. Bunu yapmak halifenin hakkı idi. Hem de, Sahabenin yanında vâki olmuştu. Bir kimseye bin altın getirseler bunun birini veya daha çok miktarını getirene bahşiş olarak verse, buna kimse israf demez. Nitekim zekât toplıyan âmile de, ihtiyacı kadar verilmesini, Allahü teâlâ emr etmektedir. ‘Abdullah bin Hâlid için bin dirhem verdi’ sözü de iftiradır. Ona ödünç verilmesini emir eylemişti. Abdullah da borcunu ödemişti. Damadı Hâris’in, Medine’deki tâcirlerden zekât toplarken haksızlık yaptığını işitince, onu işten çıkardı ve cezalandırdı.
    Hazret-i Osman, Hicaz ve Irak’taki bakımsız yerleri, güvendiği kimselere, yakınlarına verir; ziraat aletleri de temin ederek çalıştırır, millete çok toprak kazandırırdı. Ziraati geliştirdi. Bağlar, meyve bağçeleri yetiştirdi. Kuyular kazdırdı. Kanallar açtırdı. Arabistan’ın kuru toprakları, onun zamanında en bereketli yerler gibi olmuştu. Emniyet ve huzur da böylece kendiliğinden hâsıl olmuştu. Hırsızlık ve yırtıcı hayvanlar tarihe karışmıştı. Bunların yuvaları yerine, hanlar, müsafirhaneler yapılmıştı. Ticaret ve nakliyatta kolaylık da, bunlara bağlı olarak inkişaf etmişti. Bunlar Arabistan için, acayip ve harika sayılacak şeylerdi. Şimdi, yirminci asrın motorlu vasıtaları ile bunlar yapılamıyor. ‘Arabistanda nehrler akmadıkça, kıyamet kopmaz’ hadisi şerifi, sanki Hazret-i Osman zamanındaki medeniyeti haber vermektedir. Eshab-ı kiram, bu bereketi ve huzuru görünce, Hazret-i Osman’ın idaresini, muvaffakiyetini takdir eylediler. Onlar da halife gibi çalışmağa başladılar. Hazret-i Ali, Yenbu, Fedek ve Zühre denilen yerlerde; Talha, Gabedde; Zübeyr, Zihaşebde tarlalar ve bağlar yaptılar. Hicaz kıtası, mamur oldu. Hazret-i Osman’ın hilafeti birkaç sene daha uzasaydı, Şiraz’ın gül bağçelerini ve Herat’ın korularını geride bırakacaklardı. Ölü toprakları, halifeden izin alarak, herkesin kendi malı ile işletmesi caizdir. Bunu yapmak halifenin kendisi için de niçin caiz olmasın? Böylece yetiştirdiği mahsul, kendisine neye helâl olmasın? Hazret-i Osman, kendi malı ile, çok toprakları ihya etti. Bağlar, bağçeler yaptı. Kuyular kazdırdı. Sular akıttı. Herkese önayak oldu. Millete iş imkanı sağladı. Yeni bir çığır açtı. ‘Mal, malı çeker’ sözü gereğince, gelirleri katkat arttı. Onun zamanında, Medine’de tarla sürmeyen, bağ yetiştirmeyen kimse kalmadı. Mevdudi ile Seyyid Kutb, hiç olmazsa, Tuhfe kitabını okumuş olsalardı, Resulullahın halifelerini lekelemekten belki haya ederlerdi. Onları medh ve sena etmekten de aciz olduklarını anlarlar, edepli davranırlardı.
    Beytülmaldan Zeyd bin Sabite bin dirhem bağışladı, sözü de, hadiselere kötü gözle bakmanın ifadesidir. Birgün beytülmaldan hakkı olanlara dağıtım yapılmasını emir eylemişti. Bin dirhem kadarı artmıştı. Bunun, Müslümanların hizmetinde kullanılmasını emir buyurdu. Zeyd, bu para ile Mescid-i Nebevî’yi tamir eyledi.
    29 Ocak 2017 Pazar
  • Sual: İngiliz başbakanı Churchill’e, Osmanlı Devleti’ni yıktığı için, sonradan Türk istihbaratının suikast yaptığı, bu istikamette, Churchill’e hızla bir taksinin çarptığı ve bu vesileyle öldüğü doğru mudur?
    Cevab: Osmanlı Devletinin yıkılışı Churchill’in değil, öncelikle Büyük Britanya politikasıdır. Cumhuriyet ricalinin kendisine teşekkür etmesi daha muvafık olurdu.
    29 Ocak 2017 Pazar
  • Sual: Muhammed Esed'in Kur’an Mesajı kitabını okumak istiyorum. Tavsiye eder misiniz?
    Cevab: Muhammed Esed (Leopold Weiss), sonradan Müslüman olmuş Avusturyalı bir Yahudidir. Ancak zamanla Vehhabilerin tesirinde kalmıştır. Böylece modernist tayfa içinde mütaala edilmektedir. Hayatı alaka çektiği için, Müslümanlar arasında popüler olmuşsa da, itikadı Ehl-i sünnete uymayan, selefi ve modernist bir şahsiyettir. Kendisi de kitapları da muteber değildir. Müslümana önce lazım olan, ilmihalini ve Hazret-i Peygamber’in hayatını iyi öğrenmektir. Bundan sonra Mevâkib veya Tibyan gibi muteber tefsirleri okumak caiz olur.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: Karakol Cemiyeti ne demektir?
    Cevab: 1919’dan itibaren Anadolu'da halk mukavemetini teşkilatlandırarak İttihadcıların tekrar siyasî hâkimiyeti ele almasına çalışan gizli bir cemiyettir. Eski İttihadcılar tarafından kurulmuştur. Ankara hareketine katılanların da Anadolu’ya geçirilmesinde rol oynamıştır.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: Marco Polo’nun Çin’e gitmediği doğru mudur?
    Cevab: Marco Polo'nun Çin'e gitmediği, İran'a kadar gidip, buradan Çin’i görmüş olanların anlattıklarına dayanarak seyahatnamesini yazdığı söyleniyor. 800 sene önce cereyan eden bir hadise hakkında kati bir şey söylemek mümkün değildir. Avrupalı seyyahların bazısı gitmedikleri yerler hakkında propaganda vs maksadladla işittiklerine istinaden cildlerle kitap yazmıştır.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: Nogaylar Türk müdür?
    Cevab: Türkleşmiş ve Türklerle karışmış bir Moğol boyudur.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: Adnan Menderes inançlı birisi miydi?
    Cevab: Kendi inançlı, hayatı modern idi. Hizmeti, günahına keffaret olur inşallah. Şehidlerin günahları affolur.
    19 Şubat 2017 Pazar
  • Sual: Emir Timur’un Hazret-i Muaviye için zâlim dediği, sahabe saymadığı, Teftazânî'nin de böyle olduğu; hatta Yezid ve Velid'e laneti caiz gördüğü doğru mudur?
    Cevab: Sahabeyi sevmek, Ehl-i sünnetin kaidesidir. Emevî halifelerinin hiçbirinin İslâmiyete zararı olmamıştır. Mü’mine lanet edilmez. Ne büyük bir âlim olan Teftazânî’den, ne de dine hürmeti meşhur olan Timur’dan beklenecek bir harekettir. Teftâzânî Şerhu’l-Makâsıd’da hülâsaten der ki: “Sahabe´ye ta’zim göstermek ve onlara ta’n etmekten kaçınmak lâzımdır. Zâhiriyle onlara ta’n etmeyi icab ettiren hususları da güzelce te’vil etmek icabeder… Hazret-i Ali´ye muhalif olanlar, hak imama bir şüpheye –Hz. Osman´ın katillerine kısas yapılmamasın– istinaden başkaldırdıkları için bâğîdirler; fâsık, kâfir veya zâlim değildirler. Çünkü bir te’vilden hareket etmişlerdir. Eğer onların bu te’villeri bâtıl ise, olsa olsa, ictihadda hata ettikleri söylenebilir. Bu ise –tekfir şöyle dursun– onların fâsık olduklarını söylemeyi dahi icab ettirmez. Bu sebeple Hazret-i Ali, Şam ordusuna la’net okuyan arkadaşlarını men etmiş ve ‘Kardeşlerimiz bize karşı ayaklandı (bu onların lanetlenmesini gerektirmez)’ buyurmuştur.” Şerhu’l-Akâid’de de der ki: “Sahabe arasında cereyan eden anlaşmazlıklar ve harblerin hamledileceği mânâ ve te’viller vardır... Hâsılı müctehid seleften ve ulemâ-ı sâlihînden Muâviye ve yardımcılarına la’net ettikleri nakledilmemiştir. Çünkü onların yaptıkları son tahlilde hak imama itaatten çıkıp isyan etmekten ibarettir. Bu ise laneti gerektirmez”. Görülüyor ki zamanımızda Muâviye düşmanlarının Teftâzânî’yi delil göstermelerinin aslı yoktur. Timur ise âlim değildir. Memluk âlimlerinden İbn Şıhne’nin nakline göre, Timur Haleb’deyken “Ali, Muaviye ve Yezid hakkında ne dersiniz?” diye âlimlere soruyor. “Hepsi müctehiddir” cevabını alınca gazablanıp “Ali hakikaten öyledir. Muaviye ise zalim, Yezid ise fasıktır. Siz Halebliler Şamlıların yolundan gidiyorsunuz. Şamlılar ise Yezid taraftarlarıdır ve Hüseyn’i katl etmişlerdir”  diyor. Alimler itiraz edince “Ali haklıdır, Muaviye zalimdir deyin” deyince âlimler münakaşanın mahzurlu bir yere doğru gittiğini fark edip meseleyi kapatıyorlar. 
    27 Mart 2017 Pazartesi
  • Sual: Bir hoca, “Hadislerin toplanması uzun yıllar aldığı için, imamlarımız bazı hususlarda zayıf hadislere göre fetva vermişlerdir. Çünki sahih hadisi duymamışlardı. Ama günümüzde sahih hadislerin tamamına ulaşmak çok kolaydır. Eğer bir fetva sahih hadise uymuyorsa sahih hadise uymak gerekir. Mesela namazda ellerin göbek altında bağlanması zayıf hadistir. İmam Şâfiî’nin, ellerin göbek üstünde olması kavli, sahih hadise dayandığı için, böyle yapmalıdır” dedi. Ne dersiniz?
    Cevab: Bu söz, usul-i fıkh, usul-i hadis ve hadis tarihini bilmemek alâmetidir. Hadis-i şeriflerin toplanmasının geç olması, avam bakımındandır. Hazret-i Peygamber zamanından beri yazılmakta veya sözlü rivâyet edilmektedir. İmam Ebu Hanife tâbiîndendir. Toplananlardan daha çok hadis duymuş olabilir. Onun bildikleri, belki bugüne intikal etmemiş olabilir. Bunu başkaları bilemez. Bir hadîsin sahih olması ise, ictihadîdir. Bir âlime göre sahih olan, diğerine göre olmayabilir. Fıkhî hüküm cihetinden hadisin sıhhatinden başka şartlar da aranır. İmam Ebu Hanife’nin, takvası o kadar çok idi ki, tek kişinin bildirdiği haber-i vâhid sahih bile olsa, bununla farz veya harama hükmetmemiştir. İmam Şâfiî, sahih bile olsa, mevkuf hadise, yani rivayet eden sahabinin ismi zikredilmeyen habere hüküm bağlamamıştır.
    21 Nisan 2017 Cuma
  • Sual: İbn Hazm, Ehl-i Sünnet midir?
    Cevab: Hayır. İcmâya muhalif sözleri vardır.
    23 Mayıs 2017 Salı
  • Sual: Abdullah bin Mes’ud'un, Felâk ve Nas surelerini Kur’an’dan saymadığı iddiası doğru mudur? Şimdi bir âyeti inkâr küfr olduğuna göre, İbni Mes’ud’un bu tavrını nasıl anlamak gerekir?
    Cevab: Bu mesele, Kur’an-ı kerimin mushaf haline getirilişi sırasındaki ihtilaflara dairdir. Kat’i icmâyı inkâr küfrdür. İbni Mes’ud’un bu kanaatte olduğu rivayeti doğru ise, icmâdan evveldir. Kaldı ki bu rivayetin sıhhati şüphelidir. Senedinde zayıflık vardır. Kat’i icma dururken, böyle rivayetlere itibar edilemez. İbni Mes’ud sahabi ve büyük bir müctehiddir. Kur’an-ı kerimi en iyi bilen sahâbîlerden olduğu hadîs-i şerifle sabittir. Vahy-i ilahîye şâhid olmuştur. İlk Müslümanlardandır. İcma’ya muhalefeti tasavvur olunamaz. Böyle bir şey vârid olsaydı, diğer sahâbîler itiraz etmez miydi? İmam Bakıllânî, el-İntisar kitabında bunları uzun anlatıyor ve bu iddiayı reddediyor. Kevserî der ki, İbni Mes’ud’un mushafında, unutulması mümkün olmayan Fatiha ve Muavvizeyen sureleri yazılmamıştı. Bu, onları Kur’an’dan saymadığını göstermez. Yine Kevseri, İbni Mes'ud'a atf olunan şaz kıraatlerin ona ait olmayıp İbni Mes'ud'dan tefsir sadedinde rivayet edilen sözler olduğunu beyan eder. Mesela İbni Mes’ud, bir mushafta yanlış yazılmış Muavvizeteyn görüp de, “Bunlar Kur’an’dan değildir; bunları silin” demiş olsa, bu rivayet, dolaşa dolaşa bu şekilde intikal etmiş olabilir. ‘ büyük kıraat imamından âsım, Hamza ve Kisâî’nin silsilesi İbni Mes’ud’a uzanır. Hiçbirinde Fâtiha ve Muavvizeteyn eksik değildir. Sahih olan, bunların kıraatinde Muavvizeteyn ve Fâtiha sureleri mevcud; kunut duaları ise mevcud değildir. Şu halde İbni Mes’ud’un kavli de bundan başkası olamaz. Sitemde mushafın hikâyesi anlatılıyor. Ayrıca İslam Hukuku Tarihi kitabımı okuyunuz.
    23 Mayıs 2017 Salı
  • Sual: Sağ eli sol göğüs hizasında ceketin içine koymak Mason sadakat duruşu mudur?
    Cevab: Herkes bunu böyle bildiğine göre, değildir.
    23 Mayıs 2017 Salı
  • Sual: İslam tarihinde Arap olup Hanefi mezhebine uyan cemiyet ya da devletler olmuş mudur?
    Cevab: Hanefî mezhebinde Araplar vardır. Abbasî devletinin resmî mezhebi Hanefîlik idi. Sonra zaten Selçuklular tarih sahnesine çıktı. İslâm tarihinde resmî mezhebi Şâfiî olan Eyyübî ve Memlûk devletleri vardır. Endülüs’te ise kadılar Mâlikî mezhebinden tayin olunurdu.
    23 Mayıs 2017 Salı
  • Sual:

    Hukuk fakültesi talebesinin yaz tatilinde seyretmesi ve okuması sizce münasip birkaç film ve kitap tavsiye eder misiniz?

    Cevab: Aklıma gelen birkaç film:
    A Few Good Men 1992
    The Devil's Advocate 1997
    Judgement at Nuremberg  1961
    The Conspirator 2010
    Amistad 1997
    Primal Fear 1996
    The Firm 1993
    Catch Me If You Can 2002
    Changing Lanes 2002
    Witness for the Prosecution 1957
    A Man for All Seasons 1966
    The Winslow Boy 1999
    Becoming Jane 2007
    American Traitor 2021

    Bu da birkaç Türkçe roman:
    Budada Bir Boşanma-Marai
    Şeytanın Teğmeni-Fagyas
    Haysiyet Divanı-Fagyas
    Kontes-Habe
    Diriliş-Tolstoy
    Dava-Kafka
    Albay Chabert-Balzac
    Suç ve Ceza-Dostoyevski
    Allahın Avukatı-Morris West
    Kırmızı Pazartesi-Marquez

    24 Mayıs 2017 Çarşamba
  • Sual:

    Emevîlerin hutbelerde Hazret-i Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e lanet ettirdikleri doğru mudur?

    Cevab: Dört yüz sene evvel, “Emevîlerin hutbelerde Hazret-i Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e lanet ettirdikleri doğru mudur?” şeklinde bir sual, Muhammed Ma’sum Fârûkî hazretlerine sorulmuş, o da Mektûbât adlı eserinin 2.cildinin 36.mektubunda buna cevap vermiştir. Şöyle ki:
    “Sual: Şerhi Divan-ı Kütüb-i Tevârih’de ‘Hazret-i Emir kerremallahü teala vecheh, bir kısım insanların kendisine düşmanlığını anlayınca, Muaviye ve onun gibilerden beş kişiye, beş vakit namazdan sonra, lanet etmeğe başladı. Onlar da, bunu duyunca, Hazret-i Emir, Hazret-i Hasen, Hazret-i Hüseyin, Abdullah bin Abbas ve Mâlik-i Ejder’den müteşekkil olan beş kişiye beş vakit namazdan sonra lanete başladılar. Hatta Beni Ümeyye halifeleri, bu alçak işi büsbütün ortaya yaydı. Hutbelerde Ehl-i beyte lanet ettiler. Bu hareket, Ömer bin Abdilaziz’in bunu kaldırmasına kadar devam etti. O bu laneti kaldırıp, yerine, Nahl suresi, 90. âyet-i kerimesini okuttu. Bu hâdise olmuş mudur?
    Cevab: Tepeden tırnağa kadar rahmet olan Hazret-i Emir kerremallahü teala vecheh hâşâ ve kellâ herhangi bir Müslümana bile lanet etmemiştir. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin eshâbına ve hele çok kere hayır dua ettiği Muaviye’ye  lanet etmiş olsun. Hazret-i Emir, Muaviye ile birlikte olanlar için, ‘Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler. İctihadları ile hareket ediyorlar’ buyurdu. Bu sözü, bunlardan küfrü ve fıskı uzaklaştırmaktadır. O halde, niçin lanet etsin?
    İslâm dininde hiç kimseye, hatta Frenk kâfirine bile, lanet etmek ibâdet değildir. Beş vakit namazdan sonra dua etmek lâzım iken, kendi düşmanlığı için, dua yerine, laneti dile alır mı? Fena derecelerinin en yükseğine ve itminanın sonuna ulaşmış ve şahsi arzularından geçmiş olan Hazret-i Emir’in nefsini kendi nefs-i emmâreleri gibi, kin, inad ve düşmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek zâta, böyle bir buhtan, böyle alçak bir iftirada bulunuyorlar.
    Hazret-i Emir, fenâ fillah ve muhabbet-i Resulillah makamlarının en son derecesine ulaşmış, canını, malını, O’nun  yolunda feda etmiştir. Niçin bu dua zamanında, her iki cihanın sultanı, Peygamber efendimize  envâ-i ezâ ve cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resulünün  düşmanlarını söyleyip, onlara lanet etmedi de kendi düşmanlarına lanet etti? Halbuki ‘İctihadları ile hareket ediyorlar’ sözü, onlara düşman olmadığını gösteriyor.
    İşin esası şöyledir ki, bu muharebeler ve nizalar, düşmanlık ve kin gütmek ile olmamıştır. Hep ictihad ve [hilâfet hakkındaki nassları] te’vil ile olmuştur. Bunun için, ayıplamanın yeri yoktur. Nerde kaldı ki, lanet edilsin. Bir kimseyi kötülemek ve ona lanet etmek, bir iyilik ve ibadet olsaydı, İblis-i laîne, Ebu Cehle, Ebu Lehebe ve Peygamber efendimizi inciten, Ona cefa ve eza eden ve bu hak dine, kötülükler, ihanetler yapan Kureyşin azılı kâfirlerine lanet etmek, İslâmın icablarından olurdu.
    Düşmanlara lanet etmek emir edilmeyince, dostlara lanet sevap olur mu? Resulullah buyurdu ki: ‘Bir kimse, şeytana lanet ederse; ben zaten mel'un oldum. Bu lanetin bana zararı olmaz der. Ya Rabbi! Beni şeytandan koru derse, eyvah belkemiğimi kırdın der’. Bir başka hadisi şerifte, ‘Şeytana söğmeyiniz. Şerrinden Allahü tealaya sığınınız!’ buyuruldu.
    Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler, Hazret-i Emir’e iftiradır. Onu kötülemektir. Bundan başka, Muaviye, Hazret-i Emire, Hasen ve Hüseyn’e ve diğerlerine lanet etmeğe başladı demek de, Muaviye hazretlerine iftira olur. Tarihçiler söylüyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir. Dinin esasları tarihçilerin sözleri üzerine kurulamaz. Bu meselede, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin ve O’nun eshâbının sözlerine bakılır.
    Evet, Beni Ümeyye halifeleri senelerce minberlerde Ehl-i beyte lanet ettirdi. Ömer bin Abdülaziz, buna son verdi. Allahü teala, Ona bizim tarafımızdan büyük mükafatlar versin! Lakin Muaviye de, Emevi halifelerinden ise de, ona dokunulamaz. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onları kötülemek, onlardan bize gelmiş olan din bilgilerini bozmağa, kötülemeğe sebep olur. Hiçbir Müslüman, bunu layık görmez ve kabul edemez.” Mektûbât’tan alınan kısım sona erdi.
    Tarihçi Makrizî diyor ki: “(Hakem hâdisesinin hemen ardından) Hazret-i Ali, namaz kıldırdıktan sonra cemaate dönüp, kendisine isyan eden topluluğa beddua etmişti. Bunu öğrenen Hazret-i Muaviye, kıssacılara emir vererek, sabah namazından sonra ve akşamla yatsı arasında mescidde oturup, halka, kıssalar yolu ile kendisini ve Şamlıları övmelerini istedi. Bununla, Hazret-i Osman’ın kanını dâvâ hususunda, Şamlıların hislerini tahrik edip, onlar şevke getirmeyi arzu etmişti.”
    Makrizî Şiî olduğu halde, Halife Muaviye’nin lanet ettiğini söylememiş, hatta onu hiç itham etmemiştir. İşin aslı şöyledir ki, muhtemelen Hazret-i Ali, harb esnasında harbin mahiyeti hakkında izahatta bulunuyordu. Karşı taraf da bu usulü takip etmiştir. Bugün modern savaşlarda da moral ve propaganda faaliyetlerine çok ehemmiyet verildiği malumdur.
    İbn Teymiyye Minhacüssünne’de der ki: “İki taraf arasında muharebe esnasında lanetleşme olduğu söylenir. Muharebe ise lanetleşmeden daha büyüktür. Garip olan şudur ki, Rafıziler, Hazret-i Ali’ye sebbi kötü gördükleri halde, kendileri Hazret-i Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ayşe ve nice sahabilere sebbetmekten geri durmazlar.”
    Hazret-i Muaviye, Hazret-i Ali’nin şahadetinden sonra yirmi sene kadar yaşamıştır. Yirmi sene boyunca lanet edip ettirdiği nasıl iddia edilebilir? Hele Emevî halifeleri, seneler evvel olup bitmiş bir hâdise yüzünden neden lanet okutsun? Hutbeleri okuyan âlimler, din adamları buna âlet olur mu? Bunlar anlaşılacak, kabul edilecek şeyler değildir.
    İhtilal, kargaşa zamanında maalesef dedikodular, kötü zanlar, kötülemeler olabilir. Olsa olsa hutbede Hazret-i Ali’nin ismini zikretmemekten; nihayet bazı hareketlerini tenkitten ve Osman’ın katillerine müsamaha göstermiş olduğunu iddiadan ibarettir. Fazileti herkesçe müsellem olan bir zata karşı lanet ve kötülemede bulunmaları dinen de, aklen de; siyaseten de tasavvur edilemez.
    Muaviye’nin hilafeti zamanında, minberde Hazret-i Ali’nin isminin okunması âdeti, artık halife olmadığı gerekçesiyle kaldırılmıştır. Bu da, Şia’nın kalbindeki ateşi tutuşturmuştur. Nitekim hutbelerde halifelere dua edilir; umumi olarak ehl-i bağye lanet edilirdi. Bu da Hazret-i Emir ve Ehl-i Beyt’e lanet şeklinde lanse edilmiştir. Hâdise, Şiî taassubunun nerelere vardığını, kitlelere nasıl tesir ettiğini göstermesi cihetinden mühimdir.
    Eğer bunun devam ettiği rivayeti doğru olsa ise, bu âdetin sürdüğü zamanlarda Ali evladından nice kimseler etrafına nice kimseleri toplayıp siyasi sebeplerle ayaklanıyordu. Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiyasında tafsilatlı anlatılır. Şamlılar, buna karşı propaganda olarak bunu kullanmış olabilir.
    Ömer Nusahi Bilmen Ashab-ı Kiram kitabında der ki: “Hazret-i Muaviye’nin, Hazret-i Ali’ye ne hayatında ve ne de şahadetinden sonra seb ve lanet ettiğine dair sahih bir rivayet vardır. Bilakis kendisine hürmetkâr olduğu birçok hutbelerinden anlaşılmaktadır. Buna mukabil Hazret-i Ali’nin hutbelerinde, kendisine daha tenkitkar bir lisan kullandığı görülür.”
    Hasımlarının da itiraf ettiği gibi, Hazret-i Muaviye, halim selim bir zat idi. muhiti de şer’î edeplere riayetkâr idi. Böyle bir muhitte, lanet tasavvur edilemez. Kaldı ki lanet hakkındaki dini hükümlere, vahy kâtibi olan Hazret-i Muaviye herkesten çok vâkıftır.
    Hazret-i Muaviye’nin eshabdan olduğunda ittifak vardır. Hadis-i şerifte Eshabımı sövmeyiniz” buyuruldu. Yine, “Bir Müslümanı sövmek fısktır” buyuruldu. Bu hadis-i şerifler dururken, 14 asır evvel cereyan eden hadiseleri kurcalayıp, ne idüğü belirsiz kişilerden gelen zayıf bazı rivayetlerle ortalığı tutuşturmaya çalışmak, aklın ve dinin kabul edeceği bir şey değildir.  Bunlar, büyük nispette Emevileri gözden düşürmek için Şia tarafından uydurulmuş sistemli bir propaganda faaliyetinden ibarettir.
    İslâm tarihleri içinde itimada lâyık ve doğru olan ancak, İmam Vâkıdî, İbn Haldun ve İbn Hallikân’ın tarihleridir ki, bunlarda Sahabe-i kirâm hakkında edebe muhalif hiçbir kayda tesadüf edilmez. Bunlar arasında vâki muharebeler bahsinde eldeki tarihlerin büyük çoğunluğunun kaynakları, Abbasîler devrinde yazılıp, onların arzularına göre tertip edilerek yayılmış tarihlerdir.
    Abbasî halifeleri, Emevîlere düşman olduğundan, tarihçileri de, dünyalık ele geçirmek için, ilmi, siyasete kurban etmişlerdir. Sultanların gözüne girmek, mal ve mevki elde etmek için vakaları değiştirmekten, hadiseleri yanlış yazmaktan çekinmemiş, Emevîleri insafsızca kötülemeğe, onların hatalarını şişirmeye koyulmuşlardı. Hatta Emevîleri kötüleyen hadisler bile uydurmuşlardır.
    Şurası muhakkaktır ki, Abbasîler, Ehl-i beyte karşı düşmanlıkta, Emevîleri kat kat geçmiştir. Öyle ki, Hazret-i Hasan evlâdı, Mağrib ve Endülüs’e; Hüseyn evlâdı ise, Anadolu ve Türkistan’a kaçarak, canlarını kurtarabilmişlerdir.
    Osmanlılar, zaman cihetinden, Abbasîlere daha yakın, toprak cihetinden de, komşu olduğundan, cahil bazı tarihçiler, Abbasî tarihlerini olduğu gibi tercüme etmiş, onların tesirinde kalarak aynı hataları tekrarlamıştır. Bunlardan en objektif ve güvenilir olanlarından birisi, Nişancızade’nin Mir’at-ı Kâinat isimli tarihidir. Müellifi hukukçu olduğu için hadiseleri analitik olarak değerlendirmiş; Emevî devrini mümkün mertebe doğru anlatmıştır.
    Ebu Bekr ibnü’l-Arabî’nin el-Avâsım mine’l-Kavâsım, İbn Teymiyye’nin Minhacü’s-sünne,  Şah Veliyyullah’ın İzâletü’l-Hafâ ve Kurretü’l-Ayneyn, İbn Hacer el-Mekkî’nin es-Savâiku’l-Muhrika, Abdülaziz el-Ferharî’nin en-Nâhiyetü an Ta’nı Emîril-Mü’minîn Muaviye, Ömer Nasuhi Bilmen’in Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, Hüseyn Hilmi Işık’ın Eshab-ı Kiram kitapları dışında bu mevzuda tarafsız yazılmış muteber eser yok gibidir.
    Bir yandan tarihçiler, bir yandan da, Şah İsmailin bozguna uğrayan ordusunun döküntüsü olup, tekkelere sığınan Bâtınîler, Türk halkına ve kemale varamamış bazı tasavvufçulara Eshab-ı kiram ve Emevî düşmanlığı bulaştırdı.
    Halbuki İranlı Şiî bir yazar olan Seyyid Hüseyn Nasr bile, dört halifeden sonra Emevîlerin umumiyetle dünyevî yöneticilere benzediğini söyledikten sonra, “Bunlarla modern bir tiran arasındaki fark, günümüzde pekçok ülkede bizzat İslâm ahkâmını yıkma girişiminde bulunulurken, Emevîler devrinde yine de İslâm hukukunun uygulanmış olmasıdır” diyor. (İslam - İdealler ve Gerçekler, 120-12)
    Emevî halifeleri, yaygın propagandanın hilâfına, bir-ikisi hâriç, kötü kimseler değillerdi. İçlerinde II. Muaviye, Abdülmelik, Ömer bin Abdülaziz gibi âlim ve müttekileri ekseriyetteydi. Hânedânın kurucusu ise, Hazret-i Peygamber’in kayınbiraderi ve vahy kâtipliği yapmış olan bir sahâbîdir. Bunların idaresiyle İslâm ülkeleri her cihetten maddî ve manevî terakkîler göstermişti. Vatandaşlar sulh ve refah içerisinde idiler. İstanbul ilk defa bunların zamanında kuşatılmış ve Hazret-i Peygamber’in Buhari’de geçen “Kayser’in şehrine ilk sefer eden ordu mağfiret olunmuştur” hadîsinin müjdesine kavuşulmuştur.
    Bilhassa İspanya, daha önceleri Gotlar elinde vahşi bir belde iken, Endülüs Emevî sultanlarının emri altında, en güzel şekilde imar edilmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmıştı. İlim, sanat, ticaret, ziraat ve güzel ahlâka çok ehemmiyyet verilmişti. Avrupa’ya ilim ve estetik kıvılcımı, ilk defa buradan sıçramıştır. Evet, Emevîler arasında sefih bir hayat sürenler vardı. Ama bunların da millete bir zararları olmamış; ancak kendi nefislerine zulmetmişlerdir. İslâm hukukçuları bunların zamanında serbestçe ilmî faaliyette bulunarak fıkhı meydana getirdiler.
    Emevîler, iktidarlarının yarısına varmadan, İslâm devletini, tarihin en büyük imparatorluğu hâline getirdiler. Kısa süren hilafetleri, fetihler, imar ve ilmi faaliyetler cihetiyle İslâm tarihinin en parlak devrelerinden birini teşkil eder. Buna rağmen halkın bir kısmının kalbinde kendilerine karşı bir hoşnutsuzluk vardı. Birlik ve dirlik endişesiyle, muhalefeti sertlikle bastırdılar. Bu hoşnutsuzluğu Ali ve ehl-i beyt taraftarlığı kisvesi arkasına gizleyerek fırsat buldukça başkaldırmayı ihmal etmediler. Emevîlerin düşüşüyle beraber bu aleyhtarlık kat kat mübalağa ile dile ve yazıya dökülmüştür.
    Kurtubî’de geçtiği üzere, Emevileri hicveden şiirleriyle meşhur İbn Kays (v.694) demiştir ki, “Ümeyye oğullarından hoşlanmamanın tek sebebi, onların öfkelendikleri vakit tahammül göstermeleridir.” Yani hasımları, öfkelenip, kontrollerini kaybetsinler istiyor; olmayınca husumetleri artıyordu.
    Emevî aleyhtarlığı arkasındaki hakiki sebep şudur: Emevi halifeleri, selef-i sâlihînin yolundan ayrılmayarak, mütemadiyen iktidardaki hanedanın yıkılmasını gaye edinen muhtelif mezheplerdeki muhaliflerine karşı, mutedil, sünnî bir dini inkişafı desteklemişlerdir. İslâmiyeti bir devlet dini olarak geniş bölgelere yaymış, dindarlara saygı duymuşlardır. (Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi, 2/395-396)
    İhtilalci Ebu Müslim Horasanî’ye atfedilen ve Emevîlerin neden yıkıldığını izah eden şöyle bir söz vardır: “Dostlarını uzaklaştırdılar; düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırdıkları düşmanları dost olmadı ama, uzaklaştırdıkları dostları düşman oldu”.
    30 Mayıs 2017 Salı
  • Sual: Vehhab Allahü tealanın ismi olduğuna göre, Vehhabi demek doğru mudur?
    Cevab: Malum mezhebin kurucusunun adı Muhammed bin Abdilvehhab olduğu için, bütün Müslümanlar bu mezhebe Vehhabilik adını vermiştir. Meşhur olan isim budur. Nice ulema, bu tabir ile onları anmıştır. İbni Abidin’de, Nimet-i İslam’da da böyledir.  Caiz olmasa anmazlardı.
    21 Haziran 2017 Çarşamba
  • Sual: Ebû Tâlib icin Allah’tan rahmet istemenin itikadî cihetten bir mahzuru var mıdır?
    Cevab: Mahzurludur. Vefatına kadar iman etmediği sâbittir. Vefat ettiğinde, Resulullah aleyhisselâm, Hazret-i Ali’ye “Git babanı gasledip kefenle ve defnet; ben rabbimden istiğfar edeceğim” buyurunca, “Müminlere, müşriklerin affı için Allah'a yakarması yakışmaz” meâlindeki âyet-i kerîme (Tevbe: 113) nâzil oldu. Resulullah aleyhisselâm sonradan “Ateştekilerin azabı en hafif olanı Ebû Talibdir. Ayağına ateşten ayakkabı giydirilecek, dimâğı kaynayacak”  buyurdu. Ancak sonradan diriltilip, iman ettiğine dair bir rivayet de vardır. Ahkâmdan olmadığına nazaran bununla amel etmeye beis yoktur demişlerdir. Resulullah’ı üzecek hususlarda konuşmamak en iyisidir.
    2 Temmuz 2017 Pazar
  • Sual: Moğollar, Müslüman memleketlerini talan ederken nüfuslarının fazla olduğu “çekirge sürüsü” ifadesinden anlaşılıyor. Bu kadar çoksa bugün neden sayıca çok az Moğol vardır?
    Cevab: Moğollar, Müslüman dünyasını istilâ ettikten kısa bir zaman sonra Müslüman oldular. Bunlardan Müslüman olanlar, Türkleşti. Bugün Tatar, Kazak, Kırgız ve Özbeklerin kanında mühim nisbette Moğol kanı vardır. Müslüman olmayanların çoğu Çinlilere karıştı. Pek azı Moğol olarak kaldı. Onlar da ciddî bir kültür ve medeniyete sahip olmadılar.
    2 Temmuz 2017 Pazar
  • Sual: İbni Haldun’un laikliği müdafaa ettiği doğru mudur?
    Cevab: Ibni Haldun, şeriat âlimi ve ayrıca Mısır’da kâdi, yani şeriat hâkimi idi. Ne saçma bir iddia.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Osmanlılarda soy tükenirse Kırım hanı tahta geçiyor. Sultanzadeler neden hiç düşünülmemiş de, Giray Hanedanına hak tanınmış?
    Cevab: Böyle bir kaide yoktur. Ama bazı tarihçiler bunu rivayet ediyor. Ama itibara şayan değildir. Böyle bir şey mümkün de değildir. Tatbikatta da yaşanmamıştır. Osmanlı soyu kesilseydi, devlet de sona ererdi muhtemelen. Ama Giraylar, Osmanlı Devleti’nde resmen kabul edilen birkaç asil aileden biridir. Osmanlılar, sultanzâdelerin halka karışmasını istemiştir. Nitekim Sultan Fatih Kanunnamesi’nde, Sultanzadelere sancakbeyliğinden yukarı rütbe verilmesi men ediliyor. Devletin dirliği için Osmanlı hanedanı dışında başka soylu hanedanların teşekkülüne göz yumulmamıştır.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: İslam coğrafyasında cereyan eden zulümlere gücü yetmeyen müslümanın tavrı ne olmalıdır?
    Cevab: Dua eder.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Müslüman yaşını hicri takvime mi, miladi takvime göre mi esas alır?
    Cevab: Hicri takvim, dini işlerde esastır. Fidye ve ıskat gibi hususlarda da hicrî yıl esastır. Bunun dışında neyle ölçerse ölçsün fark etmez.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Kardeş katli meselesinde zamanın âlimlerinin padişahdan çekinerek tesir altında fetvâ vermiş olması beklenmez mi?
    Cevab: Teorik olarak mümkündür. Ancak bu fetvanın dayandığı esasları biliyoruz. Bu sebeple tesir altında kalarak verilmiş bir hüküm olduğunu söyleyemeyiz. Kaldı ki Osmanlı uleması, muayyen bir sınıf dayanışması içindedir. Bürokratlara benzemezler. Umumiyetle hep adaleti ve ilmin haysiyetini gözetmiş; hükümdarlara bile doğruyu söylemekten çekinmemiştir.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Almanya 19. yüzyılın ikinci yarısındaki ziraat ve ticarete dayalı dağınık iktisadî yapısından, hızlı bir şekilde endüstrileşmesini hangi kaynaklarla sağladı?
    Cevab: Bunun çok sayıda sebebi vardır. En başta sert, disiplinli ve çalışkan Prusyalı Alman karakteri gelir. Alman milleti, çalışmaktan, kazanmaktan usanmaz, yılmaz. Prusya, küçük Alman devletlerinin istila ederek, Alman birliğini kurdu. Büyük bir imparatorluk haline getirdi. Milli bir hanedanı da başa geçirdi. Bismark gibi yüksek meziyette devlet adamları vardı.
    Fransa ve İngiltere tehdidi; devamlı harblerde kazanılan tecrübeyi de dikkate almak gerekir. Harb nakliyatı için demiryolu, karayolu, hatta hava yolu lazımdır. Harb; sanayi, ticaret, imar ve yetişmiş eleman demektir. Almanya buna muvaffak olmuştur.
    Makinelerin imali ile daha çok tabii kaynaklara ihtiyaç duyuldu. Bundan dolayı Afrika ve diğer memleketlerde sömürgeler kuruldu.
    Essen, Duisburg gibi çelik merkezleri öne çıktı. Ayrıca Almanya’da çok zengin kömür madenleri vardır. O zaman için bu, enerji kaynağı demekti. Geniş ve verimli topraklar; Avrupa’nın, hatta Rusya’nın her tarafına dağılmış kalabalık nüfus; sanat ve kültürde isim yapmış entelektüel bir halk, Almanya’nın refahının âmilleridir.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Köy Enstitüleri hakkında ne söylenebilir?
    Cevab: Köy Enstitüleri zamanın totaliter rejiminin bir unsuru olarak kurulmuş ideolojik müesseselerdir. Köylüyü kontrol altında tutmak ve gençleri kendi ideolojilerine göre yetiştirmek maksadıyla kurulmuştur. Mezunlarını tanıdım. Ekserisi dinî ve millî şuura uzak, Marksist zihniyette kimselerdi. Bu enstitülerin Anadolu’da müsbet bir katkısı olmamıştır. Halk, bünyesine uymadığını farkettiği bu müesseselere ve mezunlarına mesafeli durmuştur. Savaşlar sebebiyle cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu köylüsünün fena vaziyette olduğu doğrudur. Anadolu çok eski bir medeniyet mıntıkasıdır. Halkın ekmek yapmayı bile bunlardan öğrendiğini söylemek çok mübalağalı olsa gerektir.
    1 Ağustos 2017 Salı
  • Sual: Amerikalıların kutladığı şükran günü dinî bir bayram mıdır?
    Cevab: Amerika'ya ilk gelen Avrupalı muhacirlerin XVII.asırda başlattığı bir âdettir. Karaya çıktıklarında kıtlık oldu. Kızılderililerin yardımıyla çabuk yetişen mısır ekerek açlıktan kurtuldular. Mısır hasadı yaptıklarında, Kızılderilileri de davet ederek açlıktan kurtulmanın şerefine hindi kesip ziyafet verdiler.
    2 Ağustos 2017 Çarşamba
  • Sual: İngiltere'nin 1900'lü yıllarda süper güç olduğunu ifade ediyorsunuz. İngiltere bu hususiyetini nasıl kaybetti?
    Cevab: İkinci Cihan Harbi, İngiltere’yi çok hırpaladı. Bundan sonra sömürgecilik devri bitti veya şekil değiştirdi. Global sermaye ABD'yi öne çıkardı.
    2 Ağustos 2017 Çarşamba
  • Sual: İmparatorluk ricâlinin çoğunun birkaç lisan bildiği malumdur. Bunu nasıl öğrenmişlerdir?
    Cevab: Osmanlı mekteplerinde Fransızca, Arapça ve Farsça okutulurdu. Harice Nezareti’nin tercüme odası, Fransızca’nın mükemmel öğretildiği bir mektep hüviyetinde idi. hususi hocalardan da ders alan çoktur. Osmanlı Devleti pek çok milletin yaşadığı bir imparatorluktur. Her millet mensubunun liyakati ve talihi varsa, yüksek makamlara gelme ihtimali vardır. Bunlar, mahallî lisanlarını da muhafaza ederler. Ayrıca bulundukları memuriyet mahallinin de lisanını öğrenecek derecede zeki ve mahirdirler. Mesela Budin valileri Macarca bilirdi.
    14 Ağustos 2017 Pazartesi
  • Sual: Adnan Menderes'in Paris'te Ayşe Sultan’ı ve annesini bulaşık yıkarken gördüğü ve "Anne affet bizi, geç geldik" dediği doğru mudur?
    Cevab: Uydurmadır. Ayşe Sultan’ın annesi sürgüne çıkmadı. Adnan Menderes’in hâdisedeki rolü için Sürgündeki Hanedan kitabıma bakınız.
    14 Ağustos 2017 Pazartesi
  • Sual: Ömer Nasuhi Bilmen’in Abduh ve Efgani hakkında müspet ifadeler kullandığı doğru mudur?
    Cevab: Maalesef, Büyük Tefsir Tarihi adlı eserinde, zamanın cereyanlarının tesirinde kalarak, tasavvufî cihetinin noksanlığından dolayı olsa gerek, böyle ifadeleri vardır.
    2 Eylül 2017 Cumartesi
  • Sual: Balkanlar Türklerin elinde kalsaydı, Türk nüfusu Anadolu’nun yarısı kadar olabilir miydi?
    Cevab: Rumeli’den göç edenler şu andaki nüfusun takriben yüzde 20’sini teşkil eder. Çoğu da yollarda ve katliamlarda vefat etmiştir.
    2 Eylül 2017 Cumartesi
  • Sual:

    Adnan Menderes Sabatayist midir?

    Cevab:

    Merhum Adnan Menderes, bahsettiğiniz Sabataycı Evliyazade ailesinden değildir. Kaimvalidesi o ailedendir. Cavit Bey ile de alakası yoktur. Dr. Nazım ile akrabadır. Zamanımızda bu hususta yapılan neşriyat mübalağalı ve kafa karıştırıcıdır. Adnan Menderes samimi bir müslüman idi. Günahları olabilir. Onu da Allahü a’lem şehadet affettirmiştir. Sadece ezanı aslına iadesi, hayırlı iş olarak ona yeter. Bütün müslümanların kalbinde müstesna bir yeri vardır. Onun hizmetini bu asırdaki devlet adamlarından kimse yapamadı. İnsanın soyu elinde değildir. Bir kimse Sabataycı asıldan bile gelse, hali hazırdaki vaziyeti mühimdir. Mümin ise, mümin muamelesi yapılır.

    2 Eylül 2017 Cumartesi
  • Sual: I. Dünya Harbi’ni başlatan Arşidük Ferdinand'ın vurulması hâdisesini tek bir kişi değil, içinde müslümanların da olduğu bir teşkilat yapmış olabilir mi?
    Cevab: Arşidük Ferdinand’ın öldürülmesi tek bir kişinin planlayıp gerçekleştirdiği bir iş olamaz. Elbette ki bir komitenin işidir. Gavrilo Princip tetikçi idi. Bu komitede kimler olduğuna dair hususi bir tetkikatım yoktur. Arşidük'ün öldürülmesinden sonra Avusturya bu işi çok büyüttü. Sırbistan'a büyük baskı yaptı. Sırbistan özür dilemesine ve bu işte bir alâkası olmadığını deklare etmesine rağmen (muhtemelen vardı), savaş önlenemedi.  Harp sırasında Sırplar da çok büyük zarar gördüler. Yüz binlercesi öldü. Komşularına karşı olan gaddarca kinlerinin sebeplerinden bir tanesi de budur.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Aclûnî Ehl-i sünnet midir? Keşfül Hafa adlı eseri muteber midir?
    Cevab: Ehl-i sünnet olmakla beraber, kitapları dikkat ve ihtiyatla okunmalıdır. Keşfü’l-Hafâ’da çok sayıda hadis-i şerif için mesafeli ve kafa karıştırıcı malumat vardır.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Hasan el-Bennâ, Ehl-i sünnet midir?
    Cevab: Seyyid Kutub gibidir. Efgani, Abduh ve Reşid Rıza’nın yolunda, selefi zihniyete yakın, ilmen zayıf, yeni içtihadlara ve mezheplerin telfikine taraftar, Ehl-i sünnetin halkı fitneden uzak tutma ve devlete isyan etmeme prensibinden habersiz idi. Ordunun içine sızarak, çok sayıda genç subayı elde etmiş; bunlar sosyalistlerle anlaşarak Melik Faruk’u tahttan indirmişlerdir. Böylece Mısır, sosyalist diktatör Nasır’ın eline geçmiştir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Eshâb-ı Kirâm adlı bir kitapta, “Arabistânda dört dâhî yetişmiştir. Hazret-i Muâviye, Amr bin Âs, Mugîre bin Şu’be radıyallahü teâlâ anhümâ ve Ziyâd bin Ebîhdir” derken; başka yerde, Ziyâd bin Ebîhi için “Arabistânın meşhûr beş dâhîsinden biridir” deniyor. Dâhiler 4 mü, 5 mi?
    Cevab: Beş diyenler de vardır ve Kays bin Sa’d bin Ubâde’yi dâhil ederler. O ölünce, Ziyad listeye girdi. İlk üçü veya dördü sahâbîdir. Ziyad, Asrı Saadet’te doğmuş olmakla beraber, sahâbî değildir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Şamlı Yuhanna Dımaşki diye bir papaz varmış. Hatta İslam aleyhine kitap da yazmış. Bu kişinin Hazret-i Muaviye'nin müşaviri olduğu doğru mu?
    Cevab: Babası Sercun, Şam'ın ileri gelenlerindendi. Hâlid Bin Velid ile sulh müzâkerelerini yürüttü. Şam’ın kapılarını Müslümanlara açtı. Maliye nazırı idi. Müslümanlar ona vazife verdiler. Bu, teknik bir iştir. Irka ve dine bakmaz. Allah, dini fâcirlerle de ayakta tutar. Oğlu Yuhanna da Emevîler zamanında maliye işlerini yürüttü. Aynı zamanda bir Hristiyan teologu idi. Bu Emevîlerin ne kadar demokrat ve müsamahalı olduğuna bir delildir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Şah Veliyyullah Dehlevî Ehl-i Sünnet midir?
    Cevab: Evet. Nakşibendi tarikatinde mürşid-i kâmil; hadis, kelâm ve fıkıhta âlim idi. Modernistler, yazılarından cımbızla cümleler çekip kendisini reformist olarak takdim etmektedirler.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Ziya Gökalp'in dindar bir şahsiyet olmadığı malum iken, “Asker Duası” adında dini muhtevalı bir şiiri vardır. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: İttihatçılar için din ve milliyet siyasetleri için bir vasıta idi. Hiç biri dindar değildi. Dindar olsalardı, Müslümanların halifesine ayaklanıp onu tahttan indirmez; on yıl içinde tarihte görülmemiş zulümleri işlemezlerdi.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Hazret-i Ebu Bekir’in bildiğim kadarıyla Bekir isminde çocuğu yok. O halde kendisine niçin Ebu Bekir denilmiştir?
    Cevab: Ebu, Arapça’da her zaman babası manasına kullanılmaz. Aidiyet için de kullanılır. Bekr, ilk, erken davranan demektir. Yani ilk Müslüman olan demektir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Ders kitabımızda sahabeden fetva verenlerin sayısının mahdut olduğu yazıyor. Hepsi müctehid değil midir?
    Cevab: Bu mesele ihtilaflıdır. Hepsi muctehid ise de, tamamı ictihad etmeyip, ictihad eden yüksek sahabilere uymuştur. Bir müctehid, ictihad etmiş ise başka müçtehide uyamaz; etmemiş ise veya zaruret varsa uyabilir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Abdulbaki Gölpınarlı Ehli sünnet mi?
    Cevab: Şiî idi.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Türkiye kurulduğu zaman bir İslam devleti miydi?
    Cevab: 1920 meclisi, Osmanlı meclis-i mebusanı sayılmaktadır. Anayasada ahkam-ı şer’iyyenin tenfizinden bahsedilir. 1924’te bunu tenfiz edecek makam, Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti; ayrıca kadı mahkemeleri ve aynı zamanda hilafet kaldırıldı. 1926’de medeni kanun kabul edilerek, şeriat tamamen lağvedildi.  1928’de devletin dini, din-i İslamdır ibaresi anayasadan çıkarıldı. 1937’de laiklik prensibi anayasaya girdi. “Hakimiyet milletindir” ifadesi, idarecileri ve kanunları yapanları güya millet tayin eder demektir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Faiz almak haram iken, nasıl oluyor da Osmanlı hükümeti Avrupa’dan borç aldı?
    Cevab: Savaş masraflarını karşılamak ve zaruret sebebiyle borç almak caizdir.
    23 Kasım 2017 Perşembe
  • Sual: Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’in Mutezile mezhebine mensup Kunduri adlı veziri vazifelendirmesini nasıl anlamak lazımdır?
    Cevab: Her cins insan, kabiliyeti gereği veya şartlar icabı vazifeye getirilebilir. Ancak bu gibi şahısların böyle vazifelere getirilmesi, tarihte menfi neticeler doğurmuştur.
    28 Aralık 2017 Perşembe
  • Sual: Düştü vaktâki diye başlayan mehter marşı, İttihad ve Terakki devrinde mi yazılmıştır?
    Cevab: Bugün mehter repertuarında yer alan marşların hemen hepsi, mehterin tekrar kurulduğu II. Meşrutiyet devrine aittir. Birkaç tane eskiden kalma veya cumhuriyetten sonra bestelenen marşlar vardır.
    28 Aralık 2017 Perşembe
  • Sual: Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ile Mısır’da Kadri Paşa’nın eserleri muhteva cihetinden birbirini tamamlayıcısı mıdır?
    Cevab: Ayrı birer teşebbüstür. Mecelle, eşya, borçlar ve usul hukukuna dairdir. Kadri Paşa’nın iki eserinden biri, ahval-i şahsiyye (şahıs, aile ve miras); diğeri ise borçlar hukukuna dairdir. Kadri Paşanın eserleri kanunlaşamamıştır.
    28 Aralık 2017 Perşembe
  • Sual: Moğollar İslam ülkelerine neden saldırdılar?
    Cevab: Cengiz Han’ın giderek güçlenmesi ve Moğol kabilelerini bir araya getirmesi ardından, Harzemşah’ın tahriki, istilanın sebebi olmuştur. Esasen o zamanki Moğollar için sebep şart değildi. Yağma ve güç gösterisi için esasıdır.
    1 Ocak 2018 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nin son zamanlarda hakiki bir meşrutiyet olduğunu söylemişsiniz. Meşrutiyette parlamento olması gerekmez mi? Parlamenter bir monarşi İslâmiyete aykırı mıdır?
    Cevab: 1876’da parlamento kuruldu. Kanunları burası yapıyor. Ama son sözü halife söylüyor. Bu sebeple İslâm hukukuna mugayir değildir. Sultan Abdülhamid iktidarının 30 senesinde ise seçimler yapılmadı ve parlamento toplanmadı. Ama yine de padişahın salahiyetleri mahduttur. İttihat ve Terakki devri bir diktatörlüğe dönüşerek bu hususiyetini fiilen kaybetmiştir.
    3 Ocak 2018 Çarşamba
  • Sual: Şerif Hüseyin Paşa ve Arap ihtilalini anlamak için ne okumamızı tavsiye edersiniz?
    Cevab: Ömer Kürkçüoğlu’nun Türk-Arap Münasebetleri; Naci Kıcıman’ın Medine Müdafaası; Hasan Bulut’un Siyah Papa; Melik Abdullah’ın Hatıraları; Reşid Rıza’nın Hatıraları; Ali Fuad Erden’in Suriye Hatıraları; Cemal Paşa’nın hatıratı; Muhammed Kürt Ali’nin hatıratı; ayrıca Hakikat Kitabevi'nin Kıyamet ve Ahiret kitabının sonu faydalıdır.
    3 Ocak 2018 Çarşamba
  • Sual: Abdülaziz Han’ın intikamını alan Çerkes Hasan Bey, o devirde ortada İslâm devleti varken ve bir insanı öldürme hükmünü ancak bir kâdı verebilecekken, kendi başına hareket edip bir can alması hukuken de dinen de mahzurlu değil midir?
    Cevab: Evet, yaptığı iş, görünüşte doğru değildir. Fakat öldürdüğü kişiler, bir padişahı tahttan indirip öldürmüş; binaenaleyh kanı heder olmuş kişilerdir. Bunun için Çerkez Hasan Bey idam edilmiş; fakat halkın vicdanında hiçbir zaman bir kâtil olarak görülmemiştir. Nitekim Sultan Abdülhamid, mezar taşına, “veliyyünnimeti uğrunda can veren ümerâ-i çerâkiseden Hasan Bey” yazdırmıştır.
    3 Ocak 2018 Çarşamba
  • Sual: Allah katında aylar 12, başlangıcı Muharremdir. Bunun Kur’an-ı Kerim'den delili var mıdır?
    Cevab: Kur’an-ı Kerim'de Allah katında aylar 12’dir buyruluyor. Hazret-i Peygamber Arabî ayları saymış ve Allah katında aylar yaratıldığı gibi böyledir buyurmuş. Bütün ibadetler, oruç, zekât, hac ve Mübarek günler, bayramlar ayın hareketlerine göre, yani kamerî (ay) takvime göre tayin edilmiştir. Bu hususta icma hâsıl olmuştur.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: Şâfiî mezhebindeki bir kişi, Şâfiî fıkhını öğrenmek için İmam-ı Gazali’nin kitaplarındaki fıkıh kısımlarını okuyabilir mi?
    Cevab: Hayır. İmam Gazâlî Şâfiî ve mezhebde müctehid olmakla beraber, Şâfiî fıkıh usulüne göre, onun kavilleri mezhebin kavilleri arasında sayılmaz. Tenvîru’l-Kulub kitabı münasiptir.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: İslam beldesinde yaşayan gayrimüslim tebaaya kilise yapma izini verilir miydi?
    Cevab: İslam beldesinde yaşayan gayrimüslimler, eğer burası sulh yoluyla alınmışsa, sulh anlaşmasına göre; anveten (savaşla) alınmışsa veya bu beldeyi Müslümanlar kurmuşsa (Bağdad gibi) halifenin izniyle mabed yapabilir; mevcut mabedlerini tamir edebilirler. Bunun için hazine de kendilerine yardım edebilir. Osmanlılarda bunun çok misali vardır. Sultan Abdülhamid devrinde pek çok fakir gayrimüslim cemaate mabed yapmaları veya mevcut mabetlerini tamir etmeleri için hazineden yardım edilmiştir. Gayrımüslimler de İslâm devletinin teb’ası, yani vatandaşıdır.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: Sultan Reşad, meşru bir halife midir?
    Cevab: Sultan V. Murad ve Sultan Reşad, meşru halife değildir. Zira meşru halifenin haksız yere tahttan indirilmesi, şer’en muteber olmaz. Üstelik bu ikisinin elinde halifelik otoritesi yoktu. Abdülmecid Efendi de böyledir. 93 Harbi'nin, Trablusgarb, Balkan ve Cihan Harblerinin kaybedilmesini de ulema buna bağlarlar.
    1 Şubat 2018 Perşembe
  • Sual: Eyüb Sultan’da eshâb-ı kiramdan Ebudderda hazretlerinin türbesi var. Sahih midir?
    Cevab: Kabri Şam’dadır. Burası makamdır. İstanbul muhasarasına iştirak etmiştir.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: H.C Armstrong'un meşhur Grey Wolf (Bozkurt) kitabı orijinal midir?
    Cevab: Latife Hanım ile Halide Edip'in anlattıkları üzerine yazdığı; Atatürk’e okunup, içinde yazanları inkâr etmediği rivayet olunur.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: Babanzade Ahmed Naim Bey'in Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesini, Tek Parti hükümetinin hazırlattığı doğru mudur?
    Cevab: Cumhuriyetin ilanından sonra, dinin modernize edilmesi projesi çerçevesinde, halkın Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerif tercümesine tevcih edilmesi düşünülmüş; bu meyanda diyanet işleri reisliği, Mehmet Akif Ersoy’a meal, Elmalılı Hamdi’ye tefsir ve Babanzade Naim’e de Buhari tercüme ve şerhi vazifesini (ücreti mukabilinde) ihale etti. Naim Efendi vefat edince, projeyi eski müderrislerden Afyonlu Kamil Miras tamamladı. Tecrid tercüme ve şerhi, ehline faydalıdır.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: Hazret-i Ali, Hz. Ebubekir e ne zaman biat etti? Hazret-i Fâtıma’nın vefatına kadar biat etmediği doğru mudur?
    Cevab: Hazret-i Ali, halife seçildiği gün gelip biat etti. Herkesin halifeye biat etmesi lazım gelmediği gibi, hanımların biati de aranmaz.  Birkaç ehil kişinin biati (seçimi) ile halife akdi tamam olur. Sonraki biatler, tayin değil, sadakat (bağlılık) biatidir. Biat etmese de, meşru halifeye itaat lazımdır. Hazret-i Fâtıma, biat etmemiş olsaydı, halifenin huzuruna çıkıp, babasının mirasını İstemezdi.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: Abdullah ibn Sebe gerçekten yaşadı mı?
    Cevab: Annesi Yemenli bir siyahi Yahudi kadın olan İbni Sebe, Hazret-i Osman zamanında müslüman olmuş; daha sonra Hicaz, Basra, Kûfe ve Şam’da aşırı sapkın fikirler yaymaya başlamıştı. Buralarda tutunamayınca Mısır’a geçti. Muhammed aleyhisselamın mesihg ibi tekrar döneceğini söyledi. Bazı Şiîlerin kabul etmesiyle, ric’at denilen bozuk akide meydana geldi. Sonra Hazret-i Ali’nin, peygamberin vasisi olduğunu; bunu çiğneyenlerin (Ebu Bekr, Ömer ve Osman’ı kast ediyor) zulüm ve küfr ile itham etti. Halkı Osman’a karşı tahrike başladı. Cemel Vak’ası’ndan evvel, iki tarafın sulha yaklaştığını görünce, hemen iki tarafı yanlış bilgilerle kışkırtarak harbe sürükledi. İlah olarak gördüğü Hazret-i Ali kendisini Medain’e sürgün etti. Hazret-i Ali’nin ölümünden sonra, onun ölmediğini, kıyamete yakın yeryüzüne döneceğini iddia etti. Gulat-ı Şia’nın kurucusu, yani aşırı Şiîlerin lideri İbn Sebe’dir. Sebeiyye yolu, kendisine nispet edilir. Bazılarına göre Abdullah bin Sevda adındaki Hireli Yahudi dönmesi ile aynı kişidir. Ebu Halef el-Kummî’ye göre, İbn Sebe, Abdullah bin Vehb ile aynı kişidir.
    Abdullah bin Sebe hakkında tek kaynak olarak Taberi, Harun er-Reşid zamanında öldürülen Seyf bin Ömer’i gösterir. Ama Makrizî, gibi Şiî asıllı tarihçiler de İbn Sebe’den bahsetmekte mahzur görmezler. İbn Sa’d ve Belazuri ile Şiî Yakubî ise kendisinden bahsetmez.
    Irak’ta şeriat fakültesi hocalarından Şii asıllı Murtaza el-Askerî, kitabında Abdullah bin Sebe’nin, 170 senelerinde vefat etmiş olan Seyf bin Ömer tarafından uydurulan bir efsane olduğunu iddia ederek; Seyf’in rivayetlerindeki bazı tutarsızlıkları delil göstermiştir. Tâhâ Hüseyin, Ali Hüseyin el-Verdî, Kâmil Mustafa eş-Şeybî, Ali Sâmî en-Neşşâr gibi modern yazarlar, Israel Friedlaender, M. Hodgson ve W. M. Watt gibi müsteşrikler de bu tenakuzlara dikkat çekmiştir.
    Gerçi Seyf, hadis ilminde makbul biri değildir. Ama hadis râvilerinin zaafı, dini ahkâm için ehemmiyet taşır; haberler için değil.
    İbn Sebe’nin varlığı hakkında yüzde yüz bir katiyet olmadığı doğrudur. Yalnız yaşamadığı kabul edilirse, şu halde o zamanki siyasi hâdiseleri bu derece karıştıran; Hazret-i Ali taraftarları arasına İslâm dışı nice inanç ve amelleri sokan kimdir?  Sebeiyye adındaki aşırı fırkanın varlığı da bir realitedir.
    5 Nisan 2018 Perşembe
  • Sual: Bir yazınızda Sultan Hamid’in tahttan indirilmesinde Jön Türkleri destekleyen Yahudi lobisinden bahsediyorsunuz. Bununla kimleri kast ediyorsunuz?
    Cevab: Bu lobinin başında banker Emanuel Carasso vardır.  İtalyan Yahudisidir. Talat Paşa'nın bankeridir. Bağdadlı David Sassoon Haskal ben Ezekiel, Jön Türklerin İngiltere ile ekonomik temasını yürütürdü. Milletvekili oldu. Sassoon’lar, Şark’ın Rothschildleri olarak tanınır. Beyrut’ta Anglo-Palestine Company mümessili Victor Jacobson; hahambaşı Haim Nahum; milletvekili Nesim Mizliyah, Maliye Nezareti müsteşarı Nesim Russo da bu lobinin önde gelenlerindendir. Dışarıdan Theodore Herzl, David Wolffsohn, Ze’ev Jacotinsky bu lobiyle münasebet halinde idi. Ayrıca gerçek Yahudi sayılmayıp Sabataist diye anılan ve İttihat ve Terakki Partisi’nde çok sayıda bulunan Yahudi dönmeleri bu devirde mühim rol oynamıştır. Sivil ve askeri bürokratlar Cemal Paşa, Cavid Bey, Mithat Şükrü Bleda, Dr. Nazım; gazeteciler Halide Edip Adıvar, Hüseyin Cahid Yalçın, Ahmet Emin Yalman, Namık Zeki Aral bunlardandır.
    15 Nisan 2018 Pazar
  • Sual: Mardinizadeler ve Erbilîler seyyid değiller mi? Eğer böyle ise, internette Sabatayist olduklarının iddia edilmelerindeki maksat nedir?
    Cevab: Mardinilerin seyyid olduğu meşhurdur. O listelere itibar edilemez. Sabatayistlerin resmî ve sıhhatli bir listesi loktur. Ancak umumi malumata istinaden söylenmektedir.
    15 Nisan 2018 Pazar
  • Sual: Çanakkale savaşında verilen şehit sayısı 253.000 kişi deniliyor bu sayı doğru mudur?
    Cevab: Zayiat adedi budur. Şehid, yaralı, kayıp, esir vs hepsi buna dâhildir. Şehid adedi 56 bindir.
    15 Nisan 2018 Pazar
  • Sual: Mustafa Asım Köksal’ın İslâm Tarihi adlı eserini tavsiye eder misiniz?
    Cevab: Evet. Ama akademik tondadır. Avam için okumak ve istifade etmek kolay değildir.
  • Sual: İskilipli Atıf Hoca’nın Teali İslam Cemiyeti reisi olduğu ve bu sebepten idamına hüküm verildiği doğru mudur?
    Cevab: Böyle olmadığı bellidir. Kaldı ki her ne kadar inkılap tarihi kitaplarında Ankara cihetinden zararlı cemiyetler arasında sayılsa da, Teali İslam Cemiyeti âzâsı olmak suç değildir. Üstelik Lozan Antlaşması'nda umumi af ilan edilmiştir. Eskiden işlenen bir suçtan dolayı ceza verilmez.
  • Sual: Hazret-i Hadice ticaret yapar; erkek ve kadın herkesle irtibat halinde iken, Peygamberimiz kendisiyle evlenmiştir. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Hazret-i Hadice ile bi’setten çok evvel evlenmiştir.  O zaman İslâm şeriatı gelmemişti. Şeriatın pekçok hükümleri, Hadice validemizin vefatından sonra gelmiştir. Bu bir. İkincisi, Hazret-i Hadice’nin ticaret hayatı yaparken, erkeklerle görüştüğünü nereden çıkardınız? Kendi kölesi Meysere vâsıtasıyla yapar; yabancı erkeklerle asla görünmez ve konuşmazdı. Tesettüre dikkat ederdi. Zaten bi’setin başında, gelenin Cebrail aleyhisselâm olup olmadığını da böyle anlamıştır. Melek geldiği zaman başörtüsünü indirmiş; melekler avret yeri açık olanların bulunduğu yere gelmeyeceği için, melek kaybolmuştur. Hazret-i Hadice, gelenin Cebrail aleyhisselam olduğunu kati olarak anlamıştır.
  • Sual: İslam hukukunda ele geçirilen bir yerde tarihi heykeller varsa yıkılması lazım mıdır?
    Cevab: Hayır. Yıkmamışlar zaten.
  • Sual: Bazı tarihçiler, hilafetin kaldırılmasının en çok İngiltere’yi rahatsız ettiğini söylüyor. Doğru mudur?
    Cevab: Böyle söyleyen bir tarihçi yoktur. Halifeliğin mahiyetini ve İngiltere’nin XIX. asırdaki dış siyasetini iyi bilen bir kimse böyle söylemez. Benim yazılarım, radyo ve televizyon programlarımda, ayrıca Osmanlı’nın Çöküşü ve Sürgündeki Hanedan kitaplarımda tafsilat vardır.
  • Sual: Umumi Harb’den sonra işgal edilen İstanbul’u İngilizlere bağlı müslüman askerlerin talan ve tecavüzlerde bulunduğu doğru mudur?
    Cevab: İşgal esnasında böyle şeyler olabilir. Olsa bile, bunu her cins asker yapabilir.
  • Sual: Eski hâkimleri ve kadıların vermiş olduğu enteresan hükümleri anlatan kitap var mıdır?
    Cevab: Bunların ekserisi Arapça, bazısı Osmanlıcadır. Hasan Basri Erk’in Adalet Tarihi Antolojisi diye bir kitabı vardı, piyasada bulunabilir mi bilemem.
  • Sual: Osmanlıların, her defasında verdiği sözde durmayan Karamanoğlu Beyliği'ne gösterdiği müsamahanın sebebi nedir?
    Cevab: Karamanoğlu Beyliği, Anadolu beylikleri arasında hem güçlü, hem de nüfusu en fazla olanlarından birisiydi. Üstelik Osmanlı hanedanı ile evlenme sebebiyle yakın akrabalıklar kurmuştu. Bunun hatırına hep tolerans görmüştür. Bir de mertlikleriyle tanınan Osmanlılar, bazen herkesi kendileri gibi zannedecek kadar saflık göstermişlerdir. Karaman Beyliği, muayyen zamanlarda suri (görünüşte) de olsa Memluklerin tâbii idi. Osmanlılar, Memluklerle arayı bozmak istememiştir. Bu toleransın, bizce malum olmayan siyasî sebepleri de olabilir.
    21 Nisan 2018 Cumartesi
  • Sual: Ziya Gökalp’in ırkı nedir?
    Cevab: Annesinin Kürd olduğu bilinmektedir. Diyarbakırlı Pirinççilerdendir. Babası Çermiklidir. Milliyeti pek belli değildir. Ama Çüngüş ve Çermik, Diyarbekir’in umumiyetle Türklerin meskûn olduğu kazalarıdır. Türk olmak ihtimali kuvvetlidir.
  • Sual: Turan neresidir?
    Cevab: Turan, İran mitolojisinde, Asya’da Türklerin yaşadığı memleketlerin adıdır. Son asırda, Türk milliyetçilerinin idealize ettiği ve Türklerin birlik halinde yaşadığı hayali bir memleketi ifade eder.
  • Sual: Evliyalıkta yükselebilmek, için bir edebi bile terk etmemek lazım gelirken, bid’at inanışla nasıl müctehid olunuyor?
    Cevab: Müctehidlikle evliyalık birbirinden farklı şeylerdir. Bid’at ehlinden olan bir kimsenin büyük bir âlim olması mümkündür. Nitekim Zemahşerî, Kadı Abdülcebbar, Zâhidî gibi Mutezile âlimleri, amelde Hanefî oldukları için, görüşleri zaman zaman Hanefî mezhebinde hüccet kabul edilmiştir. (İbni Âbidîn)
  • Sual: Selçuklu sultanlarının Keykavus, Keyhüsrev, Keykubad gibi isimlerinin bulunması Şia’ya temayül etmiş olduklarının delili sayılır mı?
    Cevab: Bunlar Şiî isimleri değil; eski İran kahramanlarının isimleridir. Selçuklu sultanların hepsi Ehl-i sünnettir. Şimdi çocuklara Oğuz, Selçuk, Bilgehan gibi isimler verilmesi, Gök tanrı dinine temayülü mü gösterir?
    4 Mayıs 2018 Cuma
  • Sual: Sarıkamış’taki şehid adedi kaçtır?
    Cevab: 23 bini donarak olmak üzere 40 bin kadar şehid vardır. Yaralı, kayıp, esir ve saire dâhil olmak üzere, tüm kayıplar 90 bin civarındadır.
  • Sual: Rûhü’l-Beyan’da Kürtler hakkında güvenilmez oldukları gibi ağır ithamlar var. Bunları nasıl anlamak icab eder?
    Cevab: O asırda Kürtlerin hepsi Müslüman değildi; çoğu Yezidî idi. Büyük bir kısmı dağlarda vahşi bir şekilde yaşıyorlardı. Huşunet erbabı idiler. Bu sözler doğru ise, o zamanki bazı Kürtler için söylenmiş olabilir. Yoksa bir topluluk, bir halk, hele bir millet için böyle tamim yapmak, umumileştirmek doğru değil. Bursevî gibi bir zattan hiç beklenmez.
  • Sual: Hüseyn Hilmi Işık’ın yazmış olduğu Eshâb-ı Kiram kitabı 2009 Baskısı 196. Sayfada, “Hazret-i Alînin çocukları arasında, insanların en iyileri bulunduğu gibi, İslâmiyyete çok zarar verenleri de vardır. İsmâ’îliyye, Zeydiyye ve İmâmiyye sapık fırkaları, onun çocuklarından hâsıl oldu. Etrâfına câhilleri toplıyarak, sayısız müslimânı yoldan çıkaran, yüze yakın torununun kanlı mâcerâları, târîh kitâblarında uzun yazılıdır." Bu ifadeleri nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Bu ifadeler Şah Veliyullah Dehlevî Hazretlerine aittir. Onun Kurretü’l-Ayneyn kitabının tercümesidir. Burada Şiîlerin, Hazret-i Ebu Bekr ve Ömer’e yaptığı iftiralara cevaplar verilmektedir. Yazılanları bu meyanda değerlendirmek lazımdır. Nitekim Kısas-ı Enbiya’da da bu hâdiseler uzun yazılıdır. Peygamberlerden başka hiç kimse masum değildir.
  • Sual: Siyaseten katl cezasını hangi Osmanlı kanunu kaldırmıştır?
    Cevab: Siyaseten katl kaldırılmamıştır. Ancak padişah bu salahiyetinden, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı ile vazgeçmiştir.
  • Sual: Endülüs maarif sistemi hakkında bir tez hazırlıyorum. Hangi eserleri tavsiye edersiniz?
    Cevab: Piyasada Endülüs kültür hayatına dair çok eser olduğu gibi, İslâm maarif sistemine dair de çok kitap ve makale vardır. Bilhassa İngilizce’de daha çoktur. Ahmet Çelebi'nin İslam'da Eğitim Öğretim Tarihi Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Hastings Rashdall, George Saliba ve Makdisi’nin eserleri tavsiyeye şayandır.
    13 Mayıs 2013 Pazartesi
  • Sual: Türklerin Anadolu ve Rumeli'de Türk olmayan halklar ile karışması ne nisbettedir?
    Cevab: Bunu tespit etmek mümkün değildir. Ama Anadolu ve Rumeli'deki Türk nüfusu ekseriyetle halistir. Türk olmayan bazı unsurlar, kitle halinde ihtida edip, millî hüviyetlerini muhafaza etmiştir. Boşnak, Arnavut, Pomak, Çerkes, Gürcü gibi.
  • Sual: Yaklaşık 10 yıldır, ferâiz ilmi ile meşgulüm. İslâm Hukuku Tarihi kitabınızda, Sevrî ve Tahâvî’nin ilk ferâiz kitabını yazdığını söylemişsiniz. Bunların ismini ve yerini bildirir misiniz?
    Cevab: Süfyan Sevrî’nin ferâiz mecmuası veya Kitabu’l-Ferâiz adlı eserinin Zahiriyye kütüphanesinde tek nüshası var. Abdülaziz bin Abdullah el-Huleyl tarafından 1410 hicrîde Riyad'da basılmıştır. Tahâvî'nin Ferâiz adında bir eserinin mevcudiyeti malum; fakat günümüze intikal ettiği malum değildir. Sevrî’ninki daha eskidir ve İslâm tarihinde ilktir
  • Sual: Günümüzde yapılan genetik araştırmalara göre Anadolu Türklerinin, Orta Asyalılarla bir bağlantısının bulunmadığı, hatta Orta Asya'dan göçün fazla olmadığı söyleniyor. Ne söylersiniz?
    Cevab: Bu tür genetik araştırmalar ciddi bir netice ifade etmez. Bir kimsenin soyundaki bir evlilik, eğer dominant ırksa, bugünki genetik hususiyetlerine rengini verebilir. Ama ırk ve millet olarak bir şey ifade etmez. Anadolu'da yaşayan insanların bir kısmı Anadolu’nun yerli halkından gelir. Büyük bir kısmı ise buraya doğudan hicret etmiştir. Bu bilinen bir tarihî keyfiyettir. Hâlihazırdaki Türkiye nüfusunun % 81’i Türk asıllıdır. %8’i Kıpçak asıllıdır ki ekseri Tatarları ifade eder. Geri kalanı Oğuz (Türkmen) asıllıdır veya Malazgirt’ten bu yana yerli halklardan Türkleşen az sayıda kişilerin soyundandır.
  • Sual: Iğdırlı bir Azeri Türküyüm. Kökenimiz hakkında çesitli rivayetler var. Aslı nedir?
    Cevab: Azerîler, XIII. asırda Moğol İstilası ile Türkistan'dan kopup gelen Oğuz Türklerinin bugünkü Azerbaycan mıntıkasında yerleşmiş olan kısmıdır. Zamanla büyük bir kısmı Safevî tesiriyle Şiîliği kabul etmiş; çok azı Sünnî olarak kalmıştır.
    26 Temmuz 2018 Perşembe
  • Sual: Yazınızda “Peygamberler masumdur; günah işlemedikleri gibi, hatada sâbit kalmaları da caiz değildir” diye yazmışsınız. Bedir’deki esirler hususunda hata etmemiş midir? Niye Ömer’i değil de, Ebu Bekr’i dinledi?
    Cevab: Yazıda zaten anlatılıyor. Hazret-i Peygamber, burada kendince daha doğru olan görüşü seçti. O da esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılmasıydı. Fakat o zaman için  bundan daha doğrusu, öldürülmesi idi. Hazret-i Peygamberin içtihadı yanlış değildi ama ondan daha doğrusu vardı. Kastettiği ceza işte bu daha doğruyu seçememenin mukabili olarak gördüğü husustur. Bundan sonra pek çok harpte esirleri fidye karşılığı serbest bırakmış ve bundan dolayı ikaz edilmemiştir. Böyle yapmak halifenin ihtiyarındadır.
    26 Temmuz 2018 Perşembe
  • Sual: Oğuz Türklerinin kökeni kime dayanır? 
    Cevab: Oğuz Han soyundan gelen kişilere Oğuz Türkleri deniyor. Türklerin ayrıldığı üç büyük koldan biridir. Selçuklu ve Osmanlılar, Oğuz Türkü'dür. Şu anda Anadolu'da yaşayan Türklerin büyük ekseriyeti Oğuz asıllıdır.
    26 Temmuz 2018 Perşembe
  • Sual: Terekemeler kimlerdir?
    Cevab: Terekeme, Türkmenler demektir. Karapapaklar diye de bilinir. Türkistan'dan gelme soylu bir Oğuz boyudur. Bir kısım zaten orada kalmış; Şah İsmail'in kırmızı börkünü giymeyi reddettikleri ve siyah kuzu derisinden börk giydikleri için Karapapak diye bilinirler. Bunlar Kafkasya’ya yerleştiler. Ondan sonra bir kısmı İran'da kaldı. İran'dakiler Şiîdir; Anadolu’dakiler Sünnîdir. Ama Türkiye'de de, İran Azerbaycanı'ndan gelme Şiî Karapapaklar vardır. Türkistan’da kalanlar Sünnîdir. Bunlardan daha Müslüman olmadan evvel bir kolu, Ruslar Ukrayna’ya yerleştirmişti.
    26 Temmuz 2018 Perşembe
  • Sual: Kaçar hanedanı, aslen nedir?
    Cevab: Kaçarlar, Oğuz Türkü'dür. Ekserisi Yıva boyundandır. Anadolu’dakiler Sünnîdir.
    26 Temmuz 2018 Perşembe
  • Sual: Balkan Harbi sırasında Talat Paşa Edirne'yi müdafaa etmeyelim demiş ve askerin arasına siyaset sokmuş; bunun üzerine Şükrü Paşa da onu asmakla tehdit etmiş. Böyle bir şey olmuş mudur?
    Cevab: İttihatçılar Balkan Harbi'nde ordunun mağlup olmasını ve böylece hükümeti devirip iktidara gelmeyi umuyorlardı. Bunun için çok uğraştıktan sonra, Bâbıâli Baskını ile emellerine ulaştılar.
    26 Temmuz 2018 Perşembe
  • Sual: Muhammed Ali Cinnah nasıl bir şahsiyet idi?
    Cevab: Hindistan’daki Şiî ekalliyetten idi. İngiltere’de yetişmişti. Hindistan bölününce, İngilizlerin desteği ile Pakistan’ın başına geldi.
    26 Temmuz 2018 Perşembe
  • Sual: Romalılar Kudüs’ü aldıkları zaman Mescid-i Aksâ’yı harap ettilerse, Peygamber efendimiz İsrâ ve Mi’rac gecesi nerede namaz kıldı?
    Cevab: Yahudiler Roma hâkimiyetine başkaldırdılar. Milâdın 66. yılında Romalı kumandan Titus, Kudüs’ü tamamen yakıp yıktı. Şehri viraneye çevirdi. Bu arada Beyt-i Makdis de yandı. Sadece Ağlama Duvarı diye bilinen batı duvarı kaldı. Romalılar Kudüs'ü tamir ettiler. Fakat Mescid-i Aksa harap vaziyette kaldı. Hadrianus zamanında (117-138) yeniden imar edilirken Beytülmakdis’in yerine Jüpiter Capitolinus Mabedi yapılmıştır. Kostantinos’un Hıristiyanlığı kabulünden sonra bu tapınağın yıkıldığı sanılmaktadır. Resulullah aleyhisselam İsra gecesi buraya geldiler. Bugün hâlâ mevcut alt kattaki mescidde namaz kıldılar. Hazret-i Ömer, Kudüs’ün anahtarını teslim aldığında kendisi de bizzat çalışarak Mescid-i Aksâ’nın Hıristiyanlık devrinde molozlar altında kalmış olan yerini temizletip Sahra’nın, yani Hacer-i Muallak’ın güneyindeki düzlükte cemaate namaz kıldırmış, daha sonra da buraya bir mescid yaptırmıştır.
    15 Nisan 2018 Pazar
  • Sual: Süleyman Kâni İrtem'in padişahlar ile alakalı yazdıkları mutemed midir?
    Cevab: Kendisi koyu bir İttihatçı subayıdır. Kitaplarının tamamı propaganda mahsulü trajikomik iftiralardan ibarettir.
    29 Haziran 2018 Cuma
  • Sual: Zamanımızda bazı tarihî hâdiselerin çarpıtıldığına şâhid oluyoruz. Siz de zaman zaman bunlara işaret ediyorsunuz. Buna dair vesikaları nasıl ve nereden buluyorsunuz?
    Cevab: Yakın tarih, tarihimizin en az ve yanlış bilinen kısmıdır. Ancak buna dair hakiki vesikalar, kitaplar, kaynaklar mevcuttur; gizli değildir. Marifet bunları bulmaktadır. Bunun için doğru bir tarih mantığı yanında, tarih bilgisine sahip olmak; tarih metodolojini bilmek; subjektif düşüncelerden arınmış olmak lazımdır. Yani kafasındaki bir fikri veya bilgiyi desteklemek için değil, doğruyu bulmak için uğraşmalıdır. Bir vesika veya beyan görünce, bunun hilafının da olabileceği şüphesini taşımalıdır. Çapraz okuma yapmalıdır. Tez ve antitez beraberce değerlendirmelidir. Resmi tarih sadece kendi ideolojisini destekleyecek kitapları ve vesikaları neşreder ve destekler. Buna muhalif olanları bulmak için biraz uğraşmak lazımdır. Zamanla insan bu hususta bir meleke kesbeder.
    29 Haziran 2018 Cuma
  • Sual: Canlı resmi caiz olmadığına göre, Selçukluların çift başlı kartalı sembol yapmalarını nasıl anlamak lazımdır?
    Cevab: Selçukluların böyle bir sembol kullandıkları kati değildir. Kaldı ki kullansalar bile sembol, neticede hürmet edilen bir şey değildir. Üstelik gözü belli olmayan canlı resmi, canlı resmi hükmünde sayılmaz. Kaldı ki hiç kimse dinde delil olmaz.
    29 Haziran 2018 Cuma
  • Sual: Dokuz Oğuzlar diye bir Türk boyundan bahsediliyor. Bunların bildiğimiz 24 boydan oluşan Oğuzlarla bir alakası var mıdır?
    Cevab: Dokuz Oğuzlarla, bizim çokça bildiğimiz Oğuzlar arasında bir alaka yoktur. Tarih kaynaklarında anlatılanlara bakılırsa yaşadıkları yer arada binlerce kilometre olan iki farklı topluluktur. Ancak isim benzerliği çoklarını şaşırtmıştır. Oğuz, aynı zamanda boylar, kabileler demektir. Memleketimizin en önde gelen Oğuzlar mütehassısı Faruk Sümer’in bile kafası bu mevzuda karışık olmalı ki, kitabının bir yerinde Dokuz Oğuzlar’ın batıya göç ederek şu anki Oğuzları teşkil ettiğini yazmış. Başka bir yerde de Dokuz Oğuzlarla Batı Oğuzlarının hiç bir münasebeti yok, demiş. Başka tarihçilerden Batı Oğuzlarının, Batı Göktürklerinden, yani On Oklardan çıktığını söyleyenler vardır. Çin kaynaklarında Dokuz Oğuzlar, Göktürk hanedanının istinad ettiği topluluk için kullanılır. Bu 9 boy Göktürk idari sınıfını teşkil ediyordu Uygurlar ise 10. Kabileyi teşkil eder. Onun için Dokuz Oğuz On Uygur bir arada kullanılır. Orhun Kitabeleri’nde isimleri geçer ve hakanın kendi halkı diye anılır. Dokuz Oğuzlar Uygurlarla beraber yaşamış; Göktürklerle savaşıp onları yenmiş ve yeni kurulan devletin başına geçmişlerdir. Zaman içinde Uygurların içinde erimiştir. Bugün Anadolu, Azerbaycan ve Türkmenistan halkını teşkil eden Oğuzlar, aynı ırktan gelen farklı bir topluluğun neslindendir.
    12 Ağustos 2018 Pazar
  • Sual: Çorum da 3 tane sahabi türbesi var. Bulundukları türbe ve oraya gelmeleri sahih midir?
    Cevab: Bunu bilmek mümkün değildir. Hazret-i Ömer devrinden itibaren müslümanlar Anadolu’ya gelmeye başladılar. Hazret-i Muaviye’den itibaren İstanbul’u bile kuşattılar. Anadolu’nun merkezinde, mesela bugün Emirdağ yakınlarındaki Amorrion’da büyük muharebeler oldu. Bu vesileyle çok sayıda sahabi Anadolu’ya gelmiş ve burada vefat etmiş olabilir. Buna dair türbeler sonradan rivayet ve keşif üzerine tesis edilmiştir
    12 Ağustos 2018 Pazar
  • Sual: Hacı Bektaş-ı Veli için Ehl-i Sünnet demişsiniz. Bazı akademisyenler ise, Baba İlyas’ın müridi olduğunu, bunların eliyle Anadolu’daki ilk gayr-ı sünnî hareketlerin teşekkül ettiğini, hatta sonra bunların (Geyikli Baba gibi) Osmanlı Beyliği'ne gittiğini söylüyorlar. Doğru mudur?
    Cevab: Ebu’l-Beka Baba İlyas 13. asırda Horasan'dan Anadolu'ya gelip Amasya'da yerleşmiştir. Ebu’l-Vefa Harezmî'nin halifelerindendir. Anadolu'da yeni Müslüman olmuş halk arasında güçlü bir otorite kurdu. Karamanlı veya Malatyalı bir Rum çocuğu olan müritlerinden Baba İshak, Selçuklu Devleti'ne karşı eski Rum topraklarında müstakil bir idare kurma sevdasına kapıldı. Hocası Baba İlyas'ın adını kullanarak, hatta onu Baba Resul adıyla bir Mehdi gibi tanıtıp, saf halkı ve Rumları aldatıp Güneydoğu Anadolu'da isyan bayrağını çekti. Baba İlyas, sözde talebesine haber gönderip nasihat ettiyse de dinletemedi. Bu sefer yenilmesi için bedduada bulundu. İsyan ile alakası olmadığı halde tevkif edilip Amasya kalesine kapatıldı. Ardından da idam edildi. Baba İshak da Selçuklu hükümet kuvvetlerine yenilip öldürüldü. Bu isyana Babaî isyanı denir. Babaî adında bir tarikat olmadığı gibi, Baba İlyas da bazı eserlerde tanıtıldığı gibi bir Râfızî dedesi değildir. Bahsettiğiniz kişi Ehl-i sünnet âlimlerini, heterodoks (gayr-ı sünnî) ve Râfızî olarak tanıtmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli, Lokman Parende halifesidir. Lokman Parende Ahmed Yesevî, o da Yusuf Hemedanî halifesidir. Hacı Bektaş’ın, Baba İlyas’dan feyz aldığı da anlatılmaktadır. Netice itibariyle Baba İlyas da, Hacı Bektaş Veli de, Geyikli Baba da Ehl-i sünnet evliyasıdır. Sonradan bazı dejenere Bektâşîlerin bunları sahiplendiği görülmektedir. Evliya olmanın şartı, büyük günah işlememektir. Doğru bir itikada sahip olmak evleviyetle lazım geldiği takdirden uzak değildir.
    12 Ağustos 2018 Pazar
  • Sual: Atatürkle İnönü arasında geçen dizbağı nişanı meselesi nedir?
    Cevab: İngiltere Hükümeti'nin Atatürk’e dizbağı nişanı vermesi fikri bazı ecnebi gazetelerde yazılmıştı. İnönü bir mecliste buna muhalefet etti. Atatürk kendisini kıskandığını düşünerek gücendi. Aralarının açılmasına bu hâdisenin vesile (sebep değil) olduğu söylenir.
    12 Ağustos 2018 Pazar
  • Sual: Yahudiler kaç gruba ayrılıyor?
    Cevab: Yahudiler mezheb olarak Ortodoks, Karai ve Samiri olarak üç mezhebe ayrılır. Karailer, Tevrat dışındaki Talmud gibi dinî kitapları kabul etmezler. Samirîlerin ayrı bir Tevrat’ı vardır.

    Yahudilerin ekseriyeti Ortodoks Yahudidir. Bunlar Tevrat ve Talmud’u kabul eder; Mâbed Devri Yahudiliği ile bugünki Yahudilik arasında bir devamlılık olduğuna inanır; Sebt (cumartesi) yasaklarına ve koşere (helâl gıdaya) riayet etmeyen Yahudileri mü’min saymaz. Modern, Haredik ve Hasidik Ortodoksluk olmak üzere üç gruba ayrılır. Bu ayrılık bilhassa kıyafet ve hayat tarzına akseder. Haredik Cemaat, Ortodoks Yahudiliğin marjinalleşmiş hâlidir. Bunun bir kolu olan ve kıyafetleri ile dikkat çeken Hasidik Cemaat, Tevrat’ın bâtınî tefsiri olan Kabbala’ya dayalı topluluktur ve tarihteki Hasidim mezhebiyle alâkası yoktur.

    Amerika’da XIX. asırda doğan Muhafazakâr Yahudilik (Masorti), geleneklere bağlılık yanında, dinin modern tefsirlerine de müsbet bakar. Bir de Yahudilikteki ırk vurgusunu, Tevrat’taki rituel ve hükümlerin çoğunu reddeden Reformist Yahudiler vardır. Daha ME II. asırda Yunan hâkimiyetinin tesiriyle Yahudilikte reform teşebbüsleri başlamıştı. XVIII. asırdan sonra bilhassa Amerika, Almanya ve Fransa Yahudileri arasında reform ihtiyacı hisseden cemaatler ortaya çıktı. Bunlar İbrânîce yerine mahallî dilde ibâdet; Sebt’in Pazar’a kaydırılması; bazı Sebt yasakları ve sünnetin kaldırılması; eskiden en az on hür erkeğin toplanmasıyla yapılabilen ibâdetler için kadınların da cemaatten sayılması; ibâdet esnasında erkek ve kadınların başlarını açmalarına izin verilmesi gibi yenilikler getirdiler.

    Bugün İsrail’deki Yahudiler kendilerini hiloni (laik), masorti (muhafazakâr), dati (dindar) veya Haredik diye vasıflandırır. Ekseri Batı Avrupa asıllılar laik, Orta Doğu asıllılar muhafazakârdır. Dati ve haredik Yahudiler, Ortodokstur.

    Yahudiler, sosyolojik olarak Aşkenaz ve Sefarad olarak ikiye ayrılır. Ekserisini Nazilerin katlettiği Doğu Avrupa orjinli Aşkenazlar sayıca fazladır; bunlar muhafazakâr ve ekonomik olarak zayıftır. İspanya orijinli Sefaradlar sayıca daha azdır; ama ekonomik ve kültürel seviyesi yüksektir; sosyal ve siyasî hayatta güçlüdür. Arapça konuşan Orta Doğu menşeli (Fas, Yemen, Mısır) Yahudileri; Aramca konuşan Irak Yahudileri; Hindistan Yahudileri, ekserisi Semerkant’ta yaşayan Türkistan Yahudileri, ekserisi Isfahan’da yaşayan İran Yahudileri, Rumca konuşan Anadolu Yahudileri, zenci Habeş Yahudileri (Falaşalar) her biri ayrı kültürel bir topluluk teşkil eder. Bunlar birbirleriyle fazla karışmazlar. Farklılıkları inanç, bilhassa ibadet usullerine tesir etmiştir.

    Milliyetçi Yahudiler, umumiyetle Siyonist olarak bilinir. Yahudi topluluğunun sadece bir kısmı Siyonist olmakla beraber, Yahudilikte ırk ile din arasında yakın irtibat bulunduğundan, Siyonist fikriyat, İsrail’de güçlüdür.

    19 Ağustos 2018 Pazar
  • Sual: Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah intihar mı etti?
    Cevab: Bir muharebede Fırat nehrinde boğularak şehid oldu.
    19 Ağustos 2018 Pazar
  • Sual: Pakraduniler adında gizli bir topluluk var mıdır?
    Cevab: Pakraduniler (Bagration ailesi), soylu bir Ermeni ailesidir. Erzurum İspir menşelidir. Burada derebeylik yaptılar. Mıntıkanın yeni fatihleri Araplarla iyi geçindiler ve onların hâkimiyeti altında hükümlerini sürdürdüler. Arap hâkimiyeti zayıflayınca, Kars civarında Ermeni kralı ilan edildiler. IX. asırda meşhur Ani şehrini kurdular. 100-150 sene refah içinde hüküm sürdükten sonra, Bizanslılara yenildiler. Ailenin bir kolu da Artvin'de beylik kurdu. Bunlar Bizans’a yakın politika takip etti. Bizanslılar, Ermeni kilisesine düşman oldukları için, bunlar Gürcü kilisesine girdiler ve Gürcü kültürüne entegre oldular. Böylece yeni ihdas edilen Gürcü krallığının başına geçtiler. 8 asır boyunca Gürcü kralları bu aileden Geldi. XIX. asır başında Ruslara yenildiler. Ailenin kalıntıları vardır. Tiflis ve Madrid’de bu aileden birer taht müddeisi yaşamaktadır. Ailenin Ermeni kolu ise Bizanslılara yenildi. Son kral, Ani’den alınıp Sivas yakınında bir köye sürgün edildi. XIX-XX. asırda Ermeni milliyetçiliği çıktığında ve tarih alaka çekmeye başladığında, bu köy halkı “Biz Pakradunilerin soyundanız” dediler. Bu iddianın temeli V. asırda en eski Ermeni vakayinamelerinden birini yazmış olan Horenli Musa’ya istinat eder. Bu kişi, Pakradunilerin resmi tarihçisi ve maaşlı memuru idi. Vazifesi bunların tarihini anlatmak ve o çağın ananesine uygun olarak Pakradunileri övmek idi. Horenli Musa, Pakardunilerin, Hazret-i Davud soyundan olduğunu, Romalılar, II. asırda Yahudileri Kenan ilinden çıkardığı zaman, atalarının Ermeni yurduna gelip yerleştiğini söyler. Böylece Pakradunileri, İspirli bir derebeyi soyu olmaktan çıkarır; hem hükümdar soyuna bağlar; hem de Hazret-i Mesihi le akraba yapar. Klasik bir ifadedir. Bir İstanbul Ermenisi iken MHP’li olan ve Türk ırkçılığını müdafaa eden Levon Panos Dabağyan (1933-2017) adında bir gazeteci, Pakraduni adını verdiği Ermeni görünen Yahudiler’in varlığını iddia etmiş; bunların İttihatçılar zamanında 1915’te Fransa ve Vatikan’ın desteği ile [o zaman Vatikan yoktur] Zeytun’da isyan ettiğini, Türkiye’yi bölme gayretine düştüklerini; bu sebeple tehcir edilerek cezalarını bulduklarını; Ermeni katliamı diye bir şeyin olmadığını;  Pakardunilerin bugün de faaliyette olup büyük İsrail’e hizmet ettiğini; tarihteki bütün kötülüklerin Yahudilerden kaynaklandığını; Ermenileri de onların bozduğunu ileri sürmüştür. Tarihi hakikatlerle ve mantıkla hiç alakası bulunmayan bu iddiayı sağcı bazı gazeteci ve yazarlar değil, amme efkârının haylisi ciddiye alıp inanmıştır. Kötü şeylerle belli bir ırk veya topluluğu irtibatlandırmak zamanın hastalığıdır. Fena bir işi yapan kimsenin illa belli bir zümreye mensup olduğu ve muayyen bir ideoloji/saik ile hareket ettiği kanaati, insanı yanlış neticelere götürür.
    14 Eylül 2018 Cuma
  • Sual: Erzincan civarında Akkoyunlu Devletine ait Koç şeklinde mezar taşları var. Bu mezar taşları ile İbrâhim aleyhisselâmın kurban hadisesine atıfta bulunuyorlarmış. Bu şekilde bir mezar taşı dikmenin İslamiyette bir yeri var mı?
    Cevab: Bu koç şeklindeki mezar taşları, Kıpçak Türklerinin âdetidir. İslâmiyetten önce Anadolu'ya gelen Kıpçaklardan kalmadır. Akkoyunlu ve Karakoyunlular ile alakası olduğu sadece bir rivayettir. İslâmiyette heykel haram olduğu gibi, heykelli veya resimli mezar taşları da caiz değildir. Hiçbir yerde bunu misaline rastlanmaz. Akkoyunlular Ehli sünnet, müslüman bir devlet idi.
    14 Eylül 2018 Cuma
  • Sual: Devlet dairelerine hükümet büyüklerinin resminin asılması ne zaman başlamıştır?
    Cevab: Tek Parti devrinde reisicumhurun resmi asılmaya başlanmıştır.
    14 Eylül 2018 Cuma
  • Sual: Selçuklu Sultanlarının Keykavus, Keyhüsrev gibi isimler taşımaları, bunların Farslaştığını göstermez mi? Bunun yerine Osmanlılar gibi eski Türk isimleri kullanabilirlerdi.
    Cevab: İsim ile Türklük şuuru arasında doğrusu bir irtibat kuramadık. Her ikisi de hem sağlam bir Türklük şuuruna, hem de kuvvetli bir imana sahip hanedanlardır. Osmanlıların hizmeti hepsinden yukarıdır.
    14 Eylül 2018 Cuma
  • Sual: 10. asırda meydana gelen Hanbelî fitnesinden söz ediliyor. Bu hâdisenin aslı nedir?
    Cevab: Bunun mezhep çatışması ile alakası yoktur. Hanbelîlerden hadis ekolü  meşrepliler ile Eş’arîler arasındaki ihtilafların neticesidir. Bu ihtilaflar da Allahü teâlânın sıfatları ve müteşabih âyet-i kerimelerinin tefsiri meyanındadır. Bazı Hanbelîler bu hususta şiddetli ve mutaassıb davranarak sınırı aşmışlar; fitne uyandırmışlardır. Büyütülecek bir şey değildir.
    14 Eylül 2018 Cuma
  • Sual: Ertuğrul Gazi’nin müslüman olmadığı, bir köyde imamın evine misafir olduğunda, imam, kendisine pencerenin kenarındaki mushafa hürmet edilmesi gerektiğini söylemiş; Ertuğrul ise bunun sebebi sormuş. Demek oluyor ki, Ertuğrul Gazi, henüz Kuran’ı tanımamaktadır. Doğru mudur?
    Cevab: Olur mu öyle şey? Bu bir menkibedir. Doğru olsa bile, Ertuğrul Gazi, bunun mushaf olduğunu bilmemiştir. Kâfir mushafa hürmetle mükellef değildir ki ev sahibi böyle ikaz etsin.
    14 Eylül 2018 Cuma
  • Sual: Tarihte müslüman devletler birbiriyle savaşırlarken kâfir bir devletle ittifak yapmışlar. Bu doğru mudur?
    Cevab: Siyasi ve askeri zaruretler bunu icab ettirebilir. Normaldir.
    17 Eylül 2018 Pazartesi
  • Sual: Halifeye biat merasimi yapılırken biat edenlerin köle olmaması mı lazımdır?
    Cevab: Evet ama, 2 hür biat ettikten sonra mesele yoktur. Tarihteki biatların çoğu seçim biatı değil, bağlılık biatidir.
    17 Eylül 2018 Pazartesi
  • Sual: Poitiers Savaşı kazanılsaydı ne olurdu?
    Cevab: Değişen bir şey olmazdı. Avrupa’yı istila kolay değildir. Poitiers’da yenilen, küçük bir Arap müfrezesi idi.
    19 Eylül 2018 Çarşamba
  • Sual: Osmanlı Devleti, Roma'nın devamı ve 3. Roma İmparatorluğu mudur?
    Cevab:
    Osmanlı Devleti, Roma topraklarının çoğunda hâkimiyet kurmuş; bazı Roma siyasî an’anelerini kabul etmiş olsa da, meşruiyet, misyon, dünya görüşü cihetiyle bambaşka devletlerdir. Yeniçağ’da Toskana gibi bazı İtalya devletleri Sultan Fatih’i Roma imparatoru ve Osmanlı Devleti’ni de Nea-Roma (Yeni Roma) olarak görmüş, hatta bunu sembolize eden madalyonlar bastırmış olsa da, bu tamamen pragmatik sebeplere dayanır. Bazı modern yazarlar, Osmanlı Devletini 3. Roma olarak vasıflandırıyorsa da, İki devletin esaslarını ve misyonunu nazara almak gerekirse, bir fantaziden ibarettir.
    19 Eylül 2018 Çarşamba
  • Sual: Bir videoda Sultan Reşad’ın göğsünde gamalı haç olduğunu gördüm. Sadece onda değil, Cihan Harbi’ndeki çoğu paşada da var. Böyle bir şey nasıl olabiliyor?
    Cevab: Yanlış görmüşsünüz. Gamalı haç Nazi devrine aittir. Haç biçimli madalya diyorsanız, bazı Osmanlı bürokrat ve askerlerine ecnebi devletler tarafından verilmiş madalyaların diplomasi icabı takıldığı vâkidir.
    5 Ekim 2018 Cuma
  • Sual: Vambery, Osmanlı casusu mudur?
    Cevab: Şarkiyatçı bir Yahudidir. Sultan Abdülhamid’e Fransızca dersi vermiştir. İkili bir ajan olduğu; hem İngiltere, hem Osmanlı Devleti için çalıştığı anlaşılıyor. Müşavir de denilebilir.
    5 Ekim 2018 Cuma
  • Sual: Cumhuriyetin ilk devrinde rejim din aleyhtarı olduğu halde Kur’an-ı kerim tefsiri ve hadis-i şerif kitaplarını neşr etmesini nasıl anlamalıyız?
    Cevab: 1930’lu yıllarda Diyanet İşleri Reisliği tarafından, Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi’ye Kur’an-ı kerimin meal ve tefsiri; Babanzade Naim ve Kâmil Miras’a da Buhârî Muhtasarı Tecrid’in tercüme ve şerhi vazifesi verilmişti. Akif ve Elmalılı’nın Sultan Abdülhamid muhalifliği; Kâmil Miras’ın İbni Teymiyye hayranlığı, yeni rejim için bir referans olmuştur. Bunlar, halkı ilmihal ve fıkıhtan uzaklaştırmak maksadına matuf modernist projelerdir. Buna rağmen bu kitaplar elbette ki sonra yazılan pek çok kitaptan çok daha ehvendir.
    5 Ekim 2018 Cuma
  • Sual: Osmanlı hanedanı dışındaki diğer Müslüman Türk hanedanları devam ediyor mu?
    Cevab: Türk devletleri, önceki hanedan mensuplarını ya ortadan kaldırırlar; ya da halka karıştırırlar. Osmanlılar da böyle yapmışlardır. Gerek Selçuklular, gerek Akkoyunlular, gerekse diğer Anadolu beyliklerinin soyundan gelenler bir müddet taşra aristokratları olarak Osmanlı hizmetine girmişlerdir. Zamanla halka karışmışlardır. Bunlardan bazılarından, meşhur insanlar ve devlet adamları yetişmiştir. Bu sebeple günümüze kadar soylarını takip etmek mümkündür.
    13 Ekim 2018 Cumartesi
  • Sual: 1500’lerden bu yana Amerika’ya göç eden Avrupalıların öldürdüğü Kızılderili sayısı belli midir?
    Cevab: Cinayet, hastalık bulaştırma,  kötü çalışma şartları gibi sebeplerle milyonlarca Kızılderili’nin öldüğü söyleniyor. Burada bir sayı vermek zor; ama yuvarlak hesap 50 milyon civarındadır.
    13 Ekim 2018 Cumartesi
  • Sual: Atatürk’ün annesinin ikinci kocası kimdir? Mektep kitaplarında gösterilen resim hangi kocasını aittir?
    Cevab: Evrenosoğlu Ragıb Bey’dir. Mektep kitaplarındaki meşhur resim muhtemelen Zübeyde Hanım’ın ilk zevci Ali Rıza Bey’e aittir. 
    19 Ekim 2018 Cuma
  • Sual: Bazı siyer kaynaklarında Mu'te Gazası için üç bin kişilik Müslüman ordusunun yüz bin kişilik Bizans ordusunu yendiği ve İslâm ordusunun on beş şehid verdiği yazıyor. Bu rakamlar doğru mudur?
    Cevab: Müsâdeme esnasında 100.000 kişinin tamamı hazır bulunmamış olabilir, ama ordunun sayısı hep böyle veriliyor. Mu'te Gazası’nda Müslümanların serdarları şehid olup, ordu bozulmuş iken, Hâlid bin Velid büyük bir maharetle düşmanı bozdu. Ancak düşmanın gerisi çok olduğu için, İslâm askerini ustaca geri çekerek Medine’ye döndü. Bu da gösteriyor ki, düşman ordusunun tamamı muharebeye katılmış değildir. Kısas-ı Enbiya’da aded vermiyor; ama büyük bir ordu olduğunu söylüyor. Mu’te, galibiyet değilse de, hezimet de değildir.
    19 Ekim 2018 Cuma
  • Sual: İstanbul’un fethindeki gemileri karadan yürütme hâdisesinin tarihte başka misali var mıdır?
    Cevab: İlk çağda Siraküza’da tatbik edildiği gibi, Turgut Reis de Cerbe Kuşatması’nda tatbik etmiştir.
    26 Ekim 2018 Cuma
  • Sual: Zülkarneyn’in, Ahameniş İmparatoru II. Kiros olduğu doğru mudur?
    Cevab: Bazıları İsrailoğullarını Babil esaretinden kurtaran Pers hükümdarı Keyhüsrev’in (Kiros) Zülkarneyn olduğunu söylüyorsa da, kati değildir.
    2 Kasım 2018 Cuma
  • Sual: Hindistan’daki Diyobendî ve Berelvî gibi gruplar Ehl-i Sünnet midir?
    Cevab: Berelviler veya Berileviler, içlerinde bazı taassup sahipleri bulunsa bile, Ehl-i Sünnettir. Diyobendîler ise Ehl-i Sünnetten Vehhâbîye kadar geniş bir yelpaze teşkil eder.
    2 Kasım 2018 Cuma
  • Sual: Sahih hadislerin bazısına uydurma diyen Abdülfettah Ebu Gudde, Sehâvî, Aliyyül-Kâri, Aclûnî, Ehl-i sünnetten çıkmaz mı?
    Cevab: Hayır. Bunlarınki ilmî bir tesbittir; ancak hata etmiş olabilirler.
    23 Kasım 2018 Cuma
  • Sual: Tarikat-ı Salâhiye nedir?
    Cevab: Hanedan sürgün edildikten sonra; Ankara’nın ortaya çıkardığı iddia edilen gizli bir cemiyettir. Güya saltanatı tekrar yerine getirmek için hanedanla irtibat halinde olduğu düşünülen 11 kişi bu vesileyle idam edilmiştir. Benim Sürgündeki Hanedan kitabıma bakılabilir.
    16 Aralık 2018 Pazar
  • Sual: Merkez Bankası’nın hissedarları kimdir?
    Cevab: A sınıfı hisseler %51’in aşağısına inmemek kaydıyla “Hazine Müsteşarlığına” aittir. Yani devletindir. Bu devletin hisseleri Merkez Bankası ilk kurulduğunda %15’idi. Yani ezici çoğunluğu yabancıların ve özel kişilerin elindeydi. Daha sonradan bu hisse oranı 1970’de %51’e, 2002’de ise %55’e çıkarılmıştır. B sınıfı hisseler ise Türkiye’nin yerli bankalarının sahip olabileceği hisselerdir. C sınıfı hisseler ise yabancı bankalar ve ayrıcalıklı şirketlerin sahip olabileceği tiptedir. (bu grupta maksimum %6 hisse payı bulunabiliyor Merkez Bankasına ait) D sınıfı hisseler ise Türk vatandaşların ve Türk ticari şirketlerinin sahip olabileceği hisselerdir.
    16 Aralık 2018 Pazar
  • Sual: Kardeş katli için her padişah ayrı ayrı fetva almış mıdır?
    Cevab: Ulemanın velev ki bazısının caiz dediği bir şey için her defasında fetva almaya lüzum yoktur. Her beş vakit namaz kılarken, her defasında nasıl namaz kılınacağı hakkında fetva sorulmadığı gibi.
    16 Aralık 2018 Pazar
  • Sual: Yeniçeri Ocağı kaldırılırken yeniçerilerin mezar taşlarının dahi kırılarak kaldırıldığı doğru mudur?
    Cevab: Öyle söyleniyor. Günümüze çok az sayıda Yeniçeri mezarının intikal etmesi bu iddiayı teyid eder vasıftadır. O zaman yeniçerilere olan nefret, büyük bir reaksiyon doğurmuştur. Bunun neticelerinden birisidir.
    16 Aralık 2018 Pazar
  • Sual: Necib Fazıl’ın Tanrı Kulundan Dinlediklerim adlı kitabında bahsettiği, Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri midir?
    Cevab: Hayır. O ve Ben ile Büyük Kapı kitabında bahsetmektedir.
    1 Ocak 2019 Salı
  • Sual: Yunan Harbi sırasındaki “Mim Mim Gurubu”nun faaliyetiyle alâkalı malumat verebilir misiniz?
    Cevab: İttihat ve Terakki hükümetinin düşmesi ve elebaşlarının kaçması üzerine memlekette kalanlar İttihat ve Terakki'nin bir devamı olarak bazı teşkilatlar kurdular. Mim Mim grubu da bunlardandır. İstanbul’dan adam ve mühimmat kaçırtarak Ankara hareketini desteklediler ve böylece sonra buraya sızma imkânı buldular.
    1 Ocak 2019 Salı
  • Sual: Urfa Siverek’te mukim Karakeçili aşireti Türk müdür?
    Cevab: Türk oldukları isimlerinden bellidir; fakat Kürt mıntıkasında ve Kürt aşiretleri arasında yaşadıkları için kültür ve lisan olarak Kürtleşmişlerdir. Tarihte bu şekilde Kürtleşen Türk veya Türkleşen Kürt aşiretleri olduğu gibi; Araplar için de caridir.
    7 Ocak 2019 Pazartesi
  • Sual: Enver Paşa’nın dine bakışı hakkında neler söylenebilir?
    Cevab: Dinsiz değildi.
    28 Ocak 2019 Pazartesi
  • Sual: Bazıları Müslümanlar için güzel günlerin yakın olduğunu söylüyor; bazıları Osmanlı garba hamile olduğu gibi, şimdi de Müslümanlığa hamile olduğunu söylüyor. Bu hususta neler söylenebilir?
    Cevab: Sultan Abdülhamid devri, İslamiyet’in parlak olduğu, dinin sertaç edildiği bir devirdi. Onun tahttan indirilmesi ile İslâmiyet pâymal oldu. Millet, sür’atle maneviyatını kaybetti. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki, “Hazret-i Ömer gelse, 40 yıl halifelik yapsa, bütün Müslümanlar ona yardım etseler, Sultan Abdülhamid devrini geri getiremezler; yani onun zamanındaki dindarlığı geri getiremezler.” Şu şuna hamileydi gibi sözler, hakikati aksettirmeyen manasız sözlerdir. Mehdî’nin çıkacağı haktır. Ehl-i sünnet inancında böyledir. Ne zaman geleceği belli değildir. İslâm güneşi battı; Mehdi gelince yeniden doğacak. Buna fazla kafa yormaya lüzum yoktur. İnsan, kendi haline bakmalıdır. İslâmiyetin ferdî yaşanma zamanıdır.
    28 Ocak 2019 Pazartesi
  • Sual: Sultan Abdülaziz tahta çıktığında, güya ben ağabeyin gibi kadınlarla, oğlanlarla meşgul olmam demiş. Tezâkir’de geçen bu söz sahih midir?
    Cevab: Her nakledilen söz, doğru diye bir şey yoktur. Cevdet Paşa da söylese böyledir. Kendisi Reşid Paşa’nın yetiştirmelerinden olduğu için, onun rakibi Âli Paşa hakkında çok mübalağalı sözler söylemektedir. Paşa, bunları uyduracak birisi değildir elbette; ama her duyduğu dedikoduyu da nakletmekten bazen çekinmemektedir. Kısas-ı Enbiya kitabında, Hazret-i Muaviye hakkındaki adi avam dedikodularını, hiçbir elemeye tabi tutmadan dercetmesi, hayreti mucibdir. Sultan Abdülaziz, bu sözü söyleyecek birisi değildir. Ağabeyine karşı her zaman hürmet ve muhabbetli idi. Yakıştırma olsa gerektir. O zaman “oğlan”, cariye ve kız için de kullanılan bir tabirdir. Bir padişahın meşru dairedeki hareketlerini, yaşantısını tenkit etmek, kimsenin hakkı ve haddi değildir.
    28 Ocak 2019 Pazartesi
  • Sual: Halifeye isyan caiz değilse, İmam-ı Azam'ın İmam Zeyd’i desteklemesini nasıl değerlendirmek lazımdır?
    Cevab:
    İmam-ı Azam’ın, Zeyd’i ve İbrahim’i desteklediği doğru değildir; muhtemelen Şiî rivayetleridir.İmam-ı Azam, İmam-ı Zeyd’den hadis rivayet etmiştir. Bu sebeple yakıştırılmış olabilir. İmam-ı Azam Ebu Hanife, fâsık, zâlim veya kâfir bile olsa halifeye veya hükümete isyanı şiddetle men eder. Bunda kendisini tehlikeye atmak vardır.Fâsık bir hükümdarın kan dökülmeden, fitneye sebep olmadan azli mümkün ise azledileceğini; değil ise sabredileceğini buyurmuştur. Hazret-i Hüseyn’in torunu İmam Zeyd ise yanındakilerin hıyanetleri sebebiyle isyancı pozisyonda düşmüştür. Neticede isyan etmiş olsa bile günahtır; bu şer’en caiz olduğunu göstermez. Hazret-i Hüseyin ve Abdullah bin Zübeyr hareketleri tam manası ile isyan sayılmaz. Her ikisi de sahabidir ve ictihadıyla hareket etmiştir. Hüseyn, efdal varken, mefdulün, yani faziletli biri varken, daha az faziletlinin hilafetine muhalif ictihadda idi. bu sebeple Yezid’e biat etmemişti. Kûfeliler, kendi siyasî emelleri için Hüseyn’i istismar ettiler. Abdullah bin Zübeyr ise, bir rivayette iktidar boşluğunda kendisini halife ilan etmişti. II. Muaviye tahttan feragat edip daha Mervan’a biat edilmeden kendisini halife ilan etmişti. Kaldı ki Hicaz ve Şam o zaman iki ayrı memleket olarak kabul edilebilir.
    28 Ocak 2019 Pazartesi
  • Sual: Şemseddin İltutmuş’un, Celaleddin Harzemşah’a Moğollara karşı olan mücadelesinde yardım etmesi gerekmez miydi?
    Cevab: Bunlar politik ihtilaflardır. Gerekirdi gerekmezdi diye bugünden hüküm veremeyiz. Mağrur Celaleddin Harzemşah, Moğollara bulaşarak hata etmiş; bütün Müslüman âlemine zararlı olmuştur. Onun açtığı belaya herkes bulaşacak ve uğradığı felakete herkes uğrayacak diye bir kaide yoktur.
    28 Ocak 2019 Pazartesi
  • Sual: Hezarfen Ahmed Çelebi’nin Galata kulesinden uçarak Üsküdar’a inmesi üzerine, padişahın bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp Cezayir’e sürdüğü doğru mudur?
    Cevab: Bu hâdise bir efsanedir. Hezarfen Ahmed Çelebi adında birinin yaşadığı ve Galata Kulesi'nden uçarak Üsküdar'a kadar gittiği sadece Evliya Çelebi'nin rivayetidir. Hiçbir muteber kaynakta geçmez. Ne Osmanlı kroniklerinde, ne arşivde böylesine mühim bir hâdisenin kaydı vardır. Evliya Çelebi, işittiği herşeyi, doğru-yanlış mizanına vurmadan kaybolmasın diye kitabına almıştır.
    13 Şubat 2019 Çarşamba
  • Sual: İngiltere, Atatürk’e dizbağı nişanı vermiş midir?
    Cevab: Verilmesi konuşulmuş; ama verilmemiştir. Atatürk ve İnönü arasında siyasî bir krize sebep olmuştur.
    13 Şubat 2019 Çarşamba
  • Sual: Otrar faciası olmasa Moğol istilası olmaz mıydı?
    Cevab: Harzemşah’ın, Moğol tüccarının öldürülmesine kayıtsız kalması; üstelik Cengiz’in elçilerini öldürtmesi büyük bir kabahattir ve Moğol istilasının sebebidir. Moğollar başka bir bahaneyle istilaya kalkışsa bile, bu kadar büyük ölçekte felâketler olmazdı.
    13 Şubat 2019 Çarşamba
  • Sual: Yunan Harbi’nde Yunanlıların yenilmesi kralın ölümüyle mi alakalıdır?
    Cevab:
    Genç Yunan Kralı Alessandros’u bahçede beslediği bir maymun ısırdı. Kan zehirlenmesinden öldü. Bu kral, Anadolu’nun işgaline taraftar değildi. Halbuki bizde bu maymun için kahramanlık şiirleri yazanlar olmuştur. Kaldı ki o zaman Yunanistan’da hükümet kralın elinde değildi. Venizelos hâkimdi. Onun ardında da İngiltere ve şahin generaller vardı. Yeni kral, harbe ve Anadolu işgaline bir şekilde razı edildi. Ancak Yunan ordusunun ikmali kâfi değildi. Yardım da almıyordu. Askerler moralsizdi. Üstelik kumandan harbi İzmir’den idare ediyordu. Buna rağmen Ankara önlerine kadar gelebildiler. Ama bu şartlarda yenilmeleri mukadderdi. Bu sebeple Sakarya Harbi'nde koordinasyonsuzluk yaşadılar ve geri çekildiler. Ankaralılar da bunu fırsat bilip arkadan bastırdılar.
    13 Şubat 2019 Çarşamba
  • Sual: “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu” hadis-i şerifi, halifelerin üstünlük sırası nazara alınırsa nasıl değerlendirilebilir?
    Cevab: 4 halifenin üstünlüğü halifelik sırasıyladır Ancak bu üstünlük fadl-ı kül cinsindendir. Umumi üstünlük cihetiyledir. Hususi üstünlükler olabilir. Bunlardan biri, diğerinden hususi bir şeyde üstün olabilir.
    13 Şubat 2019 Çarşamba
  • Sual: Hüseyin Rahmi Gürpınar ittihatçı mıdır?
    Cevab: Hayır. 
    13 Şubat 2019 Çarşamba
  • Sual: Büyük İskender Makedon mudur, Yunan mıdır?
    Cevab: İskender, bir Ârî ırk olan ve bugünkü Makedonlar gibi bir Slav Bulgar ırkı olmayan Eski Makedon ırkındandır. Fakat Yunanca konuşan, Yunanlaşmış bir hanedana mensuptur. Hocasının Aristo olduğunu söylemek, İskender'in hangi kavimden olduğunu net şekilde açıklar.
    13 Şubat 2019 Çarşamba
  • Sual: Türk tarihinde heyet adında gizli bir teşkilat olduğu, nesilden nesile intikal eden bir faaliyet gösterdikleri, birbirine geçmiş üç hilalli sembol kullandıkları, tarihî hâdiselere müdahale ettikleri, Alpaslan, Osman Gazi, Sultan Fatih, Sultan Abdülhamid, Enver Paşa, Mustafa Kemal vs gibi tarihî şahsiyetlere vazife verdikleri doğru mudur?
    Cevab: Hayal mahsulüdür.
    13 Şubat 2019 Çarşamba
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde anayasa yoktu, sözü düşmanca bir değerlendirme midir?
    Cevab: Osmanlı Devleti'nin modern manada yazılı bir anayasası yoktur. Çünkü şer’î kaideler, anayasanın yerini tutmaktadır. Bugün İngiltere'de Kanada'da Avusturalya'da İsrail'de yazılı anayasa yoktur.
    13 Şubat 2019 Çarşamba
  • Sual: Tahsin Paşanın Hatıraları doğru ve güvenilir bir kaynak mıdır?
    Cevab: Neşredildiği zamanı dikkate alırsak bazı hususlarda rüşveti kelamda bulunmuş olduğu görülür. Bunun haricinde oldukça muteberdir.
    22 Şubat 2019 Cuma
  • Sual: Babürlü hükümdarları Ehli Sünnet midir?
    Cevab: Ekber Şah hariç, diğer hepsi Ehli sünnettir. Yalnız Selim Cihangir, İranlı bir vezirin kızı olan zevcesi tesiriyle Şiilere meyl etmiş; onun zamanında sünnîler sıkıntı çekmiştir.
    22 Şubat 2019 Cuma
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde alkol, sigara gibi kalemlerden vergi alınıyor muydu?
    Cevab: Evet. Alkollü içki satışı ancak gayrı müslimler arasında olabilirdi.
    22 Şubat 2019 Cuma
  • Sual: Şeyh Edebâli’nin vasiyeti sahih midir?
    Cevab:
    Edebiyatımızda nasihat tarzı eserler Ey oğul diye başlar. Bu güzel nasihat, tarih cihetiyle doğru değildir. Tarık Buğra’nın Osmancık adlı romanında tertip edilmiştir. 16.asırdan sonra yazılan bazı tarihlerde Şeyh Edebali ve devletin bidayetindeki rolünden bahsedilir; ama bu haliyle nasihatten bahis yoktur.
    22 Şubat 2019 Cuma
  • Sual: Köy enstitülerinin açılma sebebi, maksadı nedir?
    Cevab: Köyün istidadlı gençlerini inkılapçı hedefler istikametinde yetiştirerek köylülere rol modeli hâline getirmek ve ayrıca köylüyü yerinde tutmak maksadıyla kurulmuştur.
    22 Şubat 2019 Cuma
  • Sual: Padişahdan dul kalan hanımların çocuğu varsa başka birisiyle evlenmesi yasak ise, Sultan Abdülmecid’in zevcesi Bezmi Hanım neden bu kâideyi bozmuştur?
    Cevab: Bu kanun değil, âdettir. Bilhassa son devirde istisnası vardır.
    22 Şubat 2019 Cuma
  • Sual: Bacıyan-ı Rum teşkilatı, Osmanlı Devleti’nin kurulmasında faaliyette bulundu mu?
    Cevab: Böyle bir teşkilat yoktur. Selçuklular zamanındaki göçebe Türkmenlerin icabında muharebe olduğunda müsademeye katılan kadınları var olması çok tabiidir. Ondan sonra bunları bacıyan-ı Rum diye isimlendirmişlerdir. Bu husustaki mübalağalı değerlendirmeler, Bektaşi yakıştırması olsa gerektir.
    2 Mart 2019 Cumartesi
  • Sual: Cemal Paşa, İtilaf devlerine sultan olma mukâbilinde Enver Paşa ve padişah aleyhinde hareket edeceğine dair bir antlaşma teklif etmiş midir?
    Cevab: Cemal Paşa için Suriye sultanlığı teklif edildi. Kabul etti. Fakat Ruslarla Fransızlar anlaşamadığı için proje akim kaldı. Cemal Paşa’nın, Harb-i Umumi esnasında Mustafa Kemal Paşa ile anlaşıp, Enver Paşa diktatörlüğüne darbe yapmaya teşebbüs ettikleri; ancak bazı sebeplerle muvaffak olamadıkları bilinen bir keyfiyettir.
    2 Mart 2019 Cumartesi
  • Sual: Osmanoğullarının, kendilerine yapılanlara rağmen, cumhuriyeti kuranlar hakkındaki beyanları nasıl değerlendirilebilir?
    Cevab: Hepsi yakın tarihi iyi bilirler. Ama nerede, kime ve nasıl konuşulacağını da bilhassa eskileri çok iyi bilirler. Başlarına yeni belaların gelmesinden azami korku içindedirler.
    2 Mart 2019 Cumartesi
  • Sual: Mustafa Kemal İttihat ve Terakki Cemiyeti azası mıydı?
    Cevab: Evet.
    2 Mart 2019 Cumartesi
  • Sual: Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek için Selanik’ten gelen hareket ordusunda Mustafa Kemal de var mıydı?
    Cevab: Ordunun erkân-ı harb kumandanı (kurmay başkan) idi. Hatta orduya bu ismi veren de odur. Ayrıca Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Refet Bele gibi nice kumandanlar bu orduda idi.
    2 Mart 2019 Cumartesi
  • Sual: Atatürk’ün cenaze namazı kılındı mı?
    Cevab: Kızkardeşi Makbule Hanım'ın ısrarı üzerine zamanın diyanet işleri reisi Şerefeddin Yaltkaya tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda Türkçe olarak kıldırılmıştır.
    2 Mart 2019 Cumartesi
  • Sual: Falih Rıfkı Atay Sykes Picot Antlaşmasıyla Çarlık Rusya’ya İstanbul’un vaad edildiğini ve Bolşevik inkılabı olmasaydı, İstanbul’un Ruslarca işgal edileceğini söylüyor. (Çankaya). Çarlık Rusya’sının yıkılmasının sebeplerinden birisinin de Çanakkale zaferi olduğuna göre, bu zaferin, İstanbul’un Ruslarca işgalinden bizi kurtardığını söyleyebilir miyiz?
    Cevab: Bolşevik İhtilali olmasaydı ve Rusya harbden çekilmeseydi, Çanakkale geçilmese bile İstanbul Ruslara verilebilirdi. Fakat bu bir aldatmacadır. İngiliz ve Fransızlar hiçbir zaman Boğazları Ruslara vermezlerdi. Bunu, o zaman Rusya'ya taviz olarak söylemişlerdir.
    2 Mart 2019 Cumartesi
  • Sual: Hammer’in Osmanlı Tarihi okunabilir mi?
    Cevab: Hammer’in Osmanlı Tarihi kıymetli bir eserdir. Ancak Hammer, eksik bildiği hususlarda yanlış malumat verir veya hâdiselere taraflı yaklaşır. Bu sebeple avam için faydalı değildir.
    2 Mart 2019 Cumartesi
  • Sual: Hadım Sinan, Hadım Atik Ali Paşa gibi akağalar, Enderun erkânından mıdır? Esir edilince mi hadım ediliyordu?
    Cevab: Akağalar, yani kapı ağaları, Enderun memurlarındandır. Enderun-i Hümayun’un disiplin amirleridir. Padişahın arz ağalarındandır. Has odada padişahın yanına her zaman girip çıkabilirler. Hammer, akağaların hadım edildiğini yazıyor ise de, Pakalın bunların doğuştan böyle olduğunu yazıyor. Zaten zenci hadım ağalarından farkı budur. Onların çoğu sonradan Afrika’da ihsâ edilmiştir. Akağaların ekserisi Boşnak, bir kısmı Anadolulu Türklerdendir. Bunlar Enderun erkânındandır. Fakat Enderun-ı Hümayun talebesi değildir. Tıpkı cüceler veya dilsizler gibidir. Ama içlerinden Enderun subaylığına yükselenler; hasodabaşı, hazinedar olanlar var. Her zaman hasoda subayları ile ihtilaf halinde oldukları anlatılır. Çorlulu Ali Paşa zamanında silahtar, akağanın önüne geçmiş ve akağaların mevkii giderek zayıflamıştır. Eskiden haremin inzibatı da bunlara ait iken, siyahî ağalara geçmiştir.
    19 Mart 2019 Salı
  • Sual: Bergama Mabedi Almanya’ya nasıl kaçırıldı?
    Cevab: 1860’larda demiryolu inşaatı için Anadolu'ya gelen bir Alman, Bergama Mabedi’ni buldu. Buradaki kazılarda elde ettiklerini Çandarlı Limanından Alman gemileriyle yavaş yavaş Almanya'ya gönderdi. Burada bulduğu altınları da Osmanlı hükümetine vererek yaptıklarını kamufle etmeye çalıştı. Ondan sonra iş ortaya çıkacak gibi olunca, kazı izni aldı. Fakat zaten mühim parçaları Almanya'ya göndermişti. Osmanlı hükümeti bunu Almanya’ya iade ettirmeye muvaffak olamadı.
    19 Mart 2019 Salı
  • Sual: Schindler’in Listesi filmindeki hadise gerçek midir?
    Cevab: Evet. Holokost zamanında bazı Almanlar, Nazilerin emirlerine uymamış veya savsaklamış ya da örtbas etmiştir.
    24 Mart 2019 Pazar
  • Sual: “Fethetmek” fiilinin hususi bir manası var mı? Kâfirlerin yaptığına fetih denebilir mi? Tarihte Sultan Mehmed’den başka Fâtih adıyla anılan başka kimse var mıdır?
    Cevab: Açmak,  bir toprağı zaptetmek manasına Arapçadır. Fetih ile cihadın mutlaka bir irtibatı olmaz. Harbde toprak alınırsa fetih olur. Gayrı müslimlerin aldığı yerler için de fetih kullanılır. İstanbul'u fethettiği için Sultan Mehmed’e bu isim verilmiştir. İstanbul’un fethini müjdeleyen hadis-i şerif'te fetih kelimesi geçiyor. Tarihte Fâtih diye anılan başka kimseler de var. Mesela Normandiya Dükü Fâtih William var; İngiltere'ye fethetmiştir.
    24 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Enver Paşa imlasıyla klasik Osmanlıca arasındaki fark nedir?
    Cevab: Enver Paşa, harf inkılabı yapmaya çalışmıştır. Arabî harflerin bazısı öncekine veya sonrakine veya her ikisine bitişik yazılır. Enver Paşa imlasında tamamen Latin harfleri gibi birbirinden ayrı yazılmaktadır. E i ve ü hallerini ise önüne getirdiği elif vav ve ye ile işaret etmeye çalışmıştır. Bu imla ile birkaç kitap basılmış ise de tutmamıştır; okunması zordur.
    24 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Çanakkale’de askerin yemek menüsü olarak elde dolaşan iaşe listesi hakikat midir?
    Cevab: Doğru değildir. Bu hayali liste, İlhan Selçuk’un Irak cephesini anlatan bir romanında geçer. Üstelik Irak cephesi 2 sene sonradır. Genelkurmay arşivlerine göre, Çanakkale Cephesinde bir askere verilen günlük tayın şöyledir: Peksimet 600 gr. Bulgur ve Pirinç 150 gr. Çorbalık Konserveler 100 gr. Tereyağı ve Zeytinyağı 20 gr. Tuz 20 gr. Soğan ve Sarımsak 20 gr. Kuru Sebze 120 gr. Sebze Konserveleri 150 gr. Kuru Üzüm 50 gr. Çerez 250 gr. Kavurma, Pastırma, Sucuk ve Kuru Balık 125 gr. Et Konserveleri 200 gr. Zeytin ve Peynir 160 gr. Çay 1 gr. Şeker 10 gr. Sabun 9-10 gr. Gaz 30 gr. (asgari verilmesi gereken miktar ise 5 gr.). Çanakkale, en zengin cephedir. Sonra Suriye ve Filistin gelir. Kafkas cephesinde mevcut az, ama mühimmat ve iaşe iyidir. Irak cephesinde hepsi kötüdür. Hamaset kokan bu gibi haberler, tarihi tahrif ve ecdadı tahkirden başka bir şey değildir.
    24 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Çanakkale cephesinde üstü başı perişan genç iki askerin kim olduğu belli midir?
    Cevab: Son zamanlarda pek popüler olan ve her yerde duvarlara asılarak, Çanakkale muharebesinin nasıl zorluklar altında kazanıldığını göstermek isteyen bu resim uydurmadır. Resimdekiler Çanakkale’den 2 asker değil;  1940’larda Çiğli hava üstünde çalışan işçilerdir. Bunlar Bolulu iki köylüdür. İsimleri İbrahim Bayseç ve Niyazi Yıldırım’dır. Her ikisi de 1911 doğumlulardır. İlki 1982, diğeri 1994'te öldü. Hava üssünde çalışırken Alman bir mühendis çekmiş. Geçenlerde ilkinin çocuğu çıktı, gazetelere beyanat verdi.
    24 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Sizce İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmak isteme sebebi nedir?
    Cevab: Görünürdeki sebep, Avrupa Birliği mevzuatı ile İngiliz hukukunun birbirine uymaması ve problemler meydana getirmesidir. Görünmeyen sebep, Avrupa Birliği’nin çöküyor olmasıdır. İngiltere, artık kendisini bu birlikte görmekte bir menfaat bulmamaktadır.
    31 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Kanal İstanbul faaliyete geçtiği zaman, Türkiye olarak tüm gemileri buradan geçmeye mecbur kılabilir mi?
    Cevab: Montrö Anlaşması çerçevesinde böyle bir şeye zorlamak mümkün değildir. Ancak gemiler belli bir sıraya göre geçtikleri için, Boğaz girişinde beklememek için para verip buradan geçmeyi tercih edebilirler. Kanal, daha ziyade büyük şirketlere, global sermayeye ait gemilerin ve malların daha hızlı sirkülasyon yapmasına yardımcı olacaktır.
    31 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Bir yerde “1 Kasım 1922 de saltanat kaldırıldı. Saltanattan ayrı ve icraî salahiyeti bulunmayan tamamen sembolik bir halifelik tesis edildi” demişsiniz. Başka bir yerde, “Sultan Vahîdeddin hâin değildi. Padişahın îcrai salahiyeti yoktu” dediniz.  Bu iki sözün arasını nasıl telif edebilirsiniz?
    Cevab: Devleti, hükümet idare eder, kararlar alır, anlaşma yapar; ancak aldığı kararlar, anlaşmalar padişah imzalamadıkça yürürlüğe girmez. Yani hükümet, padişahın istemediği hiçbir şey yapamaz; ama padişah da her istediğini yapamaz. Abdülmecid Efendi’nin ise hiçbir salâhiyeti yoktu. Halbuki halife, aynı zamanda devlet reisidir. Aradaki farkı anlamalıdır. Mondros Mütarekesi, bir silah bırakışdır. Sevr Muahedesi ise milletlerarası bir anlaşmadır. Milletlerarası anlaşmaların prosedürü vardır. Hükümet delege seçer, gönderir. Delege, paraf eder, bundan sonra imzalar. Ondan sonra hükümet kabul eder. Ondan sonra parlamento tasdik eder. Ondan sonra devlet reisi tasdik ederse meriyete (yürürlüğe) girer.
    31 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Mustafa Kemal Paşa’nın kumandasındaki ordunun Filistin cephesinde yetmiş beş bin asker esir verdiği bilgisi hangi kaynaklarda bulunmaktadır?
    Cevab: Mesela Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam kitabı. 1. Cilt, 302. Sayfa.
    31 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Makedonya kralı İskender’e, Büyük İskender demekte beis var mıdır?
    Cevab: Zaten öyle biliniyor. Ama Zülkarneyn o değildir. 
    31 Mart 2019 Pazar
  • Sual: Sivas Kongresi’nde bir hayli manda taraftarı olduğu anlaşılıyor. Mustafa Kemal Paşa da manda taraftarı mıydı? 
    Cevab: O buhranlı zamanlarda, doğrudan muharebe yapılmamış bir büyük devletin Anadolu topraklarında mandater olmasına çok kimse sıcak bakıyordu. Mustafa Kemal Paşa da manda taraftarıydı. Bunu açıkça söylüyordu. Hatta Sivas Kongresi’nde mandaya sıcak bakan bir madde kabul edilmişti (6. Madde) Fakat o arada Amerikan hükümeti, mandayı kabul etmeyeceğini söyledi. Mustafa Kemal Paşa, bunu bir gazeteciden öğrendi ve hemen manda aleyhinde beyanat verdi. Sivas Kongresi’nin mandayı kabul eden meşhur 6. maddesi inkılap tarihi kitaplarından çıkarılmıştır. Buradaki manda, koruma, protektora demektir. Burada bir umumi vali oluyor. Kendi hükümeti vardır. İçişlerini kendi idare ediyor, fakat dışarıya karşı himaye ediliyor. Nitekim Filistin ve Irak, İngiliz; Suriye, Fransız mandası altına girmiş; 25 sene kadar kalmıştır.
    5 Nisan 2019 Cuma
  • Sual: Demokrat Parti’nin 5816 numaralı kanunu çıkarmasının sebebi nedir?
    Cevab: Demokrat Parti iktidara gelince, bazı meczuplar, heykellere saldırdı. Bu, muhaliflerin provokasyonu idi. Böylece Demokrat Parti’yi Atatürk düşmanı olarak gösterip alt etmek istiyorlardı. Kendisi de sıkı Kemalist olan Celal Bayar’ın da baskısıyla, sırf hükümeti ve müslümanları korumak için bu kanun çıkarıldı.
    5 Nisan 2019 Cuma
  • Sual: Osmanlı padişahları kendi başlarına bir emir verip idam etme salahiyetine sahip midir?
    Cevab: Şer’î hukuk, hükümdara ve hâkime siyaset cezası vermeyi salahiyet olarak tanımıştır. Bu ceza, ölüm bile olabilir. Padişah, dine ve millete zararlı olan bir kimseyi cezalandırılabilir; idam ettirebilir. Buna siyaseten katil veya ta’zir bil katl derler.Padişah, kazâ/yargı ve bütün hâkimleri tayin etme salahiyetine sahiptir. Başkadı mevkiindedir.
    5 Nisan 2019 Cuma
  • Sual: Ali el-Kârî ve eserleri muteber midir?
    Cevab: Heratlı bir Hanefi âlimidir. 1014/1606’da vefat etti. Mekke’de uzun yıllar geçirdiği için mükemmel Arapça öğrenmiştir. Kendisi haddizatında hattat olduğu için kıymetli kitapları istinsah ederek nafakasını temin ederdi. Arabiyi iyi bildiği için, istinsah ettiği kitaplarda bazı şerhler yapmış, böylece bir âlim şöhreti kazanmıştır. Ehâdisu’l-Mevdu’at adındaki kitabında, İslâm uleması tarafından sahih görülen birçok hadislere mevdu’ demiştir. İmam Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekber adlı eserini şerh ederken, Hazret-i Peygamber’in Resulullah’ın anne ve babasının küfr üzere öldüğünü ispatlamaya çalışmış; bununla da iktifa etmeyerek müstakil bir risale yazarak, Şifa kitabını şerhederken yazdığı bu risâle ile öğünmüştür. Bu sebeplerle, ayrıca İmam Mâlik ve İmam Şâfi’î’ye hadsiz itirazları ve tasavvuf ehlini tahkiri sebebiyle İslâm uleması tarafından tenkid edilmiştir. Hadis âlimlerinden Molla Muhammed Miskin (954/- 1547), Abdülkâdir Taberî (1033/1623), Ahmed Rıza Han Berilevî (1340/1921) başta olmak üzere kendisine çok reddiyeler kaleme alınmıştır. Bağdad müftisi Mahmud Alûsî tarafından büyük âlim olarak tanıtılan Aliyyü’l-Kârî, son zamanlarda modernist bir câmia tarafından müceddid ve müctehid olarak takdim edilmekte; sahih hadislerin inkârı hususunda hep kendisinden referanslar verilmektedir.
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: Yemen kralı Tübba’nın Peygamber efendimize yazdığı mektup günümüze kadar ulaşmış mıdır? Duhan suresinde bahsedilen Tübba kavmi peygamber efendimize mektup yazan Tübba’nın kavmi mi?
    Cevab: Tübba’ Yemen’de Himyer’de Belkis’in memleketinde hüküm süren Kahtan meliklerindendir. Türkistan’a, Hindistan’a seferler yaptığı, Semerkant’ı kurduğu, Hindistan’da öldüğü, antik çağ meliklerinden dünyayı gezen beş kişiden biri olduğu rivayet edilir. Diğerleri Süleyman, Feridun, İskender ve Erdişir’dir. Bazılarına göre İskender-i Zülkarneyn, Tübba’dır.

    Bazı siyer kitaplarında yazdığına göre, Tübba’ bi’setten 700 veya 1000 sene evvel Kâbe’ye geldiğinde, Mekkeliler kendisini karşılamaya çıkmayınca kızıp Kâbe’yi yıkmaya davrandı. Ama şiddetli hastalanıp üç gün gökyüzü kararınca, bunun ilahî işaret oluğunu anlayarak tövbe ve iman etti. Mekkelilere ihsanlarda bulundu. Rüyasında gördüğü üzere, Kâbe’yi ilk defa süslü bir ipekli örtüyle örttü ki bu âdet ondan kalmadır.

    Sonra Medine’ye geçti. Beni İsrail âlimlerinden, âhir zaman peygamberinin geleceğini işitince, burada Hazret-i Musa dininden âlimler bırakıp birini bunlara reis yaptı. Resulullah için bir ev yaptırıp, bir de hürmetkâr mektup yazdı. Gelince verirsiniz diye bu âlimlere teslim etti. Medine halkından iman edenler, hep o âlimlerin neslindendir. Ebu Eyyüb el-Ensârî de onların reisi Şâmul’un soyundandır.

    İbn İshak ve başkalarının rivayetine göre Tübba'nın yazdığı mektupta şunlar varmış: “Ahmed hakkında şahidlik ederim ki o, bütün canlıları yaratan Allah’tan bir resuldür. Ömrüm uzatılırsa, o hayata geleceği vakte kadar, ben onun yardımcısı ve amcası oğlu olurdum. Şimdi ben sana ve sana indirilen kitaba iman ettim. Ben senin dinin ve sünnetin üzereyim. Senin ve herşeyin Rabbine iman ettim. Rabbinden gelen İslâm'ın bütün şeriatine de iman ettim. Eğer sana yetişecek olursam ne güzel. Şayet yetişmeyecek olursam, bana şefaat et ve kıyamet gününde beni unutma. Ben senin ümmetinin ilklerindenim. Sen gelmeden önce sana biat ettim. Ben senin ve baban İbrahim dini üzereyim.” Daha sonra mektubunu mühürleyip, onun üzerine de: “Önünde de, sonunda da emir Allah’ındır” diye nakşetti. Mektubunun üzerine adres olarak da şunu yazdı: “Allah'ın nebisi ve resûlü, peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin Rabbinin elçisi, Abdullah oğlu Muhammed'e birinci Tübba’dan.”

    Hazret-i Peygamber, Medine’ye doğru yola çıktığında, Ebu Eyyüb mektubu Medinelilerin çok itimat ettiği Ebu Leylâ’ya verdi. Kendisini karşılayanların arasında Resulullah onu görünce, “Sen Ebu Leyla değil misin? buyurdu. “Evet” deyince “Hani Tübba’nın mektubu?” buyurdu. Ebu Leyla çok şaşırdı. Resulullah mektubu alıp okutunca, Tübba’dan razı olup, üç defa “Merhaba salih kardeşim” buyurdu.

    İsmi Ebû Kerb Es’ad bin Kerîb bin Tübba’dır. Mümin idi. Kavmini de imana getirmişti. “Tübba’yı kötülemeyin. O mümin idi, bilemiyorum peygamber midir?” hadis-i şerifinde geçen Tübba' budur. İbn Abbas, “Tübba’ bir peygamber idi.” derdi.

    Rum hükümdarlarına Kayser, İran hükümdarlarına Kisra dendiği gibi, Tübba’, zamanla Yemen meliklerinin unvanı olmuştur. Tübba’ gölge manasına olup, güneşin doğduğu yeri takib ederek, askerleriyle birlikte doğuya doğru yolculuk etmiş olmasından dolayıdır.

    Duhan suresinin 37. âyet-i kerimesinde geçen “Bunlar mı, yoksa Tübba’nın kavmi ve ondan evvelkiler mi hayırlıdır? Biz o günahkârları bile imha ettik” meâlindeki âyet-i kerimede geçen Tübba’, muayyen bir kişi değildir; bununla bütün Yemen hükümdarları kast edilir. Burada müşriklere, Tübba’ kavmi misal gösteriliyor. Onlar daha güçlü olduğu halde, Allah onları mağlup etti, manasınadır. Kâf suresi’nin 14. âyet-i kerimesinde Eykeliler gibi Tübba’ kavminin de dini yalanladığından bahsedilmiştir. Âyet, kavmini kötülemiş; ama Tübba’yı kötülememiştir.

    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: Dünyadaki haberlerin Siyonist haber ajansları tarafından sansürlendiği doğru mudur?
    Cevab: Komplo teorisidir. Ancak global güçler, global haber kaynaklarını umumiyetle ellerinde tuttukları için, bilinmesini istediklerini yayarlar veya bilinmesini istemediklerini gizlerler. 
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: Süleyman, İsa ve Musa Çelebilerin padişah sayılmaması nedendir?
    Cevab: Sadece muayyen yerlerde hüküm sürdükleri için, Osmanlı resmî tarih yazıcılığında ve modern tarihçilerin çoğu tarafından padişahlar listesinde sayılmazlar. Yılmaz Öztuna gibi bazı tarihçiler bunları da padişah sayar.
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: Meşhur şair Bâki’nin zevk ve sefa düşkünü bir kimse olduğu ifade ediliyor. Ne dersiniz?
    Cevab: Tarihî şahsiyetlerin hususî halleri hakkında olur olmaz yerlerde geçen ifadelere aldanmayınız. Şair Bâki Süleymaniye'de müderrislik yapmış; kazaskerliğe kadar yükselmiş muhterem bir şahsiyettir. Hazret-i Peygamber’in hayatını anlatan en güzel kitaplardan Mevahib’i Türkçe’ye tercüme etmiştir. Şiirlerinde divan edebiyatının sembolik hususiyetlerinin görülmesi tabiidir. Osmanlı tarihinin en kıymetli şairlerindendir. Sultan Kanuni’nin Altın Çağı’nın da sembol şahsiyetlerindendir.
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: İslâmiyetin dışındaki din ve inançlarda ‘hak mezhepler’ mefhumu var mıdır?
    Cevab: Ortodoks, yani doğru yol itikadı vardır. Ama bu, o yolun kendisine taktığı isimdir. Diğerlerinin onu doğru yolda gördüğünü göstermez.
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: Montreux sözleşmesinde İngiltere’nin bize destek verdiği doğru mu?
    Cevab: Evet. Rusya ve Almanya'nın gemilerinin geçişlerini kontrol altında tutabilmek için Türkiye’ye destek vererek Lozan’ın hükümlerini yumuşattı.
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: 1871’de vefat eden Sadrazam Âli Paşa, Sultan Abdülaziz'e hitaben yazdığı vasiyetnamede, öteden beri gayrimüslimlerin askerlikten muaf olması sayesinde Hristiyanların nüfusları artıp ticaretle uğraşarak zengin olduğunu, Müslümanların ise uzun yıllar asker olarak evlerinden, tarlalarından, uzak kaldıklarını, yoksul ve sağlıksız nesiller oluştuğunu anlatmış. İslam ordusunda Hristiyan’ın yeri olmaz gibi duygusal kışkırtmalara itibar etmemesini istemişti.  Bu tespit doğru mu? 
    Cevab: Gayrimüslimlerin askerlikten muaf olması, dinî bir hükümdür. Çünkü vatan müdafaası (cihad) bir ibadettir ve ibadetlerle müslümanlar muhatabdır. Harb neticesinde müslümanlar da ganimet alarak zenginleşir. Gayrimüslimlerin ganimet alma imkânı yoktur. Harb, istisnaidir; sulh kaidedir. Devamlı harb mevzubahis değildir. Gayrimüslimlerin hepsi de ticaret yapıyor diye bir kaide yoktur; büyük ekseriyeti köylü veya çiftçidir. Gayrımüslimlerin çocukları, devşirme yoluyla istihdam edilmektedir. Gayrımüslimlerin orduda veya devlet hizmetinde istihdamı, dinen mahzurlu değildir.
    14 Nisan 2019 Pazar
  • Sual: Gertrude Bell kimdir?
    Cevab: Ortadoğu’da İngiliz menfaatleri için çalışmış arkeolog, yazar ve casustur.
    7 Mayıs 2019 Salı
  • Sual: Hazret-i Peygamber aleyhisselâmın Hasan ve Hüseyn dışında zürriyeti bugüne gelmiş midir?
    Cevab: Zeyneb binti Fâtima’nın soyu devam etti.
    7 Mayıs 2019 Salı
  • Sual: Arabistan, İsrail’i resmen tanıyor mu?
    Cevab: Diplomatik olarak değil; ama müzakerelerde muhatap alıyor.
    7 Mayıs 2019 Salı
  • Sual: İslâm hukukunda yakarak idam etmek caiz mi haram mı?
    Cevab:
    Caiz değildir. Hazret-i Ali’nin zındıkları ateşte yakarak idam ettiğine dair bir rivayet var ise de, Abdullah bin Abbas, “Ateşle azap ancak Allah’a mahsustur” hadis-i şerifini haber verince, “Bunu evvelden duysaydım, öyle yapmazdım” buyurmuştur. Büyük bir sahabi de olsa, her hadis-i şerifi işitmiş olması beklenmez. Hazret-i Ali, Kur’an-ı kerimde zındıkların ateşle azab edilecekleri manasına gelen âyet-i kerimeleri onların ateşte yakılacaklarına dair delil almıştı. Sonra bu hükmünden vazgeçti. Zındıkları ceza olarak yakmayı ictihad etti. Zira Kur’an-ı kerimde buna işaret eden âyet-i kerimeler vardır. Her hadisi her âlimin duyması o zaman için beklenmezdi.
    7 Mayıs 2019 Salı
  • Sual: Cinci Hoca hâdisesi nedir?
    Cevab: Cinci Hoca Kastamonulu bir hoca idi. Kazaskerdi. Nefesi kuvvetli diye o zamanlar şiddetli baş ağrısı çeken Sultan İbrahim’e okurdu. Bu sebeple yükseldi ve nüfuz kazandı. Bu sebeple çok hasım edindi sonra da düştü ve sürgüne gönderildi.
    7 Mayıs 2019 Salı
  • Sual: Pir Sultan Abdal gerçekten yaşamış mıdır?
    Cevab:
    Pir Sultan Abdal, efsanevî bir şahsiyettir. Böyle birinin yaşayıp yaşamadığı bile kati değildir. Halk arasında anlatılanlardan başka bir kaynak yoktur. Pek çok meşhur şahıs hakkında böyledir. İptidai bir cemiyet içinde yaşamış Bâtınî bir şair olduğu, şiirlerinden anlaşılmaktadır. Bu isimde altı halk şairinden bahsediliyor. Hakkında anlatılanlara bakılırsa meşhur Pir Sultan Abdal, Sivas’ın Banaz köyünde yaşamış Hurufî mezhebinde bir şairdir. İran Şahı Tahmasb’ın Anadolu’yu işgali üzerine halkı buna itaate çağıran şiirler yazdı. Bir rivayette, Tahmasb değil, Şah İsmail olduğu iddiasıyla Şam’da ortaya çıkan ve 50 bin kişilik adamlarıyla Yozgat’a kadar yayılan bir fitneye yol açan düzme mehdiye itaate çağırmıştır. Bu sebeple Sivas valisi Hızır Paşa tarafından idam edilmiştir. Hızır Paşa 1547-1551 ile 1587-1590 arasında olmak üzere iki defa Sivas valiliği yapmıştır. Şiirlerinde çeşitli temalar olmakla beraber, Hazret-i Ali hakkında ulûhiyyet iddiasına varan sözlerinden, Gulat-ı Şia’ya mensup olduğu anlaşılmaktadır.
    12 Mayıs 2019 Pazar
  • Sual: Nazilerin 6 milyona yakın Yahudi öldürdüğü doğru mudur?
    Cevab: Nazilerin tatbik ettiği jenosit programı çerçevesinde öldürülen insanların sayısı ekseri Yahudi olmak üzere 6 milyon civarındadır. Bir kişi bile zulmen öldürülmüş olsa, bu menfur bir şey demektir. Bu gibi katliam hadiselerinde öldürülen insan sayının çok veya az olmasının bu çerçevede ehemmiyeti yoktur; sadece hadisenin vahametine tesir eder.
    12 Mayıs 2019 Pazar
  • Sual: Leyla ile Mecnun hikâyesi gerçek bir hadiseye mi dayanıyor?
    Cevab: Arab edebiyatının şaheserlerinden biri olan Leyla ve Mecnun hikâyesi, bazılarına göre Emevîler zamanında Benu Âmir kabilesinde cereyan etmiş hakiki bir hâdiseye dayanır. Amcasının kızına âşık olan Kays (Mecnun), emeline kavuşamayınca çöllere düşer ve aklını kaçırdığına hükmedilerek Mecnun diye anılır. Bu arada Kays, Allah aşkını bulur ve kendisini rabbine verir. Başkasıyla evlendirilen Leyla kahrından ölür. Kays da onun kabrini ziyaret ettiğinde üzüntüsünden can verir. İnsanda tecessüm eden Allah’ın büyüklüğüne aşkın veya bedenî aşktan ilahî aşka teveccühün sembolik ifadesi olarak bilinir.
    12 Mayıs 2019 Pazar
  • Sual: Selçuk Bey’in Oğuz Yabgu Devletinden ayrıldıktan sonra menfaati için müslüman olduğuna dair rivayete ne dersiniz?
    Cevab: Bunu söyleyenler kalbini mi okumuşlar? Menfaatini gözetseydi, Yahudi olurdu. Zira en yakın ve güçlü devlet olan Hazar Devleti Yahudi dinindeydi.
    12 Mayıs 2019 Pazar
  • Sual: Sultan 1. Abdülhamid Hân türbesindeki kadem-i şerifin tarihi belli midir?
    Cevab: Sadrazam Halil Hamid Paşa’nın getirttiği, evvela Samatya’da Sa’diyye tekkesine konduğu sonra padişah vefat edince onun kabrine konduğu biliniyor. Sultan Abdülhamid bu tarikattendi.
    25 Mayıs 2019 Cumartesi
  • Sual: Tâbiînin en efdali kimdir?
    Cevab: Kimine göre Veysel Karenî, kimine göre Hasan el-Basri, kimine göre İmamı Azam Ebu Hanife’dir.
    25 Mayıs 2019 Cumartesi
  • Sual: Dünya nüfusunun artması iyi midir kötü müdür?
    Cevab: Vasıfsız nüfus ne işe yarar?
    25 Mayıs 2019 Cumartesi
  • Sual: Mustafa Kemal ve Rauf Beylerin, hükümetin mukarrerat ve tebliğatına muhalif hareket ve tahkikata devam ettikleri anlaşıldığından, yakalanarak İstanbul'a gönderilmelerine dair Kalem-i Mahsus'dan Edirne, Konya, Kastamonu ve sair vilayetler ile Teke, İzmid, Niğde ve sair mutasarrıflıklara çekilen telgraf devlet arşivinde mevcuttur. Buna benzer nice vesika vardır. Bunlar itimada şayan mıdır?
    Cevab: Devlet arşivlerindeki vesikalar, devletin ve memurların hazırladığı vesikalardır. Hâdiselerde devletin bakış açısını aksettirir. Vesika var diye bu hadisenin bu vesikada anlatıldığı gibi cereyan ettiği kati söylenemez. Bu vesika bildiğimiz kadarıyla sahihtir. Bu vesika doğrudur. Mustafa Kemal Paşa her ne kadar İstanbul tarafından fevkalade müfettiş olarak vazifelendirilmiş ise de, sonra Anadolu’daki faaliyetlerinin kendilerine verilen talimatın hududunu aşmış gözükmesi sebebiyle İstanbul’a çağrılmış, gelmeyince bu gibi emirler sadır olmuştur.
    8 Haziran 2019 Cumartesi
  • Sual: Siyasal İslam nedir?
    Cevab: İslamiyeti politik emellere alet ederek bazı menfaatler elde etmeye çalışan, bunu yaparken modernist ifadelerden istifade eden cereyana siyasal İslam veya İslâmcı denir.
    8 Haziran 2019 Cumartesi
  • Sual: 1878-1935 dönemine ait Dobruca kadı kayıtlarına nereden, nasıl ulaşılabilir?
    Cevab: Dobruca, 1912'de itibaren Osmanlı hâkimiyetinden çıktı. Ondan önceki devreye ait kadı mahkemeleri sicillerinin bir kısmı Ankara’daki Milli Kütüphane’dedir. Bunlar arasında Dobruca da olabilir. Yoksa ancak Dobruca’da -o da muhafaza edildi ise- bulunabilir.
    8 Haziran 2019 Cumartesi
  • Sual: Osmanlı Devleti’nde Ermeniler askerlik yapıyor muydu?
    Cevab: 1909'dan sonra evet. Daha evvel askerlik bedeli ödüyorlardı.
    8 Haziran 2019 Cumartesi
  • Sual: Fatih Sultan Mehmed Hanın karides ve istiridye yediği doğru mu?
    Cevab: Hanefî’de balıktan başka deniz mahsulleri yenmez. Sarayın mutfak listesinde varsa da, bu yendiği manasına gelmez. Yenildiyse de bir özre mebni yenmiştir. Tedavi maksatlı kullanıldığı ve Şafii mezhebinin taklit edildiği düşünülebilir.
    15 Haziran 2019 Cumartesi
  • Sual: Rıza Nur’un hatıratlarına ne kadar güvenilir?
    Cevab: Her hatıra gibi indîdir. Faydalı ve lüzumsuz çok şey vardır. İhtiyatla kaynak olarak kullanılabilir.
    1 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Kürdistan neresidir?
    Cevab: Bugünkü Van Gölü ile Urmiye Gölü ile arasında bulunan mıntıka antik çağdan beri Karduki veya Kürdistan adıyla bilinir. Osmanlılar zamanında da Hakkâri ve çevresi Kürdistan olarak anılırdı. Bugün çok daha geniş bir mıntıka, Kürtlerin ekseriyette yaşadığı yerler olarak Kürdistan diye anılmaktadır.
    1 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Şerif Hüseyin ve evlatları bazı siyasî sebeplerle birçok çirkin ithama maruz kalıyor. Resulullahın soyundakiler için böyle konuşmak mahzurlu değil midir?
    Cevab: Aleni günahları söylenebilir. Ama siyasî faaliyetleri her cihetten farklı tefsir edilebilir. Mesela Arablar cihetinden bir istiklâl hareketi olarak görülmektedir. Onun için imsak-i kelâm etmelidir, susmalıdır.
    1 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Bir fıkıh kitabında “Resûlullahın, eshâb-ı kiramın, tâbiînin ve hatta dört imamın ağız ile niyet ettikleri işitilmemiştir” dedikten sonra, “Ağız ile niyet etmek, Şâfiî ve Hanbelîde sünnettir” yazıyor. Peygamber efendimizden ve selef-i sâlihînden hiçbirisinde bu fiil görülmediği halde bahsedilen iki mezhepte ağız ile niyet etmek nasıl sünnet olabiliyor?
    Cevab: Bu iki mezhebde namazda ağız ile niyet, ihramda ağız ile niyete kıyasen sünnet olarak görülmüştür.Burada ağız ile niyetin, ef'al-i mükellefîndeki sünnete dahil olduğu, yani şer'î hükmü olan sünnet kast ediliyor. Yoksa Resulullah'ın yaptığı manasına gelmiyor.
    1 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Birçok tarihçi Mimar Sinan’ın Kayseri’deki bir Ermeni köyünden devşirildiğini, bazısı da Türk asıllı Hristiyan olarak devşirildiğini söylüyor. Hangisi doğrudur?
    Cevab: Her iki rivayet de vardır. Baba ve akrabalarının isimlerinden dolayı Karaman Rumu, yani Ortodoks Türk olması muhtemeldir.
    1 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Nasreddin Hoca’ya atfedilen müstehcen fıkralar doğru mudur?
    Cevab: Nasreddin Hoca fıkraları diye bilinen fıkraların çoğu zaten Nasreddin Hoca'ya ait değildir. Nerde kaldı ki bunlar gerçek olsun.
    1 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Sultan II.Bayezid, oğlunun cülûs merasimine katıldı mı?
    Cevab: Tahttan feragat etti. Cülûs merasiminde bizzat bulunmadı. Eski Saray’a geçti. Oradan Dimetoka’ya giderken, yolda vefat etti.
    1 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: 1821 Mora İsyanı’nda parmağı olan ve Patrikhane’de asılan Fener Patriği V. Gregorius’un asılmasından dolayı Rumların aynı yerde bir Türk büyüğünü asmadan kapıyı açmama ahdi var mıdır?
    Cevab: Bazı Türkler böyle inanıyorlar. Rumlar inkâr ediyorlar. Patriğin suçsuz olduğunu, bilakis Osmanlı hükümetine destek verdiğini, ama karışık zamanlar sebebiyle idam edildiğini söylüyorlar. Bu, bir şehir efsanesine benziyor.
    22 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Osmanlı saltanatı, yani yalnızca bir ailenin ferdlerinin devleti idare salahiyetine sahip olması, Resul-i Ekrem ve sonraki 4 halife devrindeki halife seçim prensiplerine uygun mudur?
    Cevab: O zaman hüküm öyleydi. Onlar râşid halifelerdi. İnsanların en üstünü idiler. Ondan sonra şartlar değişti; insanların ahlâkı değişti. Nitekim bu ideal sistem 30 sene bile devam edemedi. Monarşi kuruldu. Ashab-ı kiram monarşiyi tasvip ettiler. Ondan sonra bütün müslüman devletler monarşi ile idare edildi. Demek ki monarşi bir şeriate aykırı değildir. Kur’an-ı kerimde Davud aleyhisselâmın tahtına oğlunun oturduğu bildiriliyor.
    22 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Şerif Paşa’nın Kürdistan devleti kurmak gibi bir ideali var mıydı?
    Cevab: Şerif Paşa, Avrupa'da Kürtlerin menfaatlerini takip etmek için diplomatik faaliyetlerde bulundu; muvaffak olamadı.
    22 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Mustafa Kemal Paşa’nın Trablusgarb’daki rolü neydi?
    Cevab: İttihat ve Terakki’nin genç ve düşük rütbeli subayları, siyasî ve askerî kariyerlerinde kolayca yükselebilmek için bir fırsat olarak gördükleri Libya’ya gitmişlerdir. Libya’nın kaybedildiği gayet belliydi. Yerli halkın yardımıyla bir mikdar direnip burada bir üs tutmak istediler. Bu bir ümitti. Ama çeşitli sebeplerle fazla bir varlık gösterememişler; yerli halk ve bilhassa bedevi aşiretlerle ters düşmüşler, bu sebeple orada fazla kalamayıp geri dönmüşlerdir. Mustafa Kemal Paşa’nın hayatının o devrine ait malumat mahduttur. Bir gözünü hastalık sebebiyle burada kaybettiği bilinmektedir. 
    22 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Haim Nahum’un Lozan müzakerelerinde menfi bir rol oynadığı doğru mudur?
    Cevab: Rıza Nur’un hatıralarında geçiyor. Hahambaşı Haim Nahum Efendi konferansın bir kısmında delegeydi. Kendisine böyle bir rol yakıştırılmış da olabilir. O zaman gerek İngiliz gerek Türk gerek diğer milletlerden kişilerin yazmış oldukları hatıratlarda, gazete yazılarında, beyanat ve raporlarda hilafet pazarlığı meselesi bazen açık bazen üstü kapalı olarak geçiyor.
    22 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: H.C. Armstrong’un  Bozkurt kitabı okunabilir mi?
    Cevab: Kitap yaygın rivayete göre, Latife Hanım’ın Halide Edib’e anlattıklarından müteşekkildir. Hatıra türündedir. Şimdiye kadar kimse tarafından yalanlanmamıştır. Hatta Gazi’nin huzurunda okunduğu; az bile yazmış, bana gelseydi daha fazla anlatırdım, dediği meşhurdur.
    22 Temmuz 2019 Pazartesi
  • Sual: Son halife Abdülmecid Efendi’nin ecdadının içki içtiğini söylediğine dair rivayeti nasıl değerlendirmek lazımdır?
    Cevab: Abdülmecid Efendi’nin bu beyanatı sahih olsa bile, tarih cihetiyle bir kıymet ifade etmez. Zira kendisi bunu bilemez. Bu mevzuda tarihî vesikalar kıymet taşır. Onlarda böyle bir şey yoktur; aksine epey delil vardır.
    25 Temmuz 2019 Perşembe
  • Sual: Selçukîler Anadolu’ya ne kadar Türk nüfusu getirdi ve yerli halka ne oldu?
    Cevab: Sayı bilinemez. Esas XIII. asırdaki Moğol istilasından sonra Anadolu’ya çok Türk geldi ama yine de Türkler nüfusunun yarıdan fazlasını hiçbir zaman teşkil etmedi. Anadolu’daki Rumlar burada yaşamaya devam ettiler. Bir kısmı Müslüman oldu. Bir kısmı Rumeli’ye hicret etti. XIX. asırda buradaki Rumlar Yunanistan’a sürgün edildiğinde bir buçuk milyondan fazla idi. Ermeniler ise Türklerin gelişiyle Doğu Anadolu’dan Anadolu ve Rumeli’ye yayıldı. 1915’te tamamına yakını Suriye’ye sürgün edildi.
    25 Temmuz 2019 Perşembe
  • Sual: Afrika’nın siyahî insanları tarihte hiç ön plana çıkamamışlar; hep köle ve sömürge olarak yaşamışlar. Bunun sebebi nedir?
    Cevab: Nüfus az, tabii kaynaklar mahdud, iklim zahmetli, ayrıca ırklarının hususiyeti ve dezavantajları buna sebebiyet vermiştir.
    25 Temmuz 2019 Perşembe
  • Sual: Fransız İhtilali’nde halktan veya askerlerden hanedanlarına bağlı kalan hiç olmadı mı?
    Cevab: Olmaz mı, bilhassa garp tarafındaki Vendée vilâyetinde isyanlar senelerce sürdü. Fransa’da halkın yarıya yakını hala monarşi sempatizanıdır.  
    25 Temmuz 2019 Perşembe
  • Sual: Atatürk’ün Hatay meselesiyle bu kadar yakından alakadar olmasının sebebi nedir?
    Cevab: Siyasî bir iştir. Reisicumhur o zaman her şey demekti. Meşgul olmasından tabii ne olabilir? Antakya’nın Türkiye’ye verilmesinin en mühim âmili, ufuktaki Cihan Harbi’ne Türkiye’nin Almanya yanında girmesine mani olmak endişesidir.
    25 Temmuz 2019 Perşembe
  • Sual: Uğur Mumcu’nun Kazım Karabekir Anlatıyor kitabında diyor ki: "Aradan yıllar geçecek, Karabekir’e ölüm döşeğindeki Atatürk’ün kendisiyle görüşmek istediği haberi gelecektir. Karabekir, «gidecek misiniz?» sorularına karşı "O Mustafa Kemal. Çağırılınca gidilir. O benim en iyi arkadaşımdır» yanıtını verecektir." Bu doğru olabilir mi? Doğru ise Karabekir’in maksadı ne olabilir? Kendisi ile bu kadar ters düşen birinin yanına niye gitsin? 
    Cevab: Korku veya ümit. 
    25 Temmuz 2019 Perşembe
  • Sual: Hilmi Ziya Ülken, 1922 senesinde neşrettiği Anadolu’da dini ruhiyat müşahedeleri ismindeki makalesinde, Orhan Gazi’nin Geyikli Baba’ya iki yük araki ve iki yük şarap gönderdiğini XV. asırda düzenlenmiş bir belgeye istinaden anlatır. Bu araştırma hakkında ne buyurursunuz?
    Cevab: Ciddiye alınacak bir şey değildir. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir ki, Müslümanın şarap içmesi, imal etmesi ve satması yasaktır. Kaldı ki, Orhan Gazi, XIII.asırda yaşamıştır. Mir’at-ı Kâinat’ta Dolu baba'dan bahsedilir. Dolu (doğlu), ayrandır. Su katılmış şaraba da derler. Bazıları bu yanlış manaya sarılıp, böyle şeyler uydurmuştur.
    25 Temmuz 2019 Perşembe
  • Sual: Hatay ile bize verildi mi biz mi aldık?
    Cevab: Beklenen harbde Nazilerle birlik olmamak mukabilinde verildi. 
    30 Temmuz 2019 Salı
  • Sual: Müzede Sultan Abdülmecid Han’ın üniforması diyerek şapkalı bir üniforma sergileniyor. Sahih midir?
    Cevab: Hiçbir padişah şapka giymemiştir. Yakıştırma olsa gerektir. 
    30 Temmuz 2019 Salı
  • Sual: Sultan Abdülmecid’in, Reşid Paşa’dan çekindiği ve bundan dolayı beddua ettiği doğru mu?
    Cevab: Evet, çok meşhurdur. Reşid Paşa, eski devirden kalma, çok kabiliyetli ve İngiltere’nin desteklediği bir devlet adamıydı. Kendi yetiştirdiği ekibi vardı. Bu sebeple iktidarda iken, tarihte benzerine az rastlanır bir şekilde, dilediğini yapabilecek bir muhtariyete sahipti.
    30 Temmuz 2019 Salı
  • Sual: Varvar Ali Paşa neden isyan etti?
    Cevab:
    Varvar (Varvarî) Ali Paşa’nın isyan sebebi bugün bile tam manası ile aydınlatılmış değildir. Bazı kaynaklarda saçma sapan sebepler zikrediliyor ise de bunlar ciddiye alınacak şeyler değildir. Siyasî ve şahsî sebeplerle ayaklanmış olması çok muhtemeldir. Varvar Ali Paşa, Sultan IV. Murad’ın yakınıydı. Çok muvaffak bir devlet adamıydı. Bu sebeple hased edeni çoktu. Yeni padişah zamanında bunu gözden düşürmek için uğraştılar. Ali Paşa da saf ve kendini beğenmişti. İhtilal hevesiyle ayaklandı. Sivas valisi iken, Padişahın bayram harçlığı diye yüksek bir meblağ göndermesini istemesi, üstelik vâlinin güzel hanımını da yollamasını istemesi ve paşanın da kabul etmediği için ayaklandığı gibi iddialar gülünç birer dedikodudur. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde ve Kâtib Çelebi fezlekesinde yazıyor ise de, bu, doğru olduğunu göstermez. Doğru olsaydı hanımın kocası İbşir Paşa, Varvar Ali Paşa’ya neden karşı çıksın?
    30 Temmuz 2019 Salı
  • Sual: Revan seferinde affedilip Yusuf Paşa adıyla vezir yapılan Emir Gûneoğlu’nun, beylerbeyi olarak tayin edildiği Haleb’e giderken sarhoş olarak Murad Paşa’yı öldürdüğü, bundan 2 ay sonra İstanbul’a çağırılarak padişahın nedimi olduğu doğru mudur? Doğruysa sarhoş olan ve adam öldüren birine cezası neden verilmedi?
    Cevab: Bunlar dedikodudur. Sarhoş olma cezası verebilmek için belli şartlar vardır. Bu şartlar tahakkuk etmeden ceza verilmez. Adam öldürmenin cezasını ise vârisler dava açarsa mahkeme kısas ahkâmına göre verir; değilse halife takdir eder.
    30 Temmuz 2019 Salı
  • Sual: Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde hırsızlar, yankesiciler, dilberan gibi esnaftan bahsediliyor. Bunu nasıl anlamalıdır?
    Cevab: Bunların aslı yoktur. Seyahatname, bütünüyle sahih bir kaynak değildir.
    7 Ağustos 2019 Çarşamba
  • Sual: Kudüs müftüsü Emin el-Hüseynî nasıl birisidir?
    Cevab: Politik bir şahsiyettir. Görünüşte Filistin davası için mücadele etmiş; fakat modernist olduğu, yanlış insanlarla ittifak ettiği ve daha ziyade kendi menfaatine çalıştığı için Filistin davasına faydadan çok zarar vermiştir.

    İngiliz işgali esnasında Kudüs müftüsü idi. Modernist Reşit Rıza'nın talebelerindendir. Karışık bir şahsiyettir. Hitler ve Mussolini ile görüşüp, onların desteğini ummuş; hatta birinin Haydar diğerinin Musa Ali adıyla Müslüman olduğu propagandasını yapmış; Boşnakların Alman ordusuna birlikler vermesini organize etmiştir. Şehzade Şevket Efendi’nin Filistin hükümdarı olması meselesinde ikili oynamıştır. Hırslı ve inatçı siyaseti yüzünden Filistin'in kaybını kolaylaştırmıştır. Benim İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı kitabıma bakabilirsiniz.

    7 Ağustos 2019 Çarşamba
  • Sual: Tarihte Yavuz Sultan Selim'den başka Sina Çölü'nü geçebilen oldu mu?
    Cevab: Uzunluğu 300 km tutan bu çöl, gece yürüyüşleriyle 20 günde geçilebilir. Yavuz Sultan Selim, yağmurun da yardımıyla 13 günde geçmiştir. Daha evvel Büyük İskender'in ve Selahattin Eyyubi'nin amcası Şirkuh'un bu çölü ordusuyla geçtiği bilinmektedir.
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Akıncılar, yaptıkları akınlarda düşman topraklarındaki köylere saldırıp oralardan ganimet alıyorlar mıydı ve bu faaliyet esnasında kendilerine karşı gelen köylüleri öldürebiliyorlar mıydı? Bunun izahı nasıldır?
    Cevab: Osmanlı ordusundaki akıncı sınıfının vazifesi, düşman ve mıntıka hakkında istihbarat toplamak; ayrıca düşmanı zayıflatmak için –cephaneyi havaya uçurmak gibi- bazı faaliyetler yürütmektir. Harb başlamıştır; akıncılar da ordunun parçasıdır. Harb neyi icab ederse onu yapar. Hücum edebilir; ganimet ve esir alabilir. Teslim olanlar kurtulur. Akıncıların masum köylüleri öldürdüğü duyulmamıştır. Ancak karşı çıkan ve düşmanlık yapan kaybeder. Siviller savaşmaz; ya teslim olur veya önceden kaçar. 
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: 5816 sayılı kanunun kaldırılmasına dair ne düşünüyorsunuz?
    Cevab: Fikir hürriyeti, demokrasinin şartıdır. Bu kanunun kaldırılması da bir hükümet meselesidir. Ancak korkarım ki, bu sefer kötü niyetli kimseler bunu kullanarak ipten boşanmış gibi hareket ederek, bazı kesimlere zarar verebilirler. Seven geniş bir kesimin reaksiyonunu çekerek daha büyük sıkıntılar ve içtimai huzursuzluklar doğurabilir. Nitekim kanunun konuluş sebebi de bu idi. İnşallah Türkiye'de demokrasi ve ekonomi inkişaf ettikçe, hürriyetler de inkişaf eder
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Türk hükümetine 58’de Suriye ve 90’da Kuzey Irak’ın teklif edildiğini yazmışsınız. Neden kabul edilmedi?
    Cevab: Birincisinde çekingen siyaset; ikincisinde iç muhalefet ve ordunun isteksizliği mühim rol oynadı.
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Mevlanzade Rıfat Bey’in, Ali Kabulü Bey’i öldürdüğü doğru mu?
    Cevab: Evvelce İttihadcıydı; sonra amansız muhalif oldu. Bilahare Ankara hareketine de karşı çıktığı için 150’likler zımnında yurt dışına sürgün edildi. Ali Kabuli ile hiç alakası yoktur. Ali Kabuli, Sultan Hamid düşmanlarının Yıldız Sarayı’na top atışı yaptırmak için anlaştığı bir gemi kumandanıydı. Yıldız Sarayı’na geldiği zaman askerler bunun hıyanetini anladılar ve padişahın gözü önünde linç ettiler. Padişah mani olmak istedi, ama olamadı. Bundan da sonradan padişahı suçladılar.
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Bazı kaynaklarda Hazret-i Hasan'ın, eşi tarafından Yezid’in talebiyle yavaş yavaş zehirlenerek öldürüldüğü geçiyor. Ne kadar doğrudur?
    Cevab: Bazı kaynaklar Halife Yezid’i suçluyor ise de, sonraki tarihçilerin Şiî tesiriyle hep Emevîler aleyhinde hâdiseleri tefsir ettiği düşünülürse bunun aslını olmadığı neticesi çıkarılabilir. Hazret-i Hasan çok güzeldi. Çok defa evlendi. Zevcesi, babasının kumandanlarından Eş’as’ın kızıydı. Kıskançlık sebebiyle zevcini öldürdü. Meşhur ve makul olan budur.
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: İnönü Harbleri’nin uydurma olduğu doğru mudur?
    Cevab: Değil ise de, anlatıldığı gibi de cereyan etmiş değildir. Bir manevra ve geri çekilme harekâtı, merkeze bağlı ordunun takviyesi için politik avantaj hâsıl edecek şekilde lanse edilmiştir.
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Sultan IV. Murad 8 Ağustos 1635’de Revan’ı feth etti; İran’ın barış istemesi üzerine Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı. Kılıç ile fethedilen Revan’ın, bu antlaşmayla İran’a bırakılması nedendir?
    Cevab: Revan, evvelce İran toprağı idi. Padişah döndükten sonra tekrar Safevilerin eline geçti. Harb uzun sürdü. Osmanlıların başka gaileleri de vardı. Sulh, karşılıklı tavizlerle olur. Fethedilen yerleri her zaman elde tutmak kolay değildir. Kasr-ı Şirin, statükoyu esas aldı.
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Sultan Fatih’in Fahreddin-i Acemi’nin fetvasıyla Hurufîler’i yaktırdığı doğru mu? 
    Cevab: İslâmiyette yakarak idam caiz değildir. Buradaki ihrak-ı binnar (ateşle yakma) tabiri mecazdır. Mülhid olduğu için, ölünce, doğrudan cehenneme gideceği inancını ifade eder .
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Ziya Şakir'in kitaplarını tavsiye ediyor musunuz? 
    Cevab:
    Ziya Şakir, İttihatçı bir gazetecidir. Kitaplarında İttihatçılara medhiyeler düzer; İttihatçı olmayanları istihfaf eder. İyi bir tedkikçidir. Her kitabı okurken temkinli olunmalıdır.
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Beyaz ırk, sarı ırk, âri ırk vs. gibi şeylerin Avrupalılar tarafından kendilerini üstün göstermek için uydurulduğu doğru mu?
    Cevab: Hayır. Bunlar tarihi ve ilmi tasniflerdir. 
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Sultan Fatih, İstanbul’u aldığında Hector’un öcünü aldık diye bir söz kullanmış mıdır?
    Cevab: Meşhurdur. Ama doğru mu değil mi bilmiyorum. Yunanlıların, Truva’ya saldırması kast ediliyor. Truva’dan kaçanlar, Roma’yı kurduğuna göre, Roma, Truva vârisi olduğuna göre, bu söz pek de manalı gelmiyor.
    24 Ağustos 2019 Cumartesi
  • Sual: Sultan Reşad’a Mehmed ismini ekleyen İttihatçılar mıydı?
    Cevab: Sultan Hamid tahttan indirilip, veliahd Mehmed Reşad Efendi tahta çıkarılınca, meclis, “Bu İstanbul’un ikinci fethi sayılır” deyip, Sultan V. Mehmed unvanını kullanmasını kararlaştırdı.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Hacivat ve Karagöz hakiki şahsiyetler midir?
    Cevab: Yarı efsanevi karakterlerdir. Sultan Orhan zamanında Bursa’nın inşasında biri duvarcı, diğeri demirci olarak çalışmış; ama işi karşılıklı muhabbetle savsakladıkları ve işçileri de geri koydukları için idam edilmiş iki ustanın arasında geçenlerin, sonradan Şeyh Küşterî adında bir zat tarafından tasvirleri yapılıp perdeye aktarılmış hâlidir. Bu hayalîlerin kabul ettiği rivayettir. Evliya Çelebi’ye göre, Selçuklular zamanında yaşamışlardır. Karagöz, imparatorun seyisi Sofyozlu Bali Çelebi adında bir çingene; Hacivat ise Selçuklu Sultanı’nın nedimi Yorkça Halil imiş. Arada buluşurlarmış. Gölge oyunu daha da eskidir. Orta Asya Türklerinde, hatta Mısır’da Memlüklerde de vardı.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: İngilizler Mısır’ı niçin işgal etti? Geri almak için bir şey yapılamadı mı?
    Cevab: Hıdiv İsmail Paşa’nın Süveyş Kanalı ve başka imar masrafları için yurt dışından aldığı borçları ödeyememesi üzerine işgal edildi. Esas sebep, Hindistan yolunda müstemlekecilik için stratejik ehemmiyete sahip bulunmasıdır. Mısır, 1805’ten beri muhtar bir vilayetti. Rusya ile mağlubiyetle biten bir harbden çıkan devletin İngilizlerle savaşması imkânsızdı. Yine de işgal kabul edilmemiş ve Mısır, sonuna kadar resmen Osmanlı Devletine bağlı sayılmıştır. Türkiye, Lozan Muahedesi ile Mısır üzerindeki haklarından feragat etmiştir.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Kanun-ı Esasi’ye göre meclisin padişahı azletme salahiyeti var mıdır?
    Cevab: Hayır. 
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Atatürk’ün “Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar” dediği doğru mudur?
    Cevab: Kâzım Karabekir anlatıyor: “10 Temmuz 1923’de Ankara İstasyonu’ndaki özel kalem binasında fırka nizamnamesini müzakereden sonra Gazi ile yalnız kalarak hasbihallere başlamıştık. “Dini ve ahlâkı olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar” dediler.” (“Kazım Karabekir Anlatıyor” Haz. Uğur Mumcu, 18 Haziran 1990, Cumhuriyet Gazetesi.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Merhum Adnan Menderes’in bazı artist kadınlarla gayrı meşru münasebetler yaşadığı söyleniyor. Bunların aslı var mıdır?
    Cevab: Bilemeyiz, iftira olabilir. Doğruysa nikâh kıymıştır diye hüsnü zan edilir. Zira Adnan Menderes imanlı ve dine çok faydası olmuş bir şahsiyettir. Şehid olması, günahlarını inşallah silmiştir.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Şehzâde Yusuf İzzeddin Efendi’nin İttihat ve Terakki’yi başta destekleyip, para yardımı yapıp sonra arasının bozulduğu doğru mudur?
    Cevab: Hayır. Hiçbir zaman iyi olmamıştır. İlk zamanlar şerlerinden korunmak için yakın gibi görünmüş olabilir. Bu, İttihatçıların propagandasıdır.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Hazret-i Ömer’in Hazret-i Fâtıma’ya vurup çocuğunu düşürdüğü doğru mudur? 
    Cevab: Şiîler, ideolojilerini desteklemek adına, Sahabe-i kiram ve selef hakkında çok şey uydurmuştur. Ehl-i beyti sevmek ve hürmet etmek Müslümanın şiarı iken, Hazret-i Ömer bunu bilmez mi?
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Makedonya milli marşında Sandanski’nin de ismi geçiyor. Bu, meşhur komitacı Sandanski midir?
    Cevab: Jön Türklerin de ilham kaynağı olan Sandanski, Makedon ve Bulgar milli kahramanıdır. 
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Atatürk, Kemal ismini niçin Kamal olarak değiştirmiştir? 
    Cevab: Öztürkçecilik cereyanının tesiriyle.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: İsviçre’nin hep tarafsız kalıp işgal edilmemesinin sebebi nedir?
    Cevab: İsviçre tabii korunaklara sahiptir. Alp Dağları kolay kolay aşılamaz. İsviçre’de geçitler ve köprüler her an infilak ettirilecek şekilde yapılmıştır. Bol mikdarda yeraltı sığınakları vardır. Sayısı az olmakla beraber, muazzam silahlarla donanmış ultra kalifiye bir ordusu vardır. Militarist bir halktır, öyle ki herkeste silah vardır. Çünkü Helvetia dağlılarının torunlarıdır. Ayrıca İsviçre’nin hiçbir tabiî zenginliği yoktur, işgal etmeye değmez. En mühimi milletlerarası bankaların bulunduğu bir yerdir. Paranın dokunulmazlığı vardır.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Geçenlerde, İsmet Paşa’nın Şadiye Sultan’ın broşunu ülkeye girmelerine izin verme karşılığında aldığını; sonradan bu broşun İsmet Paşa’nın karısının üstünde görüldüğü söylendi. Bu hadise doğru mudur?
    Cevab: Duymadım. Fakat hanedanın mücevherlerinin, saray eşyasının ve mirasının gerek İttihatçılar, gerekse Cumhuriyet devrinde yağmalandığı doğrudur. Sürgündeki Hanedan kitabıma bakınız. Rıza Nur, hatıralarında Lozan’da İsmet Paşa’nın hanımının takacak tek mücevheri olmadığını, kendi karısından ödünç aldığını, memlekete dönüşünden az bir zaman sonra taktığı küpelerin ağırlığından kulağının sarktığını, hatta bu mevzuda bazı dedikodular işittiğini söylüyorsa da, daimi muhalif Rıza Nur’a ne kadar itibar edilir, bilemem.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Son devir Osmanlı paşalarının üzerlerinde haç şeklinde madalyaların bulunması nasıl izah edilebilir?
    Cevab: Küfr alâmetini tazim için değil, diplomatik sebeplerle takıyorlar.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Sevr’in Osmanlı Devleti tarafından imzalanmadığını beyan etmiştiniz. Çoğu kaynak bunun imzalandığını beyan ediyor. Hatta imzalandığı yer ve tarih ile imzalayan delegelerin listesi bile mevcut. Ne dersiniz?
    Cevab: Milletlerarası antlaşmaların bir kabul prosedürü vardır. Delegeler paraf ederler, hükümet kabul ettikten sonra bir kanun teklifi halinde parlamentoya arzedilir. Parlamentoda kabul edildikten sonra devlet reisi, yani padişah imzalar. Ondan sonra yürürlüğe girer. Sevr için bunların hiçbirisi olmadı. Olmadığı için İngiltere İstanbul’a karşı hırçınlaştı.
    14 Eylül 2019 Cumartesi
  • Sual: Abbasi Devleti’nin, ateistliği açık ve ortada olanlara ilişmediğini yazıyorsunuz. Bu ateizm propagandası yapmak mıdır? Yoksa ateist olduğunu açıkça söyleyebilmek midir? Bir de, mürted olanlar için de hüküm böyle mi idi?
    Cevab: Herkes şer’î devlette istediği gibi inanabilir, inancının icaplarını yerine getirebilir. Ancak müslümanlığa hakaret etmek ve Müslümanlar arasında misyonerlik yapmak yasaktır. Mürted böyle değildir, o suç işlemiştir. 
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: İttihatçıları iyi askerdi diye övmek dinen mahzurlu mudur?
    Cevab: Caiz ise de bunlara iyilik nisbet edilmez. Üstelik hiçbiri iyi birer asker değildi.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Sultan Reşad’a Mehmed ismini veren İttihatçılar mıydı?
    Cevab: Sultan Hamid tahttan indirilip, Reşad Efendi tahta çıkarılınca, bu, İstanbul’un ikinci fethi sayılıp meclis padişahın V. Mehmed unvanını kullanmasını kabul etti.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Sultan Hâmid mi, Hamîd mi?
    Cevab: Abdülhamîd. Ancak Sultan Hamîd demek âdet olmuştur. 
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Tahsin Paşa hatıralarını neşrederken cumhuriyet ricali buna nasıl göz yummuştur?
    Cevab: Bir miktar rüşvet-i kelâmda bulunarak neşredebilmiştir.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Latife Hanım’ın mensup olduğu Uşakizadeler Sabetaycı mıdır, Türk müdür?
    Cevab: Türk biliniyor. 
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Osmanlı devrinde Anadolu’daki Rumlar ve Ermeniler hangi alfabeyi kullanıyordu?
    Cevab: Rum, Ermeni, Süryani ve Yahudi alfabesi vardır. Bununla yazarlar. Kendi dillerini İslam harfi ile yazanlar olsa da fazla değildir. Okuma yazma nispeti Müslümanlardan farklı değildir. Fakat Tanzimat’tan sonra bunlar arasında da -memur olabilmek adına- okuma-yazma nispeti artmıştır.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Çerkez Ethem hain miydi? 
    Cevab: Kime ve neye göre? 
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Zülüflü İsmail Paşa’nın, Sultan Abdülmecid’in oğlu olduğu doğru mudur?
    Cevab: Zülüflü İsmail Paşa'nın annesi Feleksu Kalfa, saraylı bir cariyedir. Sultan Abdülmecid’e bir edepsizlik yaptığı, şaka olsun diye abdest alırken ensesinden aşağı su döktüğü için çırak edilmiştir. Sultan Hamid, İsmail Paşa’ya yakınlık duyduğu veya güya çekindiği için çevresine almış, Sultan Mecid ile de simaen benzerlik kurulduğu için böyle bir dedikodu çıkmıştır. Cariye, güya saraydan çırak edildiğinde hamile imiş; bunu bilmiyormuş veya söyleyememiş. Şer'î hukukta çocuk, yatağında doğduğu adamındır. Aynı şekilde Üveys Paşa'nın, Yavuz Sultan Selim'in; Hekimoğlu Ali Paşa’nın da Sultan II. Mustafa'nın oğlu olduğu iddia edilir.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Molodi Savaşında Ruslar mağlup olsaydı ne olurdu?
    Cevab: Belli birşeydir. Ruslar cesaret kazandı; Tatar ilerlemesi durdu. Aksine Ruslar, Tatar ülkesine doğru inmeye başladılar. Gitgide Kırım hanlığının sınırları küçüldü. Ruslar, Osmanlı sınırına dayandı. Eğer bu harp kaybedilmeseydi bir müddet daha Rusya ehemmiyetsiz bir Asya devleti olarak kalırdı.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Fransız ve Bolşevik ihtilallerinden sonra hanedanların akıbetleri ne oldu?
    Cevab: İkisinde de monarşi kaldırıldı. Birincisinde Kral ve kraliçe, Avusturya’ya kaçmak isterken yakalandığı için idam edildi. Hanedanin diğer mensupları İngiltere'ye kaçtılar. Rusya'da ise Beyazlar Çarı kurtarmak istedikleri için Bolşevikler çar ve ailesini öldürdüler. Hanedanın diğer mensuplarından sağ kalanlar, İngiltere ve Avrupa'nın diğer memleketlerinde yaşadılar. Napoléon’dan itibaren Fransa’da ve 1990’dan itibaren Rusya’da hanedanın hakları ve malları kısmen iade edildi.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Batı cephesindeki muntazam ordu padişah tarafından mı teşkil edildi? İsmet İnönü mü kurdu?
    Cevab: Osmanlı ordusunun Kafkas birlikleri, Ankara hükümeti tarafından batıya kaydırıldı. Konya’da da ordu merkezi vardı. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya gönderilmeden Şark, Orta Anadolu ve Trakya’daki ordu kumandanlıklarına istediği kişileri hükümete tayin ettirmişti.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Nizamülmülk’ün Siyasetname kitabında “Bütün dünyada iyiyi ve doğruyu gösteren iki mezhep vardır. Biri Hanefî, diğeri Şâfiî mezhebidir. Bunların dışında kalanlar bid’at ve şüphelidirler” ifadeleri geçiyor. Mâlikî ve Hanbelî’yi niçin eklememiş?
    Cevab: Burada ehl-i sünnetin yayılmasından bahsediliyor. Birincisi bu ikisi o coğrafyada yoktur. İkincisi bazı usul ve tasavvuf ulemasına göre Mâlikî mezhebi, Hanefî’ye; Hanbelî mezhebi ise Şâfiî’ye dâhil ediliyor.
    8 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Harbde hükümdarlar da savaşır mıydı?
    Cevab: Hükümdarlar muharebeye bizzat iştirak etmez. Bu, kendisini ve dolayısıyla ordusunu tehlikeye atmak demektir. Hükümdara bir şey olursa ordu dağılır; mağlubiyet muhakkak olur. O çadırında, karargâhta harbi planlar ve cephenin muayyen mıntıkalarını gezerek askeri teftiş eder. Harbin çok kızıştığı zamanlarda, hükümdarın da müsademeye giriştiği olmuştur, ama istisnaidir.
    12 Ekim 2019 Cumartesi
  • Sual: Bir hocamız 18. Asırda Portekiz’in süper güç ve dünya limanlarında tek söz sahibi olduğunu; Umman’dan kalkan geminin Singapur’a Portekizlilerden ruhsat almadan gidemeyeceğini söyledi. Doğru mudur?
    Cevab: Portekiz 16. asrin ikinci yarısına kadar dünya denizlerinin liderlerindendi. Ama Vâdisseyl Muharebesi ile tarihten silindi. Portekiz diye bir devlet kalmadı. Bir asır sonra tekrar kuruldu ise de, eski halinden eser kalmamıştı. Bu asırda denizlerde artık İngiliz hâkimiyeti görülmektedir.
    12 Ekim 2019 Cumartesi
  • Sual: Batılı kaynakların 1371 tarihli Çirmen Savaşı’ndan bahsettikleri halde bundan 7 sene evvelki Sırp Sındığı Savaşı’ndan hiç bahsetmemesi, bu yüzden böyle bir savaşın gerçekleştiğinin şüpheli olduğu doğru mudur?
    Cevab: Sırpsındığı bir baskın olduğu için, hem Osmanlı, hem de Batı menbalarında bu iki zafer birbirine karıştırılmıştır. Bazı Batılı tarihçiler bu muharebede Macar Kralı’nın hiç bulunmadığını, Macar zannedilenlerin Macar tâbiyetindeki Ulahlar olduğunu, hatta Sırpsındığı vakasının hiç vukua gelmediğini söylemişlerdir. Bazılarına göre ise başka vakaların birbirine karıştırılmasından ibarettir. Son zamanlarda ikisi ayrı gösterilmektedir. Aynı olmak veya farklı olmak ihtimali mevcuttur. Bunlar vesikaların fazla olmadığı bir zamanda efsanevi rivayetlerin gölgesinde kalmış hadiselerdir.
    12 Ekim 2019 Cumartesi
  • Sual: Selçuklu hanedanı Hanefî midir?
    Cevab: Taşkentli meşhur Şâfiî âlimi Kaffal Şâşî’nin tesiriyle Gazne hükümdarlarından bazısı Şâfiî idi. Tuğrul Bey, Muhammed Alpaslan, Melikşah gibi bazı Selçuklu sultanları da Gazne tesiriyle bu mezhebe girmişlerdir.
    22 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Atatürk zamanında Nahçıvan’la komşu olabilmek için İran’dan toprak satın alındı mı?
    Cevab: 1932'de Ağrı İsyanı’nın bastırılması üzerine hudud emniyeti için, yani kaçan Kürt köylülerin rahatça takip edilebilmesi için Ağrı Dağı’nın arka tarafı, yani Küçük Ağrı Dağı, İran’la yapılan anlaşma ile Türkiye’ye verildi. Bunun mukabilinde Türkiye İran'a Doğubeyazıt'ın güneyinde bazı köyleri bıraktı.
    22 Ekim 2019 Salı
  • Sual: İstanbul’un fethinde burada bulunan Orhan adındaki bir şehzâdenin Bizans tarafında savaştığı doğru mudur?
    Cevab: Bunun Yıldırım Sultan Bayezid’in oğlu olup fetret devrinde İstanbul’a rehine gönderilen Şehzade Kasım’ın veya bir başka şehzâdenin oğlu olduğu söylenir. Düzmece biri olması da kuvvetle muhtemeldir.
    22 Ekim 2019 Salı
  • Sual: Ebu Davud’da geçen “Ümmeti kendi üzerlerinde birleştiren on iki halife başınızda olduğu sürece, bu din de sizlerde devam edecektir” hadisindeki 12’den kasıt nedir?
    Cevab: Şah Veliyullah Dehlevî, Kurretü’l-Ayneyn kitabında diyor ki: “Buradaki 12 halife, 4 halifeden sonra, Muaviye, Abdülmelik ve 4 oğlu ile Ömer Bin Abdülaziz ve Abdülmelik'in torunu Veliddir”.
    26 Ekim 2019 Cumartesi
  • Sual: Çandarlı Halil Paşa ve Sultan I. Murad’ın oğlu gibi bazı paşaların ve şehzadelerin idamlarında, idamdan önce suçlunun gözlerine mil çekildiği söyleniyor. Bu caiz midir?
    Cevab: Bizans âdetidir. Kişinin siyasî geleceğini yok edip onu tehlikeli olmaktan çıkarıyor. Suçlulara, esirlere ve hayvanlara müsle yapmak, yani vücuduna yara açmak caiz değildir. Ben bu rivayetin doğru olduğu kanaatinde değilim. Zindana atarak gün ışığından mahrum kılmaktan mecaz olsa gerektir.
    26 Ekim 2019 Cumartesi
  • Sual: BOP nedir? 
    Cevab: Ortadoğu’da, Almanya'nın ve Rusya'nın nüfuzunu kırıp buradaki enerji kaynakları üzerinde Amerika’nın, daha doğrusu global sermayenin hâkimiyetini kurmayı hedefleyen bir proje idi. Bu proje İsrail’in de elini rahatlatacaktı. Bu projenin arz-ı mevud ile alakası yoktur. Burada kilit vazifelerden bir tanesi de Türkiye’ye düşüyordu. Ancak çeşitli muvaffakiyetsizlikler ve konjonktürün değişmesi sebebiyle projenin rafa kalktığı zannediliyor.
    26 Ekim 2019 Cumartesi
  • Sual: Selçuklu hanedanının soyu devam etmiş midir?
    Cevab: Evet, ama meşhur kimse yoktur.
    31 Ekim 2019 Perşembe
  • Sual: Arma ile Bayrağın farkı nedir sizce?
    Cevab: Bayrak merasimlerde ve savaşta; arma ise resmi yazışmalarda ve devlete ait eşyada kullanılır.
    31 Ekim 2019 Perşembe
  • Sual: Moğollar Bağdat'a saldırırken içerdeki ulemanın güneşte ısınmış suyla abdest alınır mı diye tartıştığı doğru mudur?
    Cevab: Bunların hepsi oryantalistlerin uydurmasıdır. Bağdad’ın sukutu zamanında vezir Şiî idi. Hülagu'nun veziri de böyle idi. İkisi anlaşıp devleti çökerttiler.
    31 Ekim 2019 Perşembe
  • Sual: Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası'nda "Türkler'in istiklalini ne için tanıdınız?" diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon'un verdiği cevap: "İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz."  Bu söz doğru mu? Doğru ise kaynağını  biliyor musunuz? 
    Cevab: Meşhur bir sözdür. 1923-1950 Ankara meclisinde Hakkari milletvekili olarak vazife yapan İbrahim Arvas Bey’in Tarihi Hakikatler adlı hatıratında geçer. Bu kadar açık söylemiş midir, bilinmez. The Life of Lord Curzon kitabında benzer ifadelerle, ama farklı şekilde geçiyor. Lozan’da taviz verdiniz diye tenkit edenlere, “Hayır, aslında zafer kazandık” demiştir.
    10 Kasım 2019 Pazar
  • Sual: Sultan Fatih’in İstanbul’un fethi üzerine Truva’nın intikamını aldık sözü doğru mudur?
    Cevab: Fatih çok entelektüel bir hükümdardı. Truva’dan haberdar olması çok muhtemeldir. Bahsettiğiniz söz Montaigne’nin eserinde geçer. Güya Fatih Sultan Mehmet, Papa II. Pius'a mektup göndermiş. Türklerin, Troyalılar soyundan geldiklerini ve Hektor’un öcünü almanın Türklerin uhdesinde olduğunu yazmış. Bizans tarihçilerinden Kritovulus, Sultan'ın “Allah, Truvalıların intikamını alma imkânını bahşetti” dediğini yazar. Kritovulus, Sultan Fatih’in muasırıdır. Ayrıca Sultan Fatih’in, Yunan ve Roma tarihçilerinin eserlerini okuduğu bilinmektedir. Şu halde Truva’dan haberdardı. Ama Truvalıların, Türklerin atası olduğu sözü, yakıştırma olsa gerektir. Yakın zamanda bu sözü Dumlupınar Zaferi üzerine Mustafa Kemal Paşa’ya atfedenler de vardır.
    10 Kasım 2019 Pazar
  • Sual: Şu anki Fas kralları evlad-ı Resul müdür?
    Cevab: Fas ve Ürdün meliklerinin Hazret-i Hasen soyundan olduğu meşhurdur.
    15 Kasım 2019 Cuma
  • Sual: Sultan Alparslan gibi bir hükümdarın kabr